DİRİLİŞ FELSEFESİ

ENES GÜNASLAN

VAN 1.07.2015 13:25:40 0
DİRİLİŞ FELSEFESİ
Tarih: 01.01.0001 00:00
 İbrahimi çizgideki bu ve benzer guruplar 6. ve 7. yüzyılda İslam’ın tarih sahnesine çıkışına kadar cılız bir damar olarak kalmışlardı. Şehirlerde veya manastırlarda azınlıklar olarak yaşadılar. Ama asla kadim medeniyetlere teslim olmadılar. Babile, Asura, Mısıra, Romaya teslim olmadılar. Bir diriliş felsefesinin sancaktarlığını yaptılar. Kalabalıklar arasında bir direnci bir ateşi barındırdılar.  

 Yazıda geçen Diriliş Felsefesi muhtevasının neredeyse bir yıldır TRT tarafından büyük bir emekle yayınlanan ve ciddi tartışmaların arasında yol almaya çalışan ‘Diriliş-Ertuğrul’ dizisiyle doğrudan bir alakası yoktur. Elbette ki, bu ve benzer yapımlar; itiraf edilmemiş milliyetçilikler adına toplumsal bir hafızanın oluşturulması,  Muhyiddin İbn Arabi ve Ekberi Öğretisi merkezinde kurgulanan dini argümanlar, İslami kesimler tarafından ısrarla eleştirilebilmelidir.

Yine benzer bir yaklaşımla Sezai Karakoç’un ‘Diriliş Neslinin Amentüsü’ adlı manifestosu ile de mistik bazı kodları bünyesinde taşıyan bir tahlil de söz konusu değildir. “Kemal Tahir, kendini ve toplumunu anlamak çabasına giren her insanın Osmanlı gerçeğine mutlaka eğilmek zorunda kalacağını belirtir. İster reddetmek isterse oradan kendine bir ‘tarih inşa etmek’ için olsun, geleceğe ilişkin tasavvuru olan her fert, her düşünce akımı, her politik görüş Osmanlı ile hesaplaşmak durumunda kalmıştır.

Tanpınar’ın deyişiyle, “Mazi daima mevcuttur. Kendimiz olarak yaşayabilmek için onunla her an hesaplaşmaya ve anlamaya mecburuz.” Yıkılışının üzerinden yaklaşık yüzyıl geçtiği halde, her yıl artan oranda, yüzlerce romanda, hikaye de, tiyatroda Osmanlı’nın konu edilmesi, milletlerin geleceğini kurarken geçmişle hesaplaşma zaruretini ortaya koyuyor. Entelektüel dünyamızda yerleşmiş bir disiplin olarak tarih felsefesinden bahsetme imkanımız olmadığından, Osmanlı’nın ‘kimliği’ etrafındaki tartışmalarda, entelektüel duruştan ziyade heyecanların, heveslerin, zanların, algıların hakim olduğu görülür.”

(Kimin ‘Dirilişi?, Doç. Dr. Sezai Coşkun, 12.04.2015,www.zaman.com.tr) Kur’an’ın kendi bünyesinde belirgin bir yer bulan Kehf kıssası özelinde bir Diriliş Felsefesi yorumu geliştirmeye çalıştığımı ifade edeyim. Yepyeni bir direniş ve diriliş felsefesini bünyesinde barındıran, Kur’an’ın en dinamik ve can alıcı mesajlarının yer aldığı Mağara arkadaşlarının bu kıssası ne anlatmak istiyor?  Kehf Süresi 9-29. ayetleri arasında anlatılan kıssa tarihin bir döneminde yaşamış bu kahramanları neden abideleştiriyor? “Yoksa sen mağara arkadaşlarını ve yazma nüshalarını, ayetlerimizden şaşılacak bir olay mı sandın?” (18/9) Kıssaya başlarken sorulan bu soru gerçekten çok ilginç. Adeta ‘denmek istenen şudur’ şeklinde bir yaklaşım var. Sizin Kehf kıssası diye birbirinize anlatıp durduğunuz bu olay hakkında şaşırıyorsunuz demek! ‘Olmadık yakıştırmalar yapmayı bırakın da dinleyin!’ gibi bir izlenim var bu ayetlerde. “Hani o gençler mağaraya çekilmiş ve şöyle demişlerdi.

Ey rabbimiz üzerimizden sevgi ve rahmetini eksik etme. İçinde bulunduğumuz şartlarda (konjonktürde) bizi doğruluktan ayırma.” (18/10) Yani içinde bulunduğumuz şartlar dünyanın çivisinin çıktığı şartlar; fakat biz bu şartlara teslim olmayacağız. Zulme, şirke, fuhşiyata ve münkerata asla teslim olmayacağız. Ey yalnız kalmışların ve kimsesizlerin rabbi. Yardım et bize.. Sonra yıllarca Allahın bir mucizesi olarak mağarada kaldılar. Dış dünyadan uzak ve habersiz olarak. Sonra tekrar Allahın izniyle dış dünyaya dönecek bir uyanış ve diriliş hareketi başlatmaya karar verdiler. Nereden ve nasıl başlamak gerektiğini göstermek adına. Tarihin ve çağın gerisinde kalma durumu ile karşılaşıldığında, yeniden ve nasıl başlanacak? Tekrar hayata, topluma, ortaların ortasına. Zamana ve mekana nasıl dönülecek görülsün diye.

