Felsefeye ihtiyacımız var mı?

Ali Bulaç

VAN 14.09.2013 11:45:54 0
Felsefeye ihtiyacımız var mı?
Tarih: 01.01.0001 00:00

Felsefeye ihtiyacımız var mı?

İnsanın bilgi edinme, tefekkür ve sanat etkinliklerini yeniden tasnif etmek gerekirse bütün “ilim ve bilim” dallarını, düşünce disiplinlerini ve sanat faaliyetlerini üç ana çatı altında toplamak mümkündür: Tevhid, varlık ve insan.

Bu üç çatı Kur’an’ın baştan sona kadar ana ilgi alanı içinde yer alır. Söz konusu tasnifin fazlasıyla genel veya makro gözüktüğü doğrudur, ama zaten bizim maksadımız da binlerce disiplin altında parçalanmış insan kişiliğini söz konusu şizofreniden kurtarmaya matuf imkânların önünü açmaktır. Mevcut durumda sosyal/beşeri ve pozitif bilimler ana disiplinleri ve alt branşlarıyla 9 bine doğru yaklaşıyor. Bunun tezahürü sosyal kaos ve şizofrenidir. Hz. Ali “İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı.” diyor. Nokta, insani bilgilenme süreçlerinin ana maksadına vurgudur ve F. Schoun da “Bilginin özü özün bilgisidir.” der. Burada ana maksad olan “nokta” ile “öz”ün ne olduğu sorusu farklı irfan ve kültür havzalarına göre değişir. Yunanlılar Pisagor’dan sonra maksadı ve özü kaybettiler; onu aramaya çıktılar, sevgisini bir tohum gibi sistemli düşünebilen ehl-i taharri zihinlerde patlatmaya çalıştılar.

İsminin yanlış konulduğu bir fakültede, “ilahiyatta/teoloji”de okuyan bir öğrenciye “felsefe öğretimi”nin ne kadar gerekli olduğu sualini sorarken, isimlendirmeyi ilk yapan zatın yani Pisagor’un felsefe ile neyi kastettiğini bilmek ve belki bu her şeyin birbirine karıştığı, toplumsal hayat gibi zihin ve ruh dünyasının da kaosa dönüştüğü zaman diliminde hikâyenin ilk gününe dönmek gerekir. Kesin olan şu ki, bizim laik aydınlarımızın ve aydınlanmış ilahiyatçılarımızın zannettiğinin aksine, Pisagor’un amacı zihni antrenmanlar yapmak değildi. Yerleşik dogmalara, kemikleşmiş inançlara, taşlaşmış önyargılara karşı sağlam bir bilgi ve düşünce referansı arıyordu;  atalarının bu referansa sahip olduklarını biliyordu, ama artık atalarının –presokrat filozofların- Mezopotamya’dan beslendikleri kaynak ile Yunanlılar arasında öylesine büyük, derin ve aşılamaz bir mesafe açılmıştı ki, Pisagor, öncelikle “hikmetin varlığına inanmak, onu sevmek ve nerede kaybedilmişse onu orada aramak” gerektiğini söyleyerek “felsefe”yi türetti. Böylelikle Yunanlıları hikmetin ve hakikatin sevgisine ve arayışına yöneltmek istedi.

Yunanlılar açısından “felsefe” zaruri bir zihnî çabaydı. Çünkü ancak bu sayede varlık, bilgi ve insan davranışlarının anlamı ve ne olması gerektiği konularında işe yarar bir fikir veya bilgi sahibi olunabilirdi. Yunanlılar “felsefe”den önce hikmeti Mezopotamya-Babil havzasından alıyorlardı. Bu işe meraklı bir Yunanlı Babil, İran, Mısır gibi yerlerde 10-15 sene tahsil görmedikçe “hakim” sayılmazdı. Yunanlıların Doğu’dan aldıkları hikmet Yunan paganizmine karşı Bir’i yüceltmek, ahlaki erdemleri hayatın merkezine yerleştirmekti. Paganizm, hurafeler ve insan tutkularının formuna bürünen mitolojiler baskın çıkınca hikmet de sadece anlamını ve misyonunu kaybetmedi, kendisi kayboldu. Bundan sonra, özü Nefha-i ruh olmayan insan, “yaratıcı”sı olmayan bir varlıkta müteal kaynaktan beslenmeyen bir akılla yolunu bulmaya çalışacak; varlığı anlamlandıracak, bilgi sahibi olacak ve kendi hayatını kendi ürettiği değer yargılarına göre kuracaktı. Bu yeni misyonuyla felsefe hakikatten ve hikmetten kopuşun trajik faaliyeti olarak Yunan’daki insani düşüşün sürecini başlattı. Platon felsefeyi hikmetin kaynağına irca etmek üzere büyük gayret gösterdi, ama hem Aristo ile bu gelenek devam etmedi hem zaten bugüne kadar gelen felsefe Platon’a bir dipnot olmanın ötesine geçemedi. İslam dünyası olarak bizim Sokrat öncesi filozof ve hakimlerden bu yana süren Batı’nın felsefi serüvenini ve dinlerin teolojik varsayımlarını öğrenme, üzerinde muhasebe yapma gibi bir zorunluluğumuz var; ama Allah, varlık ve insanla ilgili konuları bu düşünce geleneği içinden  açıklamaya çalışma zorunluluğumuz yok. Aksine bu hem bizi Meşşailer gibi hikmet arayıcılarının şarihi durumuna düşürür, hem İslam dünyasının ve genel olarak beşeriyetin küresel sorunlarının hakikatinden koparır. Maksadı tevhide yönelmek olan Ma’rifetullah, varlık âlemini anlama, üzerinde araştırma yapma çabası olan Ma’rifetulhalk ile Allah ve hakikatle buluşma çabası olan Ma’rifetünnefs için –paradigma mesabesinde- ne felsefeye ne teolojiye ihtiyacımız var.