Bu operasyonların tek açıklaması var: Zulüm!

Bir de İmralı ile görüşmeler yeniden canlandırılmışken kan dökülmesinin durdurulmasının mümkün olabileceğine dair hayli solgun dahi olsa, ‘ışık huzmeleri’ yeniden gelmeye başlamışken bu uygulama neyin nesi?

VAN 10.12.2012 14:22:25 0
Bu operasyonların tek açıklaması var: Zulüm!
Tarih: 01.01.0001 00:00

Son gözaltı dalgasını değerlendiren Cengiz Çandar, “Siirt’te, Mardin’de, Batman’da onlarca BDP üyesini –ki, oralarda zaten KCK operasyonu dalgalarıyla bir sürüsü içeri atılmıştı- dört duvar arasına göndermek neyin nesi?” diye soruyor.

Yaşananların, ‘hukuk’la ‘adalet’le açıklamaya çalışmanın beyhude olacağını vurgulayan Çandar, bin dereden su getirip binbir tane kanun maddesi, mevzuat, vs. ile durumun meşrulaştırılabileceğini ancak “bu uygulamanın tek açıklaması var: Zulüm!” diye özetledi.

Yapılanların ‘Uzatma dakikalarında gol atma’ çabası mı; yoksa iktidarın yeniden çözüm sürecini başlatmaya yöneldiği bir sırada, ‘devletin öbür kanadı’nın bunu boşa çıkarmaya çalıştığı bir ‘kontratak’ mı? Diye soran Çandar, ikisinden biri de olsa, bu yeni KCK dalgasının “düpedüz ‘siyasi’ anlam taşır ve dolayısıyla ‘hukuk’ ve ‘yargı’nın araçsallaştırıldığı bir ‘siyaset’le karşı karşıyayız demektir, ki, haliyle bunun ‘adalet’le ilişkisi yoktur.”diyor.

Cengiz Çandar'ın yorumu:

'Fırtına çocukları', 'bildiğin gibi değil'

Birkaç gün aradan sonra İstanbul’a ayak bastığımda ilk öğrendiğim şey, 'iç karartıcı’ydı. Siirt, Mardin ve Batman’da sabahın erken saatinde başlatılan operasyonda, başta Siirt Belediye Başkanı Selim Sadak olmak üzere, önemli bölümü BDP yöneticisi ya da üyesi 60 kişi gözaltına alınmıştı. Bir ‘KCK operasyonu’ dalgası daha.

‘Anadilde savunma hakkı’nın, -orası burası budanmış olarak- TBMM’ye getirildiği, KCK’nın onlarca, yüzlerce tutuklusunun tahliyesinin ışığı gözüktüğü sırada, o davada iki yıldır tutuksuz yargılanmakta olan Siirt Belediye Başkanı Selim Sadak’ı da ‘KCK gerekçesiyle’ tutuklamak neyin nesi?

Siirt’te, Mardin’de, Batman’da onlarca BDP üyesini –ki, oralarda zaten KCK operasyonu dalgalarıyla bir sürüsü içeri atılmıştı- dört duvar arasına göndermek neyin nesi?
Bunu, ‘hukuk’la ‘adalet’le açıklamaya çalışmak beyhude. Nasıl olsa, bin dereden su getirip binbir tane kanun maddesi, mevzuat, vs. açıklaması yapılabilir.
Bu uygulamanın tek açıklaması var: Zulüm!

Bir de İmralı ile görüşmeler yeniden canlandırılmışken kan dökülmesinin durdurulmasının mümkün olabileceğine dair hayli solgun dahi olsa, ‘ışık huzmeleri’ yeniden gelmeye başlamışken bu uygulama neyin nesi?

‘Uzatma dakikalarında gol atma’ çabası mı; yoksa iktidarın yeniden çözüm sürecini başlatmaya yöneldiği bir sırada, ‘devletin öbür kanadı’nın bunu boşa çıkarmaya çalıştığı bir ‘kontratak’ mı?

İkisinden biri de olsa, bu yeni KCK dalgası düpedüz ‘siyasi’ anlam taşır ve dolayısıyla ‘hukuk’ ve ‘yargı’nın araçsallaştırıldığı bir ‘siyaset’le karşı karşıyayız demektir, ki, haliyle bunun ‘adalet’le ilişkisi yoktur.

Kürtler nezdinde de vicdan sahibi herhangi bir insanda da bunun ifadesi ‘zulüm’dür. Başka bir şey değil.

Batman, Mardin ve Siirt’te evler basılıp, insanlar gözaltına alındığı sırada, ben, Ankara’da DİSA (Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü) ile Heinrich Böll Derneği Türkiye Temsilciliği’nin (Yeşiller’in düşünce kuruluşu) birlikte düzenlediği iki günlük, siyasi partilerin katıldığı panelin moderatörlüğünü yapıyordum.

Panelin başlığı ‘Kürt Meselesinin Çözümüne İlişkin Algılar, Aktörler ve Süreç’ti. Bizim oturumun başlığı ise ‘Kürt Meselesi ve Çözüm Perspektifleri’ydi. Ak Parti’den Ardahan Milletvekili Orhan Atalay, CHP’den Konya Milletvekili Attila Kart ve BDP’den İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder konuşmacıydı.

Önemli şeyler söylendi, önemli vurgular yapıldı. Ben, özellikle Sırrı Süreyya’nın bölge insanlarının içinde bulundukları psikolojiye ilişkin aktardıklarına takıldım.
Sırrı Süreyya Önder, hafta içinde Diyarbakır’da –kendi deyimiyle- ‘iki gerilla cenazesi’nde yaşanan olaylara ısrarla vurgu yapıyordu. ‘Şafi inancına göre derhal kaldırılması gereken cenazelere’ polis müdahale etmiş ve ‘tabutların üzerine gazlı su’ sıkmıştı. “Buna rağmen” dedi, Sırrı Süreyya, “cenazeler yere inmedi."

Olayın önemini vurgulamak için ise “Kürtler, Uludere’de (Roboski) devlete ilişkin sarsıldılar, Pozantı’da ümitlerini yitirdiler, bu son, Diyarbakır’daki cenaze töreniyle birlikte kardeşlik duygularından vazgeçtiler.”

Gelinen nokta o ölçüde vahim mi, bilemiyorum ama başta İstanbul, akıl almaz bir medya karartmasıyla anlaşılmayan, algılanmayan ‘bölge gerçeği’nin, ‘Türkiye’den ruhen kopuş’ noktasına ulaşmış olduğunu Ak Partili milletvekillerinin bile söylediğine, DİSA ile Heinrich Böll’ün Ankara toplantısında kulaklarımla tanık oldum.

Zaten, DİSA’nın Diyarbakır’da yapabileceği ve benzerlerini defalarca yaptığı söz konusu toplantıyı Ankara’ya taşıması da, “Artık bizi duyun” şeklindeki bir çırpınış ve çabayla ilgili olmalıydı.

Toplam dört panellik iki günlük toplantının en çarpıcı yönlerinden biri ilk günün iki panelinin tüm konuşmacılarının kadın olması ve her birinin çok derin içerikli sunumlarda bulunmalarıydı.

İlk panelin başlığı ‘Yaşam ve Algılar’dı ve konuşmacılardan biri olan Rojin Canan Akın, 17 yaşında İstanbul’a gelene dek, bölgede doğmuş, çocukluğunu geçirmiş, 1990’lı yılların çatışma ortamında abisini yitirmiş bir genç gazeteci-yazar. Funda Danışman adlı kuşakdaşıyla birlikte şimdilerde 30’lu yaşlarını süren 19 Kürt genciyle yaptıkları söyleşileri ‘Bildiğin Gibi Değil’ adlı kitapta topladılar ve geçen yıl yayımladılar.

‘Bildiğin Gibi Değil’, 1990’lı yıllarda bölgede yaşayan Kürt çocuklarının, çocuk gözlerinden, anlattıklarını “Türkiye’nin batısında yaşayan insanlar okusun, o dönemi daha iyi anlasın ve bir de barışmak kolay olsun” diye kaleme alınmış.

Rojin, bir yerde şöyle demişti: "Bizim görüştüğümüz insanlar, 30’lu yaşlarını süren insanlar. Bundan sonraki kuşak ‘Fırtına Çocukları’. Bizim yaşdaşlarımız bu kuşağa göre çok daha sağduyulu. Barışa çok daha yakın..."

Selim Sadak, DEP milletvekiliydi. TBMM’den alınıp Ulucanlar Cezaevi’ne kondu. 10 yıl yattı. 2005’te çıktı. 2009’dan beri Siirt Belediye Başkanı. Vali ile ne kadar olumlu bir diyalog içinde olduğunu bir buçuk ay önce ‘Siirt Fıstık Festivali’nde gözlerimle gördüm. ‘Her şeye rağmen’ konuşmaya devam eden, ‘konuşulabilen’ Selim Sadak, önceki gün içeri alındı.
Üç yıldır KCK’dan içerde yatmakta olan Fırat Anlı, bana ve Hasan Cemal’e, “Biz, konuşulabilecek son kuşağız. Bizden sonra konuşacak kimseyi bulamayacaksınız” sözleriyle ‘Fırtına Çocukları’na gönderme yapmıştı.

Yani, ‘Fırtına Çocukları’ ile şimdi "konuşulan dil",  gaz bombası, biber gazı, TOMA’lar, panzerler, cezaevleri, vs. vs.

Sırrı Süreyya Önder, konuşmasında, “Biz BDP milletvekilleri, oturup bir hesap yaptık. Toplam 118 yıl hapis yatmışız. Yani, aramızda ‘temiz adam yok’. Dolayısıyla dokunulmazlıkların kaldırılması, hapse girmek bizler için vız gelir tırıs gider” dedi.
Bir de Kürtlerin nasıl ‘özgürleştiği’ne dair ilginç bir saptama yaptı: “Kürtler, kendilerini sistemin dışına çıkarttılar. Çünkü, 1) Artık hiçbir şeyden korkmuyorlar; 2) Artık ümit etmeyi bıraktılar... Özgürler...”

Bunun anlamı basit: Saha, ‘Fırtına Çocukları’na kalıyor.
Korkarım, Öcalan ile İmralı’da konuşup, uzlaşmaya varsanız bile, dışarıda konuşulacak adam bırakmazsanız; sadece ‘Fırtına Çocukları’nı bırakırsanız, Kürt halkını tümüyle kaybedeceksiniz.

Çünkü, ‘Fırtına Çocukları’, o ‘ektiğiniz rüzgârlar’ sonucunda biçmeye başladıklarınız.
Sırrı Süreyya ile bitirelim: Türkiye’deki İslamcıların büyük bölümü, Kürt meselesi konusunda Müslüman değil!