Dünyadan ve tarihten kopmanın nelere mal olduğu görülsün ve anlaşılsın diye. Tarihin içinde olmakla, dışında kalmak arasında nasıl bir fark var anlasınlar! İran sinemasının ünlü yönetmeni Farajullah Salahshur’un 1999 yapımı Ashab-ı Kehf dizi filmini ilgili okurlara biraz daha yakından tanıtmak maksadı değil buradaki mevzu. Acaba kaç kişiydiler, kaç yıl kaldılar o mağarada?  Bunların bir önemi yok diyor rabbimiz. Bunların hiçbir öneminin olmadığını vurguluyor. Ne o gençlerin, ne de onların rabbinin bunları bilmeye ihtiyacı yok. Bir şeyler bilmeye ihtiyacı olanlar bu satırları yazan ve bu satırları okuyanlardır. Tarihin, zamanın ve mekanın gerisinde kalıp kendi mağaralarında yaşayanlardır. Daryus Şayegan ‘Yaralı Bilinç’ adlı o efsane eserinde meseleyi ‘tarihte tatile çıkmak’ olarak özetlemişti.  

Evet, bu kıssa kendi mağaralarımız ile dışarı da gürül gürül akan hayat arasındaki farkı gösterebilmek için. “Biz sana onların kıssasını gerçeğin ta kendisi olarak naklediyoruz.” Anlaşılan kur’an’ın indiği zeminde mağara arkadaşları kıssası bugün de olduğu gibi dilden dile dolaşan bir halk efsanesi olarak anlatılıyordu. Kur’an ayrıntıya girmeden kıssanın evrensel mesajlarını veriyor. Mağara arkadaşları kıssası İsa (as)’ın doğumundan yüz otuz beş yıl sonra Romalılar döneminde Filedelfiya (Ürdün)’da  yaşanmış gerçek olaylardan ve aslen Kur’an’dan besleniyor. Zaten Kur’an’da da bu kıssa ile alakalı yeterli kadar veri mevcut. Yani tabiri caizse Kur’an yeterli malzemeyi ortaya koyuyor. Onların Havariler (Beyaz elbiseliler) olarak bilinen guruptan bir takım gençler olması mümkün.

İbrahim, Musa ve İsa’nın yolunu saf haliyle sürdürmek isteyen, yaşadıkları bölgenin Roma egemenliğine girmesi ile şehirlerden, haliyle tarihin aktif sahnesinden çekilmiş ve Kur’an mesajı ile ve gerçek yönleri ile gün yüzüne çıkabilmiş muvahhid bir guruptan söz ediyoruz. İbrahimi çizgideki bu ve benzer guruplar 6. ve 7. yüzyılda İslam’ın tarih sahnesine çıkışına kadar cılız bir damar olarak kalmışlardı. Şehirlerde veya manastırlarda azınlıklar olarak yaşadılar. Ama asla kadim medeniyetlere teslim olmadılar. Babile, Asura, Mısıra, Romaya teslim olmadılar. Bir diriliş felsefesinin sancaktarlığını yaptılar. Kalabalıklar arasında bir direnci bir ateşi barındırdılar.

Bu damar Kur’an’ın Hz. Peygamber ile tarih sahnesine çıkışıyla iki kadim zulüm medeniyetini (Roma, Bizans-Pers, Sasani) yerle bir etti. Sonraki süreçlerde 8. ve 9. Asırdan itibaren tasavvuf ve tarikat camiaları şehrin günahından korunma ve arınma adına bir izole felsefesi bir kaçış felsefesi meydana getirdiler. Mağara arkadaşları kıssası ve Hz. Peygamberin yeniden Hira’ya dönmemesi, yeniden şehre dönüşün, yeniden tarihe dönüşünün sancılı olacağının altını çiziyordu. Müslümanların her daim hayatın atar damarlarında olmaları gerektiği vurgusu yapılıyordu. Zamanın ve mekanın sahibi, zamanı ve mekanı inşa etme sorumluluğunu Müslümanların omuzlarına yüklemişti. Teklif edilen emanet, dağların omuzlamaktan geri durduğu emanet işte bu sorumluluktu.

Seküler hayat tarzı, modern bilgi ve kültür endüstrisinin ideolojik sınırlarını aşıp, kendimize mağara arkadaşları bulmak zorundayız. Tarihi yeniden yazabilme adına. Hayattan kopmuş, sıradan günlük olaylar ve gündemlerle, kuşatılmış bir kültürle tarihin sesi olmamız mümkün görünmüyor. Tarihin ruhu olabilmek mağara arkadaşları gibi en güzel örneklikleri somutlaştırmakla mümkün.

Kendi adına konuşan, kendi adına hareket eden, hareketine toplumsal boyutlar katabilen, otoritelerin meşruiyetini sorgulayabilen mağara arkadaşlarıyla beraber olabilme duasıyla.. Kehf ashabından Plutonius’un İsa(a.s.)’dan aktardığı gibi; “Karanlıkta dile getirmekten çekindiğiniz hakikat, bir gün aydınlıkta işitilecek ve gizli mekanlarda öğrendiğiniz bir inancı, bir gün çatılardan haykıracaksınız ve insanlar buna inanacak.” enesgunaslan@hotmail.com İKTİBAS DERGİSİ