Mustafa Öztürk
***
İslam, şiddet, terör gibi meseleler gündeme geldiğinde, “Anadolu irfanı” denilen amorf bir kavramlaştırma üzerinden Mevlana, Yûnus gibi sûfîlere referans veren bu diskurcu tasavvuf, engin hoşgörü babında da, “Gel, ne olursan ol, yine gel”, “Yaratılanı hoşgörü yaratandan ötürü” gibi mottolarla mahviyet sosuna bandırılmış bir retorik üretmektedir. Ancak burada bahsi geçen irfan ve mahviyet özde değil, sözdedir; yani fiyakalı bir retorikten ibarettir. Tevazu ve hoşgörü retoriğinin pratiği ise çok kere tahammülsüzlük, mükrihlik, hatta muhbirliktir. Aslında bu diskurcu tasavvuf söyleminde tevazu ve hoşgörü sadece kendi meşrebine tevazu ve hoşgörüden ibarettir. Çünkü irfan onların uhdesinde, derin hakikatlere vukuf da yine onların tekelindedir
Diskurcu tasavvuftaki mahviyet retoriği tevazu kılıklı bir kibirle mualleldir. Bu kibrin özü/özeti, “Hakikat bizden sorulur” edasıyla kelam etmektir. Aslında bu tavır kitâbî tasavvuf kültüründe bir tür akord gibidir. Birçok meşhur mutasavvıfın avâm (sıradan insanlar), havâs (seçkinler), hâssü’l-havâs/havâssül-havâs (seçkinler seçkini kimseler) kategorileri üzerinden İslam’ı üç katlı bir dinî yapı gibi algılayıp tanımladıkları bilinmektedir. Bu seçkinci söyleme göre kelam ve fıkıh uleması avâm kategorisindedir. Bunlar Muhyiddîn İbnü’l-Arabî nezdinde rüsûm ulemasıdır. Rüsûm ulemasının bugünkü diskurcu tasavvuf terminolojisindeki karşılığı ise Kur’an ve tefsir alanında çalışan “evrak memurları”dır.
İbnü’l-Arabî’ye göre sûfîler “ehlullah”ı temsil eder; fakihler ve kelamcılardan oluşan rüsûm uleması ise enbiya ve evliyanın firavunlarına, salih kulların deccallerine benzer. Ulema-i rüsûm ilmi kitaplardan ve insanların ağızlarından alır; oysa ehlullahın ilmi rahmânî-rabbânî bildirime dayanır. Nitekim Bâyezid-i Bistâmî’nin, “Siz ilmi ölü halde ölüden alıyorsunuz; ama biz hiçbir zaman ölmeyecek Diri’den, yani bizzat Allah’tan alıyoruz” sözü pek meşhurdur. İbnü’l-Arabî hatmü’l-evliya, cehennem azabı ve Firavun’un imanı gibi konulardaki ilginç görüşlerine yönelik muhtemel itirazlar karşısında şöyle bir argüman geliştirmiştir: “Vahyin nüzulüne tanıklık eden ilk müslüman neslin avâm tabakası kabuğun içindeki özü, yani Kur’an elfazının ardındaki gizli ve hakiki manaların önemli bir kısmını anlayamamıştır. Onlar gerçek manada ehl-i fehm olmadıkları, bilgilerini Hızır ve asfiya/evliya zümresi gibi doğrudan doğruya Allah’tan almadıkları için, Kur’an’daki zahirî manaların pek çoğunu dahi kavrayamamış ve bu konuda Hz. Peygamber’in izahına ihtiyaç duymuşlardır. Daha açıkçası onlar Arap oldukları, üstelik Kur’an kendi dilleriyle inzal edildiği hâlde, “İnanıp imanlarına herhangi bir zulüm karıştırmayanlar...” (En’âm 6/82) ayetindeki maksadı kavrayamamışlardır (Bkz. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, Dâru Sadır, Beyrut trs., I. 135-136).
***
Bu söylem tarzı seçkincilik ve kendine hayranlığın ifadesidir. İbnü’l-Arabî’nin “Varlık yokluk olarak idrak edilebilir”, “Sen O değilsin ama belki sen O’sun” gibi bilmecemsi sözleri de aynı söylem tarzının ürünleridir. “Avâm günahtan, havâs gafletten tövbe eder”, “Avâm his, havâs akıl, hâssatü’l-havâss ise Hak nuru ile irşat edilir. Çünkü ilm-i ledün (bâtınî ilim) sadece sûfîlere bahşedilir” gibi büyük laflar da seçkincilik kibriyle az çok mualleldir. Sonuç olarak, erken dönemlerdeki zühd (zahidlik ve âbidlik) tecrübesinin kuramsal ve kurumsal tasavvufa evrilmesi, tabir caizse amatör ruhluluktan profesyonelliğe geçilmesi neticesinde mahviyet, riyazet ve mücahede gibi kavramlar büyük ölçüde entelektüel merak ve retorik konusu hâline gelmiş, “mahviyet” de tevriyeli bir hâl alarak tevazu kılıklı kibre dönüşmüştür.