“BIR, GOG, TEVŞ, TEVRIZ, ĞEZAL, TUT…”

“TOPTOPİK”

VAN 17.12.2017 20:34:59 0
“BIR, GOG, TEVŞ, TEVRIZ, ĞEZAL, TUT…”
Tarih: 01.01.0001 00:00
 YATILI OKUL -1

            Derenin iki yanına dağılmış, taş duvarlı, toprak damlı evler; adeta çayır çimen ve otlar tarafından kuşatılmıştı. Öyle ki damlarda hatta kısmen duvarlarda bitkiler arzı endam ediyordu.

         Bizler; 4,5,6,7 yaşlarında bir gurup çocuk, bu muhteşem bahar içinde, hayatımızın baharını mutlu bir şekilde yaşıyoruz.

         Kuzular, oğlaklar sürü halinde hızlı bir şekilde koşuyorlar. Aniden hep birlikte yön değiştiriyorlar. Bir o yana bir bu yana “ koş babam koş” Halı yapımında artan renga renk iplerle yapıp boyunlarına astığımız süsler sallanıp duruyor.

         Bir kaz küçük civcivlerini peşine takmış suyun kenarında bir şeyler karıştırıyor. Serçeler, arı kuşları, kargalar, ebabil kuşları ve daha birçok kuş oradan oraya uçuşup duruyor. Gugu kuşu görünüp kayboluyor. İki tane leylek kurumuş bir ağacın üstüne yuvalarını yapmakla meşguller. Arılar, sinekler, zaman zaman gördüğümüz; tosbağa, yılan, solucanlar…

         Tabiatta boşluk yok; sarı, yeşil, mavi, kırmızı, mor, beyaz, eflatun ve daha birçok renkte; çiçekler, otlar, ağaçlar, böcekler sarmaş dolaş haşir neşir… Hepsiyle bütünleşen adeta onların bir parçası olan bizler.

         Allah’ın sanatındaki çeşitlilik ve güzellik o kadar ihtişamlı ki; gözlerimize sürur, gönlümüze sevinç, ferahlık ve mutluluk veriyor. 

         Fıldır fıldır köyün içini, etrafını dolaşıyoruz, koşuyoruz. Kabımıza sığmıyoruz. Oynadığımız birçok oyun var: “BIR, GOG, TEVŞ, TEVRIZ, ĞEZAL, TUT…”  Canımız hangisini isterse onu oynuyoruz.

         Bazen eşeklere biniyoruz. Ustalaşmışız yarış bile yapıyoruz. İki hatta üç kişi bile art arda bindiğimiz olmuştur. Tabi viraj ve yokuşlarda öncelikle arkadakiler patır patır döşüyorlar…

         Acıktığımızda herhangi birimizin evine gidiyoruz. Annelerimiz tandır ekmeği üzerine; tereyağı, kaymak veya yoğurt sürerek bize veriyorlar. Ekmeği dişleye dişleye oradan uzaklaşıyoruz. Yenebilecek otları da biliyoruz. Kiminin yaprağını, çiçeğini, kiminin sapını, kiminin ise kökünü yiyoruz.

         Cemil ile birlikte askerlerin tatbikatta atmış oldukları konserve kavanozlarından bir terazi yapıyoruz. Yenebilen “TOPTOPİK”  dediğimiz dikenli bitkileri çokça toplayıp getiriyoruz. Onları terazimizle tartarak yün karşılığı kızlara satıyoruz.

         Köyün ortasında bir hareketlilik var. Çerçi gelmiş. Millet etrafına üşüşmüş alış veriş yapıyorlar.  Çerçi eşyaları parayla sattığı gibi; peynir, yün, buğday gibi şeylerle de takas yapıyor. Bir düdük alıyorum. Oradan oraya düt, düt…

         Mavi renkli bir jip gelmiş. Çocukları aşı yapıyorlar. Sesli konuşmalar, çocuk ağlamaları… Bizler kaçıp ot yığınlarının arasında saklanıyoruz. Bir ordu arasa bizi bulamaz. O hengâmede Kerem ile kafalarımız çarpışıyor. Burnum kanıyor. Ağlar gibi oluyorum, neyse ki kanama duruyor. Bir müddet sonra bir motor gürültüsü duyuluyor. Jip hızlı bir şekilde uzaklaşıyor. Bizler saklandığımız yerden çıkıyoruz.

         Bazen kuşlara dadanıyoruz. Yuvalarına ellerimizi sokarak henüz uçamayan yavrularla dalga geçiyoruz. Yeşil ve iri arıları yakalayıp onları uçak gibi uçurmaya çalışıyoruz. Allah af etsin bilinçsizlikten bazen hayvanlara acı veriyoruz.

         Tamamıyla tabiatla iç içe mutlu ve coşkulu bir çocukluk yaşıyoruz. Bütün çocuklar bunu hak ediyor. Çocuklar sağlıklı büyütülmek isteniyorsa mümkün mertebe dört duvar arasından çıkarılıp anlatılan şartlar oluşturulmalıdır.

         Sonbahar gelmiş otlar kurumuş. Bizim yatılı okula götürüleceğimiz konuşuluyor. Çünkü köyde okul yok. Bizden öncekiler okuyamadılar. “Bunları gönderelim okuyup adam olsunlar.” deniyor.

         Yatılı okul Murat nehrinin diğer tarafında Konakkuran (Döğnük) köyünün üst kısmındadır. Köyümüzden orayı net bir şekilde görebiliyoruz. Büyük renkli, çatılı binalar ve geceleri yıldızlardan daha parlak olan ışıklar beni hep merak içinde bırakmıştır. Bir sır gibi tam keşfedilecek bir yer.

         Büyükler bizleri terkilerine almış atlarla götürüyorlar. Murat nehrine ulaşıyoruz. At suya ilk adımını ürkek atıyor. Sonra serbest gidiyor. Su derinleşiyor sonra sığlaşıyor, diğer tarafa geçiyoruz. Konakkuran’ın içindeyiz, köpek saldırıları savuşturuluyor, köