Geçmişe özlem…

Mensur Akgün

VAN 2.12.2018 09:40:37 0
Geçmişe özlem…
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Geçmişe özlem çok insani bir durum. Hemen herkes geçmişe özlem duyar. Geçmişin “daha iyi” olduğunu düşünür. Çünkü geçmişe ilişkin her şeyi değil bazı şeyleri hatırlar. Onlar da genellikle iyi ve güzel olan, bize zamanında keyif veren şeylerdir. Kaldı ki hatırlasak da kötülerine özlem duymayız, olsa olsa yaşadıklarımızdan ders çıkartırız.

17’nci yüzyılda İsviçreli askerlerin hissettiklerine bakılarak Yunanca iki kelimenin birleştirilmesiyle “nostalji” teşhisiyle bir tür hastalık olarak adlandırılan bu durum günümüzde sosyalleşmenin aracısı, hayatla bağlantının ifadesi, hatta kendine saygı duymanın göstergesi olarak anılıyor.    

Ancak nostaljiyi gerçekten kaçış, kendine gerçeküstü bir dünya kurma çabası olarak görenler de var. Ki bence bu da kötü bir şey değil. Şizofreniye ya da başta bir duygusal altüst oluşa veya siyasi anlamda radikal bir duruşa yol açmadığı sürece gerçekten kaçmak, kurgusal da olsa geçmişe sarılmak hoş.

Burada sözünü ettiğim geçmiş kendi bireysel deneyimlerimizin toplamı olan geçmiş. Yani bir tarih ya da kolektif çabanın ürünü bir tarih bilinci değil. Yaşadığımız yerler, olaylar, iyi hissettiğimiz anlardan kalanlar, onların belleğimize yerleşmiş tortuları. Bulanık duygular, belli belirsiz enstantaneler.

***

Onları tetikleyen de bazen bir koku, bazen bir dalga ya da bir rüzgar sesi. Kimi zaman da bir görüntü. Ama galiba en çok da yaşadığımız andan, o anın yükünden kaçma dürtüsü. Gerçeklerle baş edemediğimizde, geçmişe, en çok da kendi geçmişimize dönüp çıkış yolu arıyoruz. Anılara sarılıyoruz. İyi de yapıyoruz.

Düşünsenize eğer insan beyninin böyle bir yeteneği olmasaydı bugün o zevkle okuduğumuz romanlar, hikayeler, şiirler, dinlediğimiz şarkılar, senfoniler olur muydu? Orhan Pamuk, Yaşar Kemal, Nazım Hikmet, Haruki Murakami ya da Leo Tolstoy en sevilen eserlerini geçmişi özlemeden, tasarlamadan, düşünmeden verebilir miydi?

Bana öyle geliyor ki Grieg, Sibelius, Smetana ve daha pek çok başka besteci de geçmişlerinden, yaşadıklarıyla yaşamak istediklerinin bileşiminden yararlanarak en güzel eserlerini verdi. Mesela aslen Bergenli olan Edward Grieg 1868’de, yani 26 yaşındayken Kopenhag’da Norveç halk müziğinin tınılarından yararlanarak dünyanın en etkileyici piyano konçertolarından birini yazdı.

Zaten sanat yetenek ve eğitim kadar birikim, kişisel deneyim de değil mi? Hangi sanatçı duyarlılığı olmadan, geçmişiyle birlikte yaşadığı anda var olmadan üretebilir ki? Aşık Veysel’in dizelerini gözünüzde canlandırın. Benim sadık yârim kara topraktır derken, ondan vura vura her istediğini aldığını, toprağın ekmek, et ve meyve verdiğini söylerken, güzellerin kendisine vefa göstermediğini vurgularken geçmişiyle birlikte bize geleceği anlatmıyor mu?

***

Tüm bunları yazamama vesile olan, geçmişe özlemimi tetikleyense hafta sonu için geldiğim kasabam Gelibolu oldu. Cumartesi sabahı denizin kıyısında yürürken eski “güzel günleri” düşündüm. Kayaların üstünden denize girişimizi, konuşmalarımızı, hayallerimizi, dinlediğimiz müzikleri, kaybettiğimiz arkadaşlarımızı, babamın dükkanını, yılların yükünü taşıyan kapısının ardından Gelibolu’yu seyredişimi hatırladım.

Ve annemi tabii ki. Ölmeden önce söylediklerini, seksen küsur yaşında aynaya baktığında kendisini tanımakta zorlandığını, hala karşısında Alman lisesinde okuyan saçı fiyonklu kızı görmeyi beklediğini, vücudu yaşlansa da ruhunun yaşlanmadığını söylediğini anımsadım. Sonra da birlikte onun çok sevdiği, aradan geçen altmıştan fazla yıla rağmen sözlerini unutmadığı Lili Marleen şarkısını söylediğimiz günü hatırladım.

Telefonumu çıkartıp Lale Andersen’in 1939’da seslendirdiği orijinal adı “Das Madchen unter der Laterne” olan Lili Marleen’i denize bakarak dinledim. Hamburglu bir öğretmen olan Hans Leip’in sözlerini 1915’de yazdığı ve aslında iki ayrı kadına atıfta bulunduğu şarkı beni geçmişe, hatırladığım, hatırlamak istediğim günlere götürdü. Yazmam ve üstünde düşünmem gereken Kerç Boğazı, G 20 Zirvesi gibi ciddi konulardan uzaklaştırdı.

Onları erteledim, yazmayı hafta içine bıraktım. Böylece Gelibolu’nun keyfini geçmişte gezinti yaparak çıkarttım. Belki siz de okumayı erteler, hayatın gündelik akışından kaçarsınız diye de deneyimlerimi paylaştım. Bence deneyin, geçmişinizin güzel günlerini düşünün, duygularınızı sürükleyecek bir müziğe kulak verin. Benim önerim çok, ama siz sevdiğinizi seçin. İyi bir Pazar günü temennisiyle…