Derin Anadolu’nun sessizlik senfonisi

Ahmet Özcan

VAN 7.04.2014 10:29:47 0
Derin Anadolu’nun sessizlik senfonisi
Tarih: 01.01.0001 00:00

Sana gelince...

Ne ben Sezarım,

Ne de sen Brütüssün...

Ne ben sana kızarım

Ne de zatın zahmet edip bana küssün..

Artık seninle biz,

Düşman bile değiliz..

Nazım Hikmet

Rahmetli Musa Anter’e, katledilmeden bir süre önce kendisiyle söyleşi yapan bir İslamcı dergi muhabiri, “Siz medrese mezunusunuz ve dindar Kürtlerin davasını solcu-sosyalist bir ideolojiyle güdüyorsunuz, bu sizi halktan kopartıp marjinalleştiriyor ve Kemalizm’e yaklaştırıyor, neden böyle yapıyorsunuz ?” diye soruyor, Anter, bilge kişiliğiyle muhabire ilginç bir cevap veriyor, “Haklısın, cevabı zor bir soru. Aslında en azından ben bunun farkındayım, ama solculuk yapmasak Batı, özellikle Avrupa ülkeleri bize destek vermez ki!” diyor.

Anter’in cevabındaki gizli trajedi, yani bir yanıyla Batı karşısındaki kompleks ve bir yandan da kendi yalnızlığını bile Avrupa desteğiyle gidermeye çalışmak için seçilmiş bir şizofreniye mahkum olmanın dayanılmaz çaresizliği, artık sona eriyor. Yüzyıllara yayılan o derin çöküntü, o travmatik yenilgi psikolojisi, en azından durdurulmuş görünüyor. Türklerin ve Arapların I. Dünya Savaşı sonrası hakim unsurmuş gibi kodlanıp mecbur bırakıldığı bu psikoloji, 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Sykes-Picot düzeninin haksızlığına itiraz eden Filistinlilerin ve Kürtlerin de içine sokulduğu bir hastalıklı ruh hali olarak on yıllar boyu hakim oldu.

Doğu’nun safdil çocukları!

Batı dışı dünyayı sürekli aşağılayarak kendine güvenini sarsıp sadece Batı uygarlığının üstünlüğünü kabul ettirmeye çalışan emperyalizmin bu temel politikasını kabul ettikten sonra onun ekonomi politik boyutlarına itiraz eden üçüncü dünya solculuğu, bu mazlum halkların okumuş yazmış yani Batı paradigmasını yutmuş gençler için zevahiri kurtarıcı bir itiraz yoluymuş gibi kabul edilmişti. Sosyalizm ve milliyetçilik, Batının iki değişik yüzü olarak işte bu itiraz eden damara sunulmuş ideolojik tuzaklardı. Özünde pozitivist-pagan matematiği ve paradigmayı kabullendikten sonra, Batı’ya itirazın sadece Batı içi çelişkileri ifade eden önemsizliğini kavrayamayan Doğu’nun safdil çocukları, evrenin, tarihin, toplumun yasalarını çözdüğünü iddia eden büyük büyük lafların peşinde kurtarıcılık oynadılar. Kimi İngiliz aksında Avrupa’yı dengeleyen Rusya’nın, kimi derin Avrupa aksında Anglo-Sakson tahakkümle çatışan Almanya/Fransa damarının, kimi de Çin gibi son tahlilde Rusya’yı dengeleyip Amerika’ya ayar yapan İngiliz tarlasının yörüngesinde toplumlarını kurtarmaya soyunan Batılılaşmış Doğulu gençlerin kurtarıcılıklarının en ideal noktası Nasırcılık/Baasçılık/Kemalizm türü eklektik faşizm biçimleriydi.

Şimdilerde ulusal solculuk denilen bu formül, Hitler’in Nasyonal Sosyalizminin (NAZİ) II. Dünya Savaşı sonrası ABD’ye transfer edilmiş biçiminden başka bir şey değildi. FKÖ, PKK gibi örgütlere de yedirilen bu ulusal kurtuluşçu sosyalizm ideolojisi de, işte Musa Anter’in bahsettiği Batı desteği için rüşvet mukabilinden şizofrenik bir yoldu. Milliyetçilik ve Sosyalizm, Batılılaşmanın en münafık biçimi olarak sözümona antikapitalist/antiemperyalist demagojilerle birkaç kuşağı Batı adına devşirip bu faşizan düzenlere kültür ajanı pozitivist elitler yarattı.

Sonuçta, her yol Roma’ya, yani Batı’ya çıkıyordu. Meksikalı ozan Octavio Paz’ın doğru tespit ettiği gibi, 19. Yüzyıl Batı’nın Batı dışı dünyayı yok ettiği savaşların, 20. Yüzyıl ise Batı’nın iç savaşlarının çağıydı ve Batı için, paradigma düzeyinde Batılılaştıktan sonra sosyo ekonomik veya politik formüllerde Batı içi çelişkilerden birini seçmenin hiçbir sakıncası yoktu.

Jeopolitik uzmanları dünya düzenine dair büyük güçlerin çelişkilerini ve birbirlerine dönük politikalarını analiz edip dursun, daha derinde topyekün Batı’nın tarihsel hegemonyası ve tüm dünyayı istila edip tek tipleştiren tahakkümü, hala insanlığın en temel sorunu olarak önümüzde duruyor.

İslamcılık ve İslami hareketler, 20. Yüzyıl boyunca meseleye işte bu perspektiften bakıp, sonuçları değil, bizatihi temel nedeni işaret eden bir mücadele verdiler. Evet, emperyalizm, kapitalizm kötü bir şeydi, ama sosyalizm de milliyetçilik de pozitivizm de kötüydü. Hepsi aynı madalyonun farklı yüzleriydi ve özünde pagan-putpereset bir şeytani damarın tahakküm arzusu yatıyordu. İnsanlığın bütün ilahi/rahmani değerleriyle kavgalı, bu değerleri bile kendi amaçları için yeniden üretip insanlığa sureti haktan bir tahakküm biçimi olarak sunan Batılı ideolojilerin, en az kapitalist sömürge biçimleri kadar sapkın ve yalan yollar olduğunu savunan İslami akımlar, 21. Yüzyıla varmadan direnişin sürdüğü bir çok cephede haklı çıktılar. Soğuk Savaş sonrası çöken sosyalist düzenlerin enkazı altındaki bir çok ülkede İslami akımlar hızla güçlendi ve toplumlar adeta fırtına sonrası kendilerine dönüp hafıza tazeledi. Emperyalizme direnişin sembol cephesi olan Filistin direnişi hızla İslami kimliğine kavuştu ve Filistin NAZİ’si FKÖ yerine siyonizme karşı İslami bir direniş sayfası açıldı.

Sorun devletler düzeyinde de aynıydı. Türk, Arap ulusal devletçikleri, İslam’dan ve ümmet ruhundan uzak durma karşılığında istedikleri kadar Türk veya Arap olabilme rüşvetini alıp birer dar ufuklu ulus devlet çukuruna hapsedildiler. Bu etnik görünümlü Haçlı tuzağı da ancak toplumların derin refleksi harekete geçip sürece el koyunca bozulmaya başladı. Müslüman millet, Türkiye’de ve Arap aleminde sessiz, derin, kanlı ve kansız devrimlerle kendi kaderine el koyup, sahte sınırları, ırkçı, milliyetçi, sosyalist, pozitivist, seküler tüm Haçlı yollarını terk edip kendi tabii yoluna geri döndü. Türkçü NAZİ ideolojisi olan Kemalizm Anadolu’da milletin derin ruhuna yenilince, Arap NAZİ partileri olan Baasçılık, Nasırcılık, Kaddaficilik, Arafatçılık da Irak’ta, Suriye’de, Mısır’da, Libya’da, Filistin’de yenildi. Derin Anadolu’nun derin milleti ayağa kalktıkça, ümmet de ayaklandı. Soğuk Savaş’tan kalma zihinlerin bir türlü kavrayamadığı bu büyük dönüşüm, şimdi millete Batı desteğiyle tahakküm eden gönüllü Batı kullarını iktidardan yani devlet ve toplum üzerindeki taşeronluk pozisyonundan tasfiyesini dayatıyor. Bu tarihsel değişim, tüm Batıcı ideolojik unsurların İslam karşısında açık ve kesin yenilgisiyle tamamlanmış olacak.

Kibirli Batıcılığın yenilgisi

I. Dünya Savaşı’nın galiplerinin dayattığı küçülme ve iddialarından vazgeçme, dolayısı ile İslam’la ve kardeş topluluklarla bağını kesme politikası artık sona erdi. Devleti gasp eden Batıcı hizbin, toplumu çözerek yeniden yaratma ve Batı’ya uygun bir ülke dizayn etme projesi olarak Kemalizm, gayrı müslim nüfusu tasfiye ederek kendisi için güvenlik tedbiri almış ama Batı’ya benzetmek için topluma dayattığı pozitivist milliyetçi ideolojik harçla yerli bir kozmopolit nüfus yaratmıştı. Ulus devlet denilen küçük ve iddiasız devlete hükmederek topluma ayar yapan bu kliğin Türklüğün içini boşaltarak adı Türk kendisi gavur bir ucube kimlikle Kürtleri de asimile etmeye kalkması, bütün fiyakasını bozmuştu. Savaş yorgunu milletin aç, yoksul ve mahsun zamanlarına denk gelen bu operasyonlar, halkın sabırla katlandığı ama geleceğe dönük inatçı bir imanla sessizce direndiği zulümler olarak kayda geçti.

II. Dünya Savaşı sonrası Batı kampında yer almanın getirdiği demokrasi oyununda safını belli eden halk, boş meydanda ikinci el faşistçilik oynayan Kemalist elitlerin ayarlarını bozdu. Buna cevap olarak asker-sivil bürokrasi ve Kemalist sermaye ile aydınlardan oluşan oligarşik bir vesayet düzeneği kuruldu. 1960’lardan itibaren demokrasi ile vesayet arasındaki bu hegemonya paradoksu bütün Soğuk Savaş dönemine damga vurdu. Kemalist devlet, pozitivist kadrolarını sosyalistlerden, milliyetçi kadrolarını da sağcılardan devşirip askeri zor eşliğinde düzenini sürdürmekteydi.

1990’lardan sonra Soğuk Savaş’ın bitişinin yarattığı boşlukta kendine dönme eğilimi gösteren toplum, Özal, Kürtler ve İslamcılar şahsında cezalandırıldı. 1990’ların 28 Şubat sürecindeki kanlı, kirli politikaları, cinnet geçiren düzenin bütün ülkeyi adeta yakıp yıktığı bir kabus dönemi oldu. Kemalizm bir ideoloji olarak değil, alışkanlıklar ve refleksler halinde yaşıyor ve devleti millete karşı bir silah olarak kullanıyordu. 2000’li yıllardan itibaren yıkılmaya başlayan düzen işte buydu.

Milletin her dönemde bir sessizlik senfonisi gibi sabırla, teenni ile, duayla katlandığı ama bulduğu her fırsatta kaybettiği bugününe karşılık geleceği kazanma çabası, Tayyip Erdoğan şahsında tecessüm etti. Erdoğan’a yüklenen mana, Ak Parti’den de güncel siyasal çelişkilerden de farklı ve büyüktü. Bir çağın bozgun ve travmasını aşıp, kendisi olarak var olma idrakiyle millet, sadece Kemalist alışkanlıkları değil, Batılı paradigmayı da bütün ideolojik biçimleriyle birlikte çöpe attı. Sağcılık, solculuk, milliyetçilik, pozitivizm gibi ideolojiler Kemalist ideolojik aygıtların desteğiyle devşirip bozduğu marjinal bir nüfus dışında toplum genelinde maya tutmamıştı. Beyin yıkama düzenekleri olarak okullardaki eğitim düzeni ve Batıcı yaşam tarzını üstün, ayrıcalıklı tek yol olarak sunan Kemalist sanat-kültür tahakkümü de, toplumun derin akslarını yeteri kadar bozamamıştı. İşte bu bozulmayan, bütün çabalara rağmen direnen, devleti gücüyle ve Batı desteğiyle her koldan ahtapot gibi sarıp kendinden olmayanı da aşağılayarak küçümseyerek yok etmeye çalışan istilayı, toplumun bu ideolojik saldırıdan en az etkilenen en ümmi kesimi yani “anne babalar” yendi. Kibirli pozitivist entelijensiya, anne babaların hakikatlerini küçümseyip çöpe atmanın bedelini ödüyor şimdi.

Olan biteni tarihsel ve evrensel boyutlarıyla kavrayamayan ve asla da kavrayamayacak olan bu kibirli aydınlar, Tanzimattan beridir toplumu beğenmeyip Batı adına değiştirmenin iflah olmaz kavgasını veriyor. Her seferinde yeniliyor, her zaman toplumun en yoksul ve yoksun haliyle bile ürettiği maddi manevi değerleri sömürüp yine dönüp halka küfrediyor, her fırsatta ülkesine Batı’dan bakıp küçümseyerek, tiksinerek, kin duyarak davranıyor. Son 200 yılın biriktirdiği bu Haçlı devşirmelerinin kerameti kendinden menkul kibirli edası, Kudüs’ü kurtaracağız diye yola çıkıp 1204 yılında İstanbul’u istila edip yağmalayan Haçlı sürülerinin kibrine benziyor. 1205 yılında Bizanslı tarihçi Nikotas Khoniates’in bu Latin sürüler için söylediği şu sözleri bugün halkı beğenmeyen Kemalist devşirme aydınlar için de geçerli: “Latinlerle aramızda geniş bir uçurum vardır. Bizler birbirinden ayrı kutuplarız. Ortak hiçbir düşüncemiz yoktur. Onlar, kibirli, kendilerini üstün görme hastalığına tutulmuş, bizim davranışlarımızın sadeliğini ve alçakgönüllülüğünü alaya almaktan hoşlanan kişilerdir. Ama biz, onların kibrini ve küstahlığını, onların burnunu havada tutan sümük akıntısı gibi görürüz...”

Millet, kendisini temsil eden kadroların kompleksine rağmen, bu “sümüklü” sol-liberal-faşist aydınlara asla prim vermiyor ve Musa Anter’in bahsettiği türden Batı desteğine de restini çekiyor. Milletin bu erdemli tavrının gerisinde yatan en asil mesaj ise, Nazım’ın şiirindeki gibi, bu devşirmeleri kendisine layık düşmanlar olarak bile görmemesi. Çünkü bu tayfa yenilirken bile yalan, fitne ve şirretliği elden bırakmayan onursuz ve şahsiyetsiz bir final yapıyor.

O halde artık bize ait sahici meseleleri kendi dilimizle konuşmaya başlayabilir, gasp edilmiş devletimizi istilacılardan temizlerken yeni, özgür ve çiçekler içinde bir ülke inşasına başlayabiliriz. Kendi beyinlerindeki habis urla karanlık kabuslar gören eski düzenin her türden devşirmeleri kanlı, kirli, kinli düşmanlıklarıyla Batı’ya hizmete devam edebilirler.

Derin Anadolu, senfonisini artık çok sesli çalacak.

Star / Açık Görüş