“DURUŞ FARKLILIKLARIMIZ” VE “HAKİKATİ ARAYIŞ”TA ISRAR

ABDULLAH PAMUK

VAN 12.08.2017 12:03:04 0
“DURUŞ FARKLILIKLARIMIZ” VE “HAKİKATİ ARAYIŞ”TA ISRAR
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Değişen dünya ve bölge dengelerinde Laik-Demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin gerek konumu gerekse de misyonunun değiştiğini daima hatırlatmışızdır… (Sözde evrensel) “Batılı değerler” ile Müslümanların değerlerinin telif/uyumlulaştırma temelinde oluşturulan “Ilımlı İslam” çizgisinde Yeni Türkiye, iflas eden paradigma/model’in yerine inşa edilmekte ve ideolojik çizgisiyle insanımızın zihnini kuşatmakta, çeldirici/aldatıcı söylemlerinin örtüsü kaldırıldığında gerçek niteliği anlaşılabilmektedir.
İktibas Dergisi’nin düşünsel ve siyasal “duruş”taki netliğe verdiği önem ve “hakikat arayışı” sürecindeki ısrarı bilinmekte. Bu bağlamda, içinde yaşadığı sapkın sisteme karşı ortaya koyduğu tavır ve değişen dünya ve bölge dengelerindeki değişim sürecini yorumlamaktaki ilkesel çizgisi, şüpheye yer bırakmayacak kadar nettir.Ne var ki aynı netliği, refiklerimizin büyük bir kısmında görebilmek çoğu zaman mümkün olmadı…Kardeşlerimizin bir kısmında bahse konu netlik, ilkesel düzlemde ortaya konulabilse de bu “duruş”un altı doldurulamadı, maalesef…
Öncelikle belirtmeliyiz ki Müslümanların “düşünsel” netliğe sahip olmaları belirleyici bir öneme sahiptir.Hiç şüphesiz söz konusu netliğin bir gereği olarak “siyasi duruş”da ve/veya yöntem konusunda da temel düşüncelerle bir paralellik, uyum beklenilir…Eğer “birlik”ten, “ortak bir mücadele”den söz edilecekse, böyle bir kaygı bahse konuysa, “düşünce” ve “siyasi duruş”da bir netlik “olmazsa olmaz”dır. “Birlik olma”/ “birlikte çalışma” ise “ortak bir hedef”e yönelmeyi gerektirir.”Ortak hedef”de temel konularda inanç/amaç birliğiyle oluşabilir.Aynı zamanda birlikte olabilmenin diğer bir şartı da  organize olma, düşünce ve yöntem netliğiyle uyumlu bir yapılaşmayı zorunlu kılar.Ve hiç şüphesiz birlikteliğin, ortak hedefe yönelmenin bu iki şartı, ilkesel düzlemde her zaman sorgulamayı, temel referansla bağlantısında bir sakatlık olup olmaması boyutuyla titizlenmeyi gerektirir.Zira temel düşünceyle bağlantısının yanında dönemsel/konjonktürel boyutlarıyla içtihadi niteliğe sahip hususlar, doğru tanımlanmalı, doğru anlaşılmalıdır.Son zamanlarda çarpıcı sonuçlarıyla gördüğümüz gibi, dönemsel şartların zorlaması ve çeldirici niteliği gereği, “ilkesel olmayan” değişimler yaşanır ve bunlar temel referansımızla esastan çelişirse, o hareketlerin ana çizgisinden sapması kaçınılmaz hale gelir…
Söz konusu sapma, hayatın dinamizmininde gereği olarak bir savrulmayı, hızla içinde yaşanan rejime entegre olmayı zorlar.Özellikle tarihi kırılma dönemlerinde bu süreç, çok daha hızlı gelişir ve acilen net bir “duruş”u gerekli kılar.Aksi takdirde “duygusal ve reaksiyoner” yaklaşımlar, insanımızı ciddi açmazlara, çıkmaz yollara sürükler.Ve değişen dünya ve bölge şartlarının giderek ağırlaşan yükü, beraberinde “sistem-içi” mücadele içinde çıkış aramayı, alan genişletme kaygısını arttıran fasit bir döngüye mahkum eder.En vahimi de bu döngüye kapılanlar, geçmişte, temel fikirleri itibariyle ortak oldukları refiklerini, hiçbir “ilkesel değişim” tartışmasına bile tenezzül etmeden “ötekileştirici” bir dille suçlamaktan, “tekfirci” zihniyetle aynı paranteze almaktan çekinmemeleridir.Oysa “tekfircilik” bir hastalık”, “haddi aşmak” olduğu gibi ilkesel konularda, dönemsel/konjonktürel şartların etkisiyle bir başka tür savrulmayı “ana çizgi”den sapmayı beraberinde getirir…
Nitekim, gerek ortak hedef ve gerekse de yöntem konusunda net bir çizgi tutturamayanlar ya da net çizgilerini “ilkesiz değişim”lerle farklılaştıranlar,”Arap baharı” süreci ile daha görünür hale gelen savrulmalarını bir türlü durduramamaktadırlar.En üzücü olanı da “düşünsel netlik” konusunda belirli bir çizgiyi tutturduğunu düşündüğümüz kardeşlerimizin de “hakikat arayış” sürecinde, birlikte mücadelenin bir başka önemli boyutunu ıskalamaya devam etmeleridir.Ve ne yazık ki yöntem konusunda, dolayısıyla küfür ve şirk sistemleri karşısındaki “duruş”larını netleştirmekten uzak durmaktalar.İslami mücadelede yöntem konusunun ne kadar belirleyici olduğunun yeterince farkında olmayanların yüzeysel yaklaşımlarının yanında geçmişte bu hususta belirli bir netliğe ulaşan, lakin  dönemsel şartların etkisiyle ilkesiz bir şekilde geriye adım atanların cüretkarlığı, zaman zaman saldırganlığı ise gerçekten düşündürücüdür.Söz konusu refiklerimizin büyük bir çoğunluğunun “Kur’an merkezli” bir İslam anlayışını insanımıza ulaştırmada önemli hizmetler veriyor olmaları, “hakikati arayış” süreci yaşayanları çelişkiye düşürmekte, düşünce ve yöntem anlayışları konusundaki çelişkileri manidar bulunmaktadır…Adeta siyaset, siyasi duruş, İslami mücadelede yöntemin “siyaset” ile ilişkisini yüzeysel düzlemde ele almaktalar.Siyaset derken, öncelikle Müslümanların içinde yaşadıkları rejimlere karşı “duruş”un anlaşılması gerektiğini ıskalamaktalar. “Müslümanların sorunlu tarihi”nden bu yana süregelen  hatalı okumaları devam ettirerek siyasetin; belirli bir referans temelinde “yönetim sanatı”, “otorite”nin kullanılış şekli, “Allah’ın adaleti”nin cari kılınması anlamlarını doğru okumaktan uzak durduklarını söylemek mümkündür.Oysa hayatın tümünü, bir sistematik içinde düzenleyen İslam nizamının eklektik değerlendirmeleri kabul etmeyecek kadar “bütüncül” bir hayat nizamı olduğu çok açıktır ve kendileri de bunu çoğu zaman dillendirmekteler…
DÜŞÜNSEL NETLİK “SİYASİ DURUŞ”DA NETLİĞİ GEREKTİRMEZ Mİ?
Tarihte ve günümüzde, temel düşüncelerde netlik ve bu düşünce sistematiğini hayata taşıyacak mücadele yönteminde yeterince ciddi, istikrarlı davranmayan, düşünce-yöntem ilişkisini yeterince önemsemeyen düşünce akımları, cemaatler ve yapıların durumu gerçekten ibret verici .Temel referansları net olmayıp reaksiyoner çıkış yapanların giderek sapkınlaşan çizgileri bir tarafa ne yazık ki farklı düşüncelerle yola çıkıp bu konuda netleşme kaygısı taşımayan, dahası düşünce-yöntem ilişkisinin ne anlama geldiğini yeterince önemsemeyen yapıların, kişi ve/veya iktidar merkezli bir düzlemdeki yol hikayeleriyle dolu bir geçmişe sahibiz…Günümüzde de bu sapkın çizgilerin devamı anlayışlar, yapılar mevcut.Lakin son dönemlerde Modernist, Tarihselci, Hermenötik gibi okumaların, geçmiştekilerinden farklı olarak, Müslümanlara “şeytanın sağdan yaklaşımı” başlığı altında toplanılabilecek projeleri, ideolojik saldırıları söz konusudur.Bahse konu projeler, politikalar ve stratejiler aldatıcı/çeldirici özellikleriyle öne çıkmaktalar.Ve bunlar, doğru anlaşılmalı ve doğru yorumlanmalıdır.Aksi takdirde bu sapkın çizgilerin ürünü bir yapı ile mücadele ettiklerini iddia edenler, aslında aynı ideolojik temele dayalı bir başka yapı/devlet olarak bizleri de kendi mücadelelerine çağırdıklarını  fark edemeyebiliriz.Mesela, son planda, küresel güç odaklarının Müslümanlara ve Müslümanların yaşadıkları  coğrafyaya yönelik mücadele için ürettikleri değişik proje ve stratejilerin ekseninde yer alan “Ilımlı İslam” gibi sapkın “İdeoloji” lerin farklı versiyonlarını mercek altına alalım…
Söz konusu sapkın ideolojinin esasta ne anlam ifade ettiğinin farkında olmayanlar ve kendi konumlarını meşrulaştırmak için bahse konu sapkın çizginin bir versiyonunu, “haklı gerekçelerle” mahkum ederlerken bazı gerçeklerin üzerini de örtmektedirler… Bunlar, “paralel din” derken Allah’ın kitabını baz almaktan ısrarla kaçınmakta “Ilımlı İslam” çizgisinin bir versiyonu üzerine inşa ettikleri “şirk sistemleri” ve bu sistem içindeki pozisyonlarını meşrulaştırıcı bir mantıkla konuyu sınırlandırmakta veya asıl mecrasından saptırmaktan çekinmemekteler. Öyle ki, bunlara “Allah’ın dini”ni her yönüyle korunmuş Kur’an’dan hareketle anlaşılması gerektiğinden bahsettiğimizde, Kur’an’ın anlaşılmasının  önüne engel koyarlar… Peygamber –“Sünnet” derken Kur’an merkezli bir yaklaşımla Peygamberi, Allah’ın Resulün’ü anlamaktan ısrarla kaçınarak Kur’an’ın onayını almamış “rivayet kültürü” üzerinden bir “üsvet-ül hasene” oluşturmaya çalışırlar. Zahir-Batın ikilemi içinde “ölçüsüzlüğü”, kişi merkezli din anlayışını din edinirler… Velhasıl “Paralel din” parantezine alınabilecek ne kadar anlayış, Cemaat, yapı varsa hepsini yanlarında tutarlar…
Değişen dünya ve bölge dengelerinde Laik-Demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin gerek konumu gerekse de misyonunun değiştiğini daima hatırlatmışızdır… (Sözde evrensel) “Batılı değerler” ile Müslümanların değerlerinin telif/uyumlulaştırma temelinde oluşturulan “Ilımlı İslam” çizgisinde Yeni Türkiye, iflas eden paradigma/model’in yerine inşa edilmekte ve ideolojik çizgisiyle insanımızın zihnini kuşatmakta, çeldirici/aldatıcı söylemlerinin örtüsü kaldırıldığında gerçek niteliği anlaşılabilmektedir.
Yeni Türkiye kavramı, her ne kadar değişik anlamlarda kullanılmakta ve bu kavram etrafında değişik çevreler farklı spekülasyonlar yapsalar da bizim nasıl bir anlam yüklediğimiz bilinmektedir.Eskisiyle yenisiyle, Radikal veya Ilımlı laiklik eksenindeki ideolojik çizgisiyle Türkiye’nin “model”i değişse de değişmeyen ideolojik çizgisinin “laik”/ “seküler” karakteridir.Referansının batılı temel kavramlar ve değerler olmasıdır.Değişen bölge ve dünya koşullarına paralel olarak “Batılılaşma modeli” değişen bir Türkiye vardır karşımızda.Dolayısıyla bizim insanımız, Yeni Türkiye gerçekliğini doğru tanımlamalı, doğru anlamlandırmalı ve doğru/net bir “duruş” sergilemeli, söz konusu zihniyete ve değişik versiyonlarına…
Yeni Türkiye kavramında olduğu gibi Yeni Dünya düzeni de doğru anlaşılmalı…Aslında malum odakların gündeme taşıdığı bu kavramın da ideolojik çizgileri, kavramları ve değerleri/ “değersizlikleri” itibariyle doğru yorumlanması geleceğimiz açısından çok önemli olduğunu unutmamalıyız.Yine unutmamalıyız ki “her yeni iyi olmadığı gibi her eski de kötü değildir.” İyi ya da kötüyü belirleyen düşünce ve/veya inançtaki temel tercihlerimiz ve bunların hayata kattıkları anlamlardır…
Yeni dünya düzeni bağlamında bir çok tez gündeme geldi.Değişik güç odaklarının projelerine, strateji savaşlarına şahit olundu ve olunmakta.Bunların bir çoğu, çeşitli nedenlerle gündemden düştü.Ya hayata geçirilemedi ya da ana çizgisi muhafaza edilerek yeniden tanımlandı; farklı isimlerle ısrarla gündemde tutulmakta…Ve tüm yaşananlar, değişen dünya ve bölge gerçeklikleri şunu ortaya koydu: Mevcut güç odakları, küresel ve/veya bölgesel boyutlarıyla, giderek zayıflamakta, yeni bir sürece girmiş bulunmaktalar.Söz konusu geriye gidiş, sadece “ekonomik” ve “siyasi” güç kaymalarının bir sonucu olmaktan çok, aynı zamanda batı düşüncesinin felsefi temellerinin açmazlarından da kaynaklandığı tespitini yapmamızı gerektirecek derinliktedir.
Gerçekten ciddi bir bunalım yaşayan, temel açmazlarını geçici çözümlerle aşmaya devam eden Batı, yegane alternatifi olan İslam ise kendini teslim eden Müslümanların yetersizlikleri nedeniyle uzatmaları oynamaya devam etmektedir.Yani İslam’ı/Müslümanları “düşman konsepti” olarak belirleyen yeni dünya düzeni arayıcıları, inşa edici aktörler, Müslümanların tüm hazırsızlıklarından yararlanarak gündeme taşıdıkları projelerini eskiden olduğu gibi kolaylıkla hayata geçirememektedirler.Bu bağlamda “Müslümanlar” açısından yaşanan süreç, bir geçiş dönemi olarak okunabilir.Eğer bu fetret dönemi iyi değerlendirilir, “düşünsel ve siyasal duruş”larındaki sorunlar giderilebilirse, sadece mazlumların, Müslümanların beklediği değil tüm insanlığın arzuladıklarını ifade ettikleri “Adaletli” bir dünya düzeni kurulabilir.Aksi takdirde; eklektik, sentezci, Batı değerleriyle Müslümanların değerlerini uzlaştırmaya çalışan “Abant Toplantıları”/Abant Konsili’nin ürettiği sapkın çizgilerin hakimiyeti, eskinin yerini alması kaçınılmaz hale gelecektir…
BÖLGEDEKİ YENİ DENGE ARAYIŞLARI VE STRATEJİ FARKLILIKLARI
Hatırlanırsa, Yeni Türkiye, “Arap baharı” ile birlikte gündeme gelen “kontrollü demokratik değişim” stratejisi gündemdeyken, küresel odakların büyük bir kesiminin gözdesiydi.Ne zaman ki küresel güçlerin iç çekişmeleri ve strateji farklılıkları bahse konu süreci akamete uğratacak gelişmeleri tetikledi, aynı Türkiye peş peşe operasyonlara maruz kaldı.Bu arada algı yönetimi çabaları tersine dönmüş, daha önce yere-göğe sığdıramadıkları Yeni Türkiye ve Recep Tayyip Erdoğan’ı hedef haline getirmişlerdi.Bir süre sonra “ABD’nin iç dengelerindeki değişiklik” ve yeni strateji arayışları Yeni Türkiye ile stratejik müttefiki ABD’ni de karşı karşıya getirdi.Bölgede “kontrollü demokratik değişim” stratejisi hızla değişmekte, onun yerini, bölgede etnik ve mezhebi fay hatlarının güçlü bir şekilde tetiklenmesini gerektiren “kaos stratejisi” almaktaydı.Tabii ki bu birden olmadı; zamanla üst üste gelişen olaylar , önce “vekaletler savaşı”nı gündeme getirdi  sonra da üretilen DEAŞ ve yeniden sahaya sürülen PKK-PYD çizgisi kullanılarak bölge önce “ateş”e verildi.Sonra da bölgeyi kundaklayan odaklar ve bölgede pay alma peşinde olanlar, güya “yangın söndürücü” olarak doğrudan veya dolaylı olarak sahaya indiler.Söz konusu gelişmeler kısa vadeli hesaplar peşinde olan bölgesel güçlerin önünü açtı.ABD’nin Irak ve Suriye’deki politikaları/ “politikasızlığı” Yeni Türkiye gibi ülkeleri hızla köşeye sıkıştırmaya başladı.Yeni konumu ve misyonu, güvenlik ve gelecek beklentileri nedeniyle, esasta, ittifaklarına ve sözlerine bağlı kalmaya kendini zorunlu hissetti Yeni Türkiye.Yaşanan süreci “sondan başa doğru” okuyan ve Batıcıların tüm baskılarına rağmen bölgesel istikrar ve kontrollü değişim çizgisinden ayrılmadı.Birbirini takip eden iç operasyonlar ve bölgede yaşananlarla güç dengesinin hızla değişmesi üzerine, Yeni Türkiye bazılarının “temel değişiklik” olarak niteledikleri “ yeni şartlara uyum” zorunluluğu olarak nitelenebilecek arayışlar içine girdi. Yeni Türkiye, değişen şartların kedine sağladığı imkanların yanında mevcut gücünü de aşan potansiyel gücünün de farkında olarak, Batılı müttefikleri ve Rusya ile ilişkilerinde bir denge arayışına devam etti. Bir anlamda, yeni hesaplarında kendisine önemli avantaj sağlayabilecek, güvenliği ve geleceği için zorunlu riskler aldı. “Oyun kurucu” güçlerin yeni stratejilerine uygun pozisyonlarda kalmaya da dikkat ederek kritik eşiği atlatma gereği duydu.
Son planda ABD’nin yeni stratejilerinin kaçınılmaz sonucunun, müttefiklerini yeni bir değerlendirmeye zorlayacağının da farkında olarak yol almaya çalışırken Yeni Türkiye ABD ilişkilerinde ciddi bir kırılma yaşandı. Bu kırılmanın iki somut göstergesinden birincisi ABD’nin PKK/PYD çizgisiyle tehlikeli ilişkisinin devamı, ikincisi ise “Nitelikli FETÖ” nün Türkiye içinde ve dışındaki faaliyetlerine ABD’nin desteğinin sürmesiydi. 15 Temmuz darbe girişimiyle birlikte Yeni Türkiye için bir beka sorunu olarak algılanan “NFETÖ” ve PKK/PYD çizgisiyle ABD’nin ilişkisi konusunda iki yaklaşım öne çıktı. Bunlardan birincisi, Türkiye’de iktidardaki“Muhafazakar demokratlar” ın şahin kesiminin, ABD’ye karşı radikal tepkiler verilmesini istemesi şeklindeydi. Bunlara kendilerini “İslamcı” olarak niteleyen bazı çevreler de katıldı. Oysa, özellikle kendilerini “İslamcı” olarak tanımlayanlar ciddi bir şekilde yanılmaktaydılar. Çünkü Yeni Türkiye gerçekliğini doğru tanımlayamamakta, doğru bir “duruş” sergileyememekteydiler. Aynı zamanda Yeni Türkiye-Batı/ABD ilişkilerinin “ideolojik ve sistematik” boyutlarının yeterince kavramaktan uzaktılar. Ve ancak “devrimci/inkılapçı” bir kadronun ortaya koyabileceği talepleri seslendirmekteydiler… Gelişmeler karşısında ikinci kesim olan muhalefet (radikal Batıcılar) ise, içinde bulundukları açmazları tesiri veya süreci doğru okuyamamanın sonucu olarak Yeni Türkiye’nin tepkisini doğru bulmuyor, “eksen kayması” ve “aşırı tepki” olarak yorumluyorlardı. Hatta bazıları Batı/ABD’nin uluslar arası kurumlar eliyle Yeni Türkiye’ye (sözde Recep Tayyip Erdoğan’a/ “otoriter” yönetime) müdahalesini bile talep etmekteydiler… Eski günlerin özlemiyle neredeyse her şeye razı bir psikoloji ile hareket etmekte, aklı başında insanların kedilerini ciddiye almadıkları bir çizgide hızla sürüklenmekte olan Muhalefet(Eski Türkiye’den beslenen koalisyon) geniş dış desteğiyle ayakta kalmaktaydı.Yeni Türkiye/mevcut iktidar ise yaşadığı tüm açmazlarla mücadeleyi, “küresel sistem içi”nde kalarak ve “meşru” yöntemlerle yaparken, artık yakinen tanıdığı iç ve dış muhaliflerinden bir kısmıyla “ortak hedefte” birliktelik imkanlarını değerlendirmekteydi.Yani Recep Tayyip Erdoğan’ın deyimiyle “Tekke’ye mürid aramıyor”, Yeni Türkiye’nin daha geniş mutabakatla inşası için çalışıyordu…
Ezcümle, Yeni Türkiye’yi tedirgin eden ve “stratejik müttefik”  ABD’nin PKK/PYD çizgisi ve diğer terör örgütleriyle, hiçbir kural tanımayan ilişkisiyle bölgede, sözde bir “Kürt koridoru” kurulması imkanı çok zayıftır.Kurulabilse bile bölge gerçekleriyle uyumlu olmayan ve dönemsel niteliğiyle ortaya çıkan “Enerji koridoru”nun, orta ve uzun vadede yeni projelere evrilmesi kuvvetle mümkündür.Keza terör devleti  olarak kurulan İsrail’in son zamanlardaki tüm şımarıklığına karşın yeni bölge şartlarında güvenliğini sağlamasının, Filistin ile kabul edilebilir bir anlaşma yapmasına ve Yeni Türkiye ile ilişkilerini geliştirmesine, yeni dengelerin kurulmasına bağlı olduğu bilinmektedir.İsrail ve ABD’nin bu gerçekliğin farkına vararak hareket etmeleri orta ve uzun vadede beklenmektedir.
Kısa bir süre önce “Katar krizi” diye gündeme düşen bölgesel ölçekli operasyonun arkasındaki güç odaklarının kimliği ve bu strateji savaşı’nda İsrail ve Mısır’ın da yer almış olmasına dikkat çekilmeli ve operasyonun daha geniş çaplı bir planın parçası olduğu ıskalanmamalıdır.”Katar krizi” türünde sratejik hamlelerin benzerlerinin gündeme gelmesi de kimseyi şaşırtmamalıdır…
15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden bir yıl geçmiş durumda.Değişen dünya ve bölge düzleminde yaşanan önemli olaylardan biri olan bu darbe girişimi, gerek aktörleri ve gerekse arkaplanındaki istihbarat örgütleri ve devletler dikkate alındığında bölgesel ve dolayısıyla küresel dengeleri etkileyici bir niteliğe sahiptir.Nitekim sonuçlarının bölgeye yansımaları ortaya çıkmaktadır.Maalesef Müslümanların büyük oranda “duygusal ve reaksiyoner” bir yaklaşımla yorumladıkları bu “sistem-içi” savaş, adeta Yeni Türkiye’nin kuruluş sürecinin önemli günleri, kutsallaştırılan bir “bayram” haline  dönüşmektedir.Evet, biz Müslümanların yaşadığı bir coğrafyada bu kanlı darbe girişimi gerçekleşmiştir.Bizler de buna kayıtsız kalamayız…Ne var ki “ideolojik çizgisi”nin niteliklerini, temel referansını altını çizerek sizlere hatırlattığımız bir rejimde, hem de Müslümanlarda “iki yüzlü”/ aldatıcı bir algı oluşturma çabasının en bariz vasfı olduğu bir sistemde, bir Müslümanın nasıl bir “duruş” sergilemesi gerektiği hususunda tereddüt olmamalıdır.Bu “duruş”u hamasi duygularla, niteliği net bir şekilde ortaya konulmamış “Vatan” kavramı düzleminde tartışmaya açmak, adeta herkesin farklı düşünebileceği bir düzleme çekmek ciddi bir sorumluluğu da beraberinde getirecektir.Bu yaklaşıma yakın duran kardeşlerimizin, böyle bir durumda “Nebevi duruş”un nasıl olması gerektiğini, bir kez daha düşünmeleri ve Müslüman kamuoyuna taşımaları bir görevdir…
Evet, “birlikte olmak” adına kimsenin kimseye bir düşünceyi dayatma hakkı yoktur. Ancak Müslüman kardeşler olarak “birlikte olmanın esasları” konusunda bir usule sahip olmamız da kaçınılmazdır. Ve farklılıklarımız bahse konu konjonktürel/dönemsel farklılıkların ötesinde, ilkesel yaklaşımlardaki tereddütlerimiz sağlıklı bir vasatta tartışılmalı, müzakere edilmelidir. Bu süreçte “ağırlıklı bir düşünce” ortaya çıkarsa kamuoyuna deklare edilmeli, insanımıza, “hakikati arayış” sürecinin ne kadar önemli olduğunu örnekleriyle ortaya koymakta tereddüt edilmemelidir…Düşünsel netlik ve fikri dinamizm açısından bu sürecin hayati öneme sahip olduğu da hiç hatırdan çıkarılmamalıdır…