BÖLGEMİZDEKİ YENİ DÜZEN ARAYIŞ SÜRECİ VE İİT…

ABDULLAH PAMUK

VAN 11.05.2016 10:49:20 0
BÖLGEMİZDEKİ YENİ DÜZEN ARAYIŞ SÜRECİ VE İİT…
Tarih: 01.01.0001 00:00
 “İslam Ordusu” gibi ucube bir kavramsallaştırmayla gündeme gelen bölgede bir “ortak güç” oluşturma girişiminin bileşenleri irdelendiğinde, hiçbirinin temel referansının İslam olmadığını görmeniz zor değil. Uluslararası sistem içindeki ilişkilerde düşmanlıklar ve ittifakları dönemsel/konjonktürel gelişmeler üzerinden tanımlamanın ne kadar yanıltıcı olduğunun yeni örneklerine şahit olmaktayız.

İttifaklar ve ihtilafların, devletlerarası ilişkilerde karmaşık bir münasebetler ağının bir sonucu oluğunu bu vesileyle tekrar hatırlamışsak ne mutlu… Burada küresel sistemin temel esasları, düzen kurucu ve etkileyici aktörlerin pozisyonları, stratejik hesapları önemli olduğu gibi bölgesel hesapların, yerel aktörlerin beklentileri ve kaygıları da dikkate değerdir. Tabii en önemlisi de küresel ve bölgesel aktörlerin/yapıların güvenlik kaygılarıdır… Tüm bu gerçekliklere rağmen bazıları değerlendirmelerini görünür olanlar üzerinden hareketle yapmakta, çoğu zamanda yanıltıcı sonuçlara ulaşmaktalar.

Olayların/gelişmelerin arkaplanındaki ideolojik kaygıları ve bu perspektifteki strateji savaşlarını yok saymakta ısrar etmekteler…Hele eski düzenin yıkılma sürecine girdiği ve yeni denge arayışlarının tüm sıcaklığıyla yaşandığı tarihi bir kırılma sürecinin son dönemecinde… Bir kez daha altını çizelim ki, yaşadığımız dönem, ne 1. Dünya Savaşı, ne de 2. Dünya Savaşı sonrası şartlarına benzemektedir. Öyle ki söz konusu dönemlerde olduğu gibi, küresel güçlerin hiç biri tek başına ya da bir kaçı bir araya gelerek yeni bir düzen kurabilecek durumda değiller.

Böyle bir teşebbüste bulunsalar dahi kurulacak düzenin uzun süre devam etmeyeceğini fark etmeye başladılar. Yani artık küresel ve bölgesel düzlemde “muktedir/iktidar sahibi” olmanın niteliği değişmekte, dünya da hızla değişen şartlara paralel olarak evrilmektedir.

Eski düzenleri kuran ve bu düzenleri devam ettiren odakların kullandıkları klasik yöntemlerin bir çoğu artık geçerliliğini hızla yitirmekte, özellikle de bölgemizde yeni nizam arayışlarında “soft power” (yumuşak güç) tartışılmaz bir biçimde en etkili metot halini almaktadır… Unutulmamalı ki Müslümanların yaşadığı coğrafyada artık hakimiyet mücadelesi ve yeni düzen arayışlarında, düşünsel/ideolojik aldatmalar, “medeniyetler arası uzlaşma” ve/veya “medeniyetler arası çatışma” kavramları, strateji savaşlarının arkaplanında belirleyici unsur olarak, hızla görünürlüğünü arttırmakta. Lakin sürecin sıcaklığı ve insanımızdaki kafa karışıklığı bazı gerçeklerin üzerine basılarak geçilmesini kolaylaştırmaktadır. Dolayısıyla tarihi ve kültürel derinliğe sahip Yeni Türkiye gibi devletler, stratejik derinlikleriyle küresel ve bölgesel bazı güçlerle, temel meselelerde paralel hareket ettiklerinde, dönemsel gelişmelerin tüm aldatıcılığına rağmen, ortaya çıkan yeni paradigmalar (modeller), insanımızı tüm çeldiriciliği ile etkisi altına almaktadır.

Böylelikle “ideolojik”/”dini”, medeniyetler arası net bir mücadele, yerini eklektik, uzlaşmacı/telifçi çizgilere bırakmakta, şeytanın soldan yaklaşımının bütün açıklığına karşın “şeytanın sağdan yaklaşması”nın aldatıcılığı, çeldiriciliği öne çıkmaktadır. Değişen bölge ve dünya dengelerinde ekonomik ve siyasi düzlemlerdeki güç kaymalarının öneminin yanı sıra söz konusu ideolojik/düşünsel bulanıklığın nelere mal olduğu da, çeşitli gerekçelerle görmezlikten gelinmemelidir. Nitekim, bölgemizde yaşanan ve “Arap Baharı” olarak nitelenen değişim ve dönüşüm sürecinin bu çerçevede nelere mal olduğu ortadadır.

Özellikle de Irak-Suriye eksenindeki gelişmeler nedeniyle “Müslümanlar”ın yaşadıkları kafa karışıklıkları ve hatalı okumalarının sonuçları karşımızda durmaktadır. Daha net bir ifadeyle insanımızın düşünsel ve siyasal duruşlarındaki bulanıklık; birbirlerini tekfir etmelerine, düşman kabul edip, herhangi bir ilkesel ve ahlaki ölçü dinlemeden katletmeleri şeklinde Müslümanlara dönmektedir.

Yukarıda dikkat çekilen gerçeklikleri unutmadan bölgemizdeki yeni düzen arayışı ve bu çerçevede İslam İşbirliği Teşkilatı’nın 13. Zirvesi’ni yorumlarken kısaca şunları ifade etmek mümkün… Geçen ayki analizimizde de belirttiğimiz gibi “İslam Ordusu” gibi ucube bir kavramsallaştırmayla gündeme gelen bölgede bir “ortak güç” oluşturma girişiminin bileşenleri irdelendiğinde, hiçbirinin temel referansının İslam olmadığını görmeniz zor değil. Aynı zamanda bahse konu ülkelerden Yeni Türkiye ve kısmen de Suudi Arabistan liderliğindeki Körfez ülkelerinin, değişik boyutlarıyla ağırlıkları inkar edilmese de büyük bir çoğunluğuna ciddi fonksiyonlar yüklemenin mümkün olmadığı tespitini de yapmak gerekmektedir.

Suudi Arabistan’ın liderliğini yaptığı Körfez ülkeleriyle birlikte önemli kaynaklara sahip olması, söz konusu kaynaklarının kullanımı konusundaki anlaşmaya paralel olarak küresel güçlerce korunması mutlaka doğru değerlendirilmeli. Ne var ki son dönemde yaşanan gelişmeler, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin, kendilerine güvence veren küresel malum odakların, geleceklerini tehdit eden politikalarıyla karşı karşıya kalmış olmaları bunları tedirgin etmiş ve yeni çıkış arayışlarına yöneltmiş bulunmaktadır. Bölgede yeni düzen arayışlarında olan güçlerin, söz konusu ülkelerin kaygılarını, en azından kısa ve orta vadede dikkate almaları gerekliliğinden şüphe yok. Lakin bu ülkelerin bölgenin ve küresel sistemin geleceğiyle ilgili değerlendirmelerini de abartmamak lazımdır. Ancak değişen bölge ve dünya dengelerinin Türkiye’nin önünü açtığı alanı, dolayısıyla yeni konum ve misyonu dikkate aldığımızda Yeni Türkiye’nin bölgesel güç olmaktan öte küresel güç olması yolunda çok önemli avantajlara sahip olduğu çok açıktır.

Bu da Yeni Türkiye’nin, bölgenin merkez ülkesi olmasının neredeyse kaçınılmaz olduğunu ve bu gerçekliğin yeni denge arayışı sürecinde mutlaka dikkate alınması gereğini ortaya koyar. Her ne kadar bölgedeki konjonktürel gelişmeler ve değişim sürecinin içinden geçtiği fetret döneminin aldatıcı görüntüleri kafa karıştırsa da bölgenin stratejik öneme sahip ülkesi Yeni Türkiye’yi dikkate alma zorunluluğu karşımıza çıkmaktadır. Öyle ki geçtiğimiz ay İstanbul’da yapılan 13. İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) Zirvesi’nde alınan kararlar, zirve öncesi ve sonrasındaki açıklamalar dikkate alındığında ne demek istediğimiz daha net anlaşılacaktır.

İİT Zirvesi de göstermiştir ki bölgedeki kaos/geçiş döneminin sonuna doğru yol alındığının güçlü işaretleri söz konusu. Artık bazı odaklar şunu görmüşlerdir ki bölgedeki gelişmeleri, etnik ve mezhebi fay hatlarını canlı tutarak daha fazla kontrol altında tutabilmek mümkün değildir. Keza bazı bölgesel güçlerin önünü açarak ve bölgede terörü bir savaş yöntemi olarak kullanılmasında beis görülmemesinin bir sonucu olarak güçlendirilen eski ve yeni örgütler kullanılarak bir yerlere varılamayacağı ortaya çıkmış oldu. Bölgede yerleşmesi, destek bulması ve her türlü operasyon yapılabilmesi için lojistik destek verilen DEAŞ üzerinden diğer terör örgütlerini meşrulaştırma çabalarının sonuna gelindiği de tecrübe edilmiş oldu… Zira söz konusu örgüt ve bu yöntem, bölge ülkelerinin güvenliğini tehditin de ötesine taşımış durumda…

ŞARTLARIN ZORLADIĞI ORTAKLIK: İİT…

2011 yılına kadar İslam Konferansı Örgütü(İKÖ) olarak anılan ve bölge ve küresel düzenin etkisiz bir parçası olan bu yapı, yaklaşık 50 yıllık bir geçmişe sahip. Söz konusu örgütün üye sayısı ve kapsamına aldığı coğrafya itibariyle neredeyse dünyanın en büyük kuruluşlarından biri. Ve bu yapı, 2011 yılından itibaren İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ismiyle anılmakta ve bölgede yaşanan değişim sürecine paralel bir evrim geçirmekte. Bölgede 2011 yılı önemli. Zira bu “Arap Baharı” diye meşhur olan ve bölgedeki değişim ve dönüşüm sürecinin gündemde olduğu önemli yıllardan biri.Eski düzenin/statükonun çökmekte olduğu ve denge arayışlarının yoğun bir şekilde konuşulduğu bir zaman dilimi… 57 üyeli İİT’nin içinde yer alan devletlerin ideolojik yapılarına, hala etkisi altında bulundukları küresel güç odaklarıyla derin ilişkilerine, hatta bağımlılıklarına baktığımızda iç açıcı bir görüntüyle karşılaşmamızın mümkün olmayacağı çok açıktır.

Eski küresel sistemi kontrol eden petrol ve silah tröstlerinin vazgeçemediği ülkelerin öne çıktığı bir örgütten söz ediyoruz. Konuyla ilgili tüm detaylara sahip uzmanların değerlendirmelerine vakıf olunduğunda, karşımıza çıkan grift, karanlık ve tüm insanlığı, özellikle de Müslüman coğrafyayı kontrol etmenin ne anlama geldiğinin bilincindeki küresel odaklar/güç merkezlerinin bulunduğunu görürüz. Ve küresel küfür ve şirk düzeniyle mücadelenin ne kadar ciddi bir süreç olduğunu, “sistem analizi” yapmayan çevrelerin havanda su dövmekten öte geçemediğini tesbit edebiliriz.

Aynı zamanda tarihin kırılma noktalarında insanımızın önüne çıkan fırsatları doğru bir çizgide kullanabilmek için düşünsel ve siyasal netliğin yanı sıra mücadele yönteminin temel ilkelerinin ne kadar stratejik önemde olduğunu bir kez daha teyit edebiliriz… Tüm bu gerçeklikleri, bir durum tespiti olarak, unutmadan değişen dünya ve bölge dengelerinin ortaya çıkaracağı yeni şartların İİT’nı nereye doğru evireceğini, bunun hangi düzlemde önemsenmesi gerektiğini doğru anlamalı ve anlamlandırmalıyız.

Çünkü küresel, sistemde ekonomik ve siyasal güç kaymalarının yoğunlaştığı uluslararası sistemde, söz konusu değişimlere paralel yapısal revizyonların güçlü bir şekilde gündeme gelmemesi ve bunun ortaya çıkardığı küresel açmazlar önemsenmelidir. Aynı zamanda, “eski”-“yeni” olarak sembolik bir tesbitle altını çizdiğimiz güç odaklarının; küresel ve bölgesel çapta güç ve çıkar mücadelesi verdiği, “sistem-içi” strateji savaşlarının sofistike bir şekilde devam ettiği bir vasatta, İİT üyelerinin yaşamakta olduğu varoluşsal kaygılarda ıskalanmamalı. Özellikle de Suudi Arabistan liderliğindeki Körfez ülkeleri için güvenlik ve gelecek endişelerinin ne boyutlarda olduğu doğru okunmalıdır.

Hele bölgedeki değişim ve dönüşüm sürecinin geçirdiği aşamalar, yaşanılmakta olan geçiş/kaos döneminin sıcaklığı ve zorlayıcılığı düşünüldüğünde yeni denge ve yeni ittifak arayışlarını doğru bir zemine oturtmanın önemi daha iyi anlaşılabilir. Bu çerçevede Irak-Suriye eksenindeki gelişmelerin seyri, küresel güçlerin son dönemlerde izledikleri belirsizlik boyutu fazla politikalar, konjonktürel zikzaklar malum bölge ülkelerini arayışa itmesi doğal görülmelidir.

Bazı çevrelerin, pozisyonları gereği ve/veya dönemsel okumalarla “yanlış” olduğunu iddia etmeye devam ettikleri Yeni Türkiye’nin bölge politikaları, aslında yeni konumuyla ve misyonuyla, dolayısıyla ideolojik çizgisi ile de tutarlı ve istikrarlı bir şekilde devam eden bir siyaset. Zira bu politika, doğru bir okumaya tabi tutulduğunda, bölgenin merkez ülkesi olmaya aday Yeni Türkiye’nin bir tercihi olmaktan ziyade ona yüklenen misyonun bir gereği olduğu görülecektir.

Nitekim, bölgesel gelişmelerin tüm kritik aşamalarına, içte ve dışta yapılan bütün sıkıştırmalara karşın Yeni Türkiye’nin stratejik aklı/”derin devleti”, ilkesel düzlemde geri adım atmamıştır. DEAŞ üzerinden yapılan algı yönetimi çabalarına rağmen bölgedeki duruşunun ana çizgilerini korumanın gereğinin farkında olmuştur.

Sürecin sonuna doğru yaklaşıldığında, başlangıçtaki tüm hatalı okumaları tekzip edercesine mevcut politikasındaki ısrarın semeresini de alacak gibi görünmektedir… Yeni Türkiye tarihin bu kırılma noktasında, jeopolitik ve stratejik önemi nedeniyle enerji yolları açısından vazgeçilmezliği teyid edilmekte, bir çok enerji projesinde neredeyse tek seçenek pozisyonunda görülmektedir. (Ilımlı) Laik-Demokratik-“Batıcı” niteliğiyle ve NATO üyesi Yeni Türkiye’nin bölgedeki dönemsel krizlerden çıkış/çözüm arayışları bağlamında da önemli bir yapı İİT… Ve İİT’nın Yeni Türkiye’nin, Suudi Arabistan liderliğindeki Körfez ülkeleri başta olmak üzere teşkilat üyesi diğer ülkelerle de ilişkilerini güçlendirme ve derinleştirme çabalarının da dikkatle takip edilmesi gerekmektedir.

Ayrıca, Yeni Türkiye’nin 2016-19 dönemi İİT Başkanlığını üstlenmiş olması ve bölgede yaşanan dönemsel hamleler açısından da abartılmadan önemsenmelidir. Bölgede yaşanan gelişmelerin kritik bir aşamasında İİT’nin dönem başkanlığını yapacak olan Yeni Türkiye’nin, ekonomik ve siyasi düzlemlerdeki bilinen arayışları ise bölgenin geleceği açısından yeni adımların habercisi olabilir.

Eğer dış ve iç dinamiklerle böyle bir arayışta dönemsel bir karşı karşıya geliş söz konusu olmazsa tabi. Özellikle son dönemlerde yanlış hesapların ürünü ve konjonktürel nitelikli Irak-Suriye eksenindeki gelişmelerde… Yemen’de İran-Suudi Arabistan arasında yaşanan gerginliklerde… Mısır’ın “normalleşmesi” sürecine girmesi ve Filistin meselesinde bir türlü somutlaşmayan beklenen hamlelerde İİT’nin etkisini görebilmek mümkün olacaktır.

Pekiyi, yukarıdaki önemli gerçeklikler çerçevesinde Zirve’yi nasıl değerlendirebiliriz? Öncelikle belirtmeliyiz ki Zirve başlamadan önce Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Kazakistan Devlet Başkanı Nazarbayev’in İİT’nın tüm üyelerinin, “İslami uyum”a davet eden sekiz maddelik mutabakatının doğru bir zeminde anlamlandırılması önemli.

Bahse konu siyasi mutabakatın mesajı, İİT üyelerinin “İslami” kaygılarla yakınlaşmalarının desteklenmesi ve gelecekte güçlü bir siyasi ve ekonomik platform oluşturmaya çağrı da kendi bağlamında doğru anlaşılmalı ve doğru anlamlandırılmalı… Her ne kadar yukarıda altını çizmeye çalıştığımız gibi, bahse konu 57 ülkenin düşünsel ve siyasi duruşları, derin bağlantıları ve gelecek beklentileri farklılık gösterse de hemen hemen hepsi yaşadıkları bu coğrafyada siyasi, ekonomik ve kültürel bir nizamın inşa sürecine ihtiyaç olduğunu giderek daha derinden hissetmekteler. Bu ihtiyaç bölgede bazılarınca, “Niçin bölgemizdeki ihtilaflarda, ülkelere yönelik operasyonlarda/terör eylemlerinde dışarıdan medet umulmakta?”.

Üstelik Zirve’de de belirtildiği gibi, dışarıdaki malum odaklar, bölgeye müdahalelerinde petrol ve diğer zenginliklerin yanında bölge ülkelerinin ihtilaflarını canlı tutmayı, kendi gelecekleri açısından gerekli gördükleri ve birilerini kullanmak istedikleri gerçeği de ortadayken… Ne var ki bugüne kadar halkı Müslüman olan ülkelerin yöneticileri, malum sorulara cevap bulmak adına bir araya gelmekte ayak sürçerken ne değişti de şimdilerde bu tür yaklaşımlarda bulunmaktalar? Bu kez farklı olacağı yönündeki düşüncelerin hangi gerekçelere dayandığı sorusu önemsenmelidir… Hiç şüphesiz gerekçelerden birincisi, artık bölgedeki statükonun çökmekte olması ve yeni düzen arayışlarında kritik bir aşamaya doğru hızla ilerlemesidir. İkincisi, söz konusu ülkelerin, hiç değilse teşkilatta başat gözükenlerin, değişen bölge ve dünya dengeleri nedeniyle bir arayış içinde olmalarıdır.

Bu arayış belli bir süreden beri devam etmesine rağmen, bu devletlerin büyük çoğunluğu eski düzenin ürünü olduklarından, zorlayıcı etkenleri bugünkü kadar güçlü hissetmemeleriydi. Üçüncüsü bölgedeki değişim sürecinde daha aktif rol alması beklenen ABD’nin, eskiden olduğu gibi sahada olmak yerine, bazı gerekçelerle, müttefiklerinin inisiyatif almalarını kendi çıkarlarına uygun görmeye başlamasının açtığı alan.

Her ne kadar ABD’nin içinde bu stratejiye itiraz edenler olsa da, ağırlığı Asyapasifik’e veren bu politika, orta vadede, giderek daha belirginleşecektir… Bölgede etkileri zayıfta olsa devam eden AB ülkeleri ise küresel ve bölgesel gelişmelerin sonucu olarak hızla bölgedeki etkinliklerini kaybetmekteler… Aksine hamle yaptıklarında da ekonomik operasyonlar ve terör olaylarıyla net bir şekilde uyarılmaktadırlar… Ezcümle, Obama’nın bölge politikası, değişik gerekçelerle de olsa müttefikleri İsrail ve Yeni Türkiye’yi tedirgin etmekle kalmadı.

Aynı zamanda Körfez ülkelerini de ciddi olarak rahatsız etti… 1945’ten bu yana gündemde olan ABD’nin Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkelerini korumasından söz etmek artık kolay değil. “Obama Doktrini” ile ABD’nin yeni bir ulusal çıkar tanımlaması yapması ve bunu deklare etmesi, bir süredir Suudi Arabistan liderliğindeki Körfez ülkelerinin güvenlik kaygılarını arttırdığı da malumdur.

ABD’nin dönemsel politikalarının yanı sıra, İran’ı küresel sisteme entegre etme çabaları da İsrail ile birlikte bahse konu ülkelerinde tedirginliklerinin önemli bir boyutu haline gelmiştir. Geçtiğimiz ay Obama’nın Riyad’a giderek Körfez işbirliği örgütü zirvesine katılması öncesinde yaşananlarda ilişkilerdeki sıkıntıları ortaya koyar niteliktedir… ABD kongresi’ne sunulan ve “11 Eylül olaylarında Suudi Arabistan’ın rolünün olduğunu iddia eden rapor”, Suud yönetiminden ciddi bir tepki aldı.

Suud Dışişleri Bakanı’nın, ABD’ne, “ülkenizdeki 750 milyar dolar paramızı farklı yatırımlarda kullanırız” sopası göstermesi de bir sürecin tezahürü. Bölgenin yeniden inşası sürecinin kritik aşamasında bu vb. gelişmeler doğru okunmalı, tüm boyutlarıyla analiz edilmeli, hiç şüphesiz. Keza aylar öncesinden başlayarak, bizzat İMF gibi kuruluşların Suudi Arabistan ekonomisine yönelik olumsuz algı oluşturma çabalarına malum kredi derecelendirme kuruluşlarından Fitch ve Moody’s’in uyarıları eklendiğinde, karşılıklı hamlelerin önemli olduğu anlaşılmakta ve Obama’nın Riyad ziyaretinin gündeminin yoğunluğu ve ziyaretle ilgili spekülasyonlar daha da anlamlı hale gelmektedir… Dünya değişiyor, bölgede yeni denge arayışları devam ediyor.

Kendilerini Müslüman olarak tanımlayanların büyük bir çoğunluğu da, eski dönemin “kaba zulmü”nden kurtulma boyutunu öne çıkararak yeni dönemin çeldirici, aldatıcı gelişmelerin girdabına kapılmış gözüküyor… Olayları gelişmeleri doğru tanımlamıyor, doğru anlamıyor ve doğru anlama ve kavramsallaştırma yapmıyor.

En vahimi de bunun ne kadar önemli olduğunun farkında da değiller.
.iktibasdergisi.