DÜŞMANIN SİLAHIYLA KENDİNİ VURMAK

Modern Cahiliye

VAN 27.04.2015 09:48:03 0
DÜŞMANIN SİLAHIYLA KENDİNİ VURMAK
Tarih: 01.01.0001 00:00
  Bir cahiliye âdeti olsa da, helvadan put yapıp karnı acıkınca onu yemek en kaba haliyle, insanın modern anlamda özgürlüğünü sembolize eder.
Stargazete/Açıkgörüş/ Mücahit KÜÇÜKYILMAZ
Müslümanın modern olanla kurduğu ilişki son iki yüzyıldır İslam dünyasının temel sorunsallarından birini teşkil ediyor. Modernliğin kaba biçimleriyle sömürgecilik, katliam, savaş şeklinde üzerimize geldiği durumlarda genellikle mukabele-i bil-misl yöntemiyle mücadele edilmiş; karşılığında Müslümanların savaşkan, fundamentalist, radikal oldukları algısını pekiştirecek bir ortam doğmuştu. Ancak İslam dünyası açısından, sonuç itibariyle, meşru zeminden neşet eden bir müdafaa durumu söz konusudur.
Modernliğin Köleliği 
Modernliğin daha incelikli tarzlarda Müslümanlığa hücum ettiği durumlarda ise işler daha sofistike bir hal almaktadır. Mesela, Hollywood kültür endüstrisinin, yeni medya teknolojilerinin ve dijital ürünlerin, ortaya çıktıkları toprakların sosyo-politik ve ahlaki niteliklerini dünyanın geri kalanına ihraç etmesi karşısında verilen cevaplar tepkisel, yerel karakterde ve mikro düzeyde kalmaktadır. Yine, otomobilin icat edildiği dünyada ürettiği kültürel biçimler ile onun ihraç edildiği bölgelerde ortaya çıkan otomobil merkezli davranış ve yaşam biçimleri arasındaki farklılık, özellikle onun sonucu olan trafik kültüründe kendisini göstermektedir. Eşyaya ve tabiata hükmeden batı modernleşmesi ile onu insana musahhar kılan İslam arasında ilk bakışta bir yakınlık varmış gibi algılansa da, temel ontolojik bir fark bulunmaktadır. Modernlik, insanın özgürleşmesini, onun ürettiği ve sahip olduğu şeylerin niceliği ile ifade ederken, bu durum İslam’a göre, tam anlamıyla köleliğin adıdır. İslam insandan, ürettiği ve sahip olduklarına karşı temas ve mesafe dengesini kurmasını bekler. Böylece, eşyanın özne/fail, insanın ise nesne/meful olduğu bir ters etkileşimin önüne geçmeyi amaçlar. Hem modernlik hem İslam, özgürlüğü bireyin inşasında temel şart olarak başa koyar. Ancak burada özgürlük kavramına yüklenen muhtevada meydana gelen zıtlık, iki yaklaşım arasındaki temel farkı da ortaya çıkarır. Modern Batı için özgürlük, genel tanımıyla, insanın, yapıp etmelerinde istediği gibi davranabilmesi, herhangi bir üst otoritenin baskısı altında kalmamasıdır. İslam ise insanı baskı altına alan üst otorite olarak bizzat nefsi görür ve insanın öncelikle nefs otoritesini aşabilmesi halinde Yaratıcıya ulaşacağını ve böylelikle kişilik sahibi bir özneye dönüşeceğini düşünür. Buna göre, insan olmanın temel şartı, insana bu vasfı bahşeden Allah ile sağlıklı bir ilişki kurabilmektir. Bunun adı da kulluktur.
Modern Cahiliye
Öte yandan, bir cahiliye âdeti olsa da, helvadan put yapıp karnı acıkınca onu yemek en kaba haliyle, insanın modern anlamda özgürlüğünü sembolize eder. Zira üst otorite (put) hem üretilen, hem de tüketilen bir nesneye dönüşmüş, insan (nefs), Tanrısı dâhil her şeyden bağımsızlığını ilan etmiştir. Modernliğin Tanrıyı dahi, hatta en başta onu tüketen yapısı, elbette sadece din karşıtlarına özgü bir tutum değildir. Kendisini modernlik karşıtı ya da modern olan ile kısmî uzlaşmacı olarak tanımlayan dindarlarda da eşyalaşma, din ile dünyayı birbirinden ayırma, ürettiği veya sahip olduklarının nesnesi haline gelme durumları çoğu kez bilinçsiz olarak görülür. İspatlanan ile ispatlayan arasındaki hiyerarşik düzenin ters yüz edildiğibilimperestlik; İslam’ın teolojik mahiyetini modern bilimin kavramları ve buluşlarıyla izah etmeye çalışmak, arı peteğindeki Allah yazısından gurur duyup iman tazelemek yukarıda bahsedilen ters etkileşimin sonuçlarıdır. Benzer şekilde, “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı / Asrın idrakine söyletmek İslam’ı” meselesi de, modernliğin incelikli biçimlerde saldırıya geçtiği keşmekeş ortamında doğmuş bir tepki olarak entelektüel düzeyde sorgulanmalıdır. Zira özellikle şiirsel dille ifade edilen görkemli aforizmalar ayrıntılı incelendiğinde, bazen maksadın tam tersi sonuçlara varılabilmektedir. Meşhur bir menkıbeden söz edilir ya; bir kocakarı, Allah’ın varlığını bin bir delil ile ispatlayan âlime, “Demek ki senin Allah’ın varlığından bin bir şüphen varmış. Ben O’na delilsiz iman ediyorum” cevabını verir. İşte, Allah’ın varlığı modern araç ve usuller tarafından ortaya kondukça keyiflenen Müslümanın durumu bu meseldeki âlimden daha dramatiktir. Çünkü âlim, en azından kendi gayretiyle deliller bulurken, o kişi, başkasının bulduğu deliller üzerinden kendi Yaratıcısına ulaşmış olmakla övünmektedir.
Peki, bu modern ispatçılık bizi nereye götürür? Teorik anlamda, (ispat aracı olarak) delil, (ispatlanmaya çalışılan) varlığın önüne geçerse burada gizli şirkten dahi bahsedebiliriz. Çünkü delil ile onun delalet ettiği varlık arasındaki hiyerarşik ilişki, bir bakıma özne-nesne keyfiyeti tersine çevrilmektedir. Pratikte ise, Hollywood’un kültür endüstrisine yine onun aktörlerinden kurulu bir kast ile çekilmiş en başarılı siyer-i nebi filmi olan “The Message” ile cevap vermek paradoksundan kendimizi kurtaramayız. Böylelikle, İslam’ı asrın idrakine söyletirken, aslında o idrakin endüstriyel, sanatsal büyümesi ve ahlaki meşruiyetine de katkı verilmiş olmaktadır. Bunun sonucu, asla kendimize özgü bir dilin, sanatın, siyasetin, ticaretin üretilememesi olacaktır. Bununla birlikte, yanlış anlaşılmasın, elbette, modern araç ve uygulamaları kullanacağız, onlardan yararlanacağız; ancak Mercedes’i, BurgerKing’i, Apple’ıvarlığınının anlamı; televizyonu, sosyal medyayı hayatın merkezi ve vazgeçilmez unsuru olarak görürsek hem itikadî bir soruna kapı aralamış, hem de moderniteye sahih cevaplar verme ihtimalini kendi elimizle imha etmiş oluruz.
Sahabenin akledemediği(!)
Bütün bunlara nereden geldik? Ayetli, dualı pasta törenlerinin kutlu doğum haftası münasebetiyle gündeme getirilmesi, Müslüman zihnin otantik olandan kopunca nerelere savrulabileceğini göstermiştir. Her şeyden önce kendisi de aslı itibariyle modern bir kurgu olan kutlu doğum haftası, 12 Eylül darbecilerinin icazetiyle 1989’dan beri kutlanmaktadır. Sahabenin, tabiinin ve tebe-i tabiinin -haşa-  akledemediği bir kutlamayı dönemin idarecileri önce Hicri takvime göre başlatmış, ardından her sene farklı zaman dilimlerine yayılan dağınıklığı gidermek için Hazreti Peygamber’in doğum günü olan 20 Nisan gününün haftasına sabitlemişlerdir. Fakat o haftanın aynı zamanda 23 Nisan bayramı ile çakışması, yeni bir taşınmayı zorunlu hale getirmiş; kutlu doğum haftası, ilgisiz biçimde 14 Nisan itibariyle başlatılmıştır. Tabii, Allah Rasulü’nün doğumu, insan elinde acıkınca yiyebildiği bir puta dönüşünce, o hafta boyunca, maksadı aşan ya da maksadı anlaşılamayan uygulamalar da ortaya çıkmıştır. Gözyaşı geceleri adı altında Peygamberin şahsı manevisini sahne performansına dönüştürenler, gökten kamyonete indirip dizi setlerinde figürana çevirenler, yakmayan kefen ve kıblesini şaşırmış Çin malı pusulalı seccade pazarlayanlar, temsili Kâbe’yi şehir meydanına dikmekle farkında olmadan Ebrehe’ye telmihte bulunurken gerçekte matah bir şey yaptığını sananlar olur da, pastaya ayet-hadis yazıp acıkınca yiyenler olmaz mı? Kendisinde liyakat olmayınca dindarlığa sadakat arz eden bürokrat, tüccar ve gazeteci taifesinin revaçta olduğu yerde olur elbet.
Evet, Müslümanların modernlik karşısında bir saldırı altında olduğu ve pek çok sorunun bu ağır hücumdan kaynaklandığı doğrudur. Ancak kendi ürettiği malzemeyi kutsal ile bezeyip değerleri dekora ve detaya dönüştüren, delil ile varlığın yerini karıştıran bu bir nevi paganizm, modernitenin saldırmasına gerek bile kalmadan kendi kendini vuran bir anlayıştır. Mesele gayet sade: Düşmanın silahıyla silahlanın elbette, ama o silahla kendinizi vurmayın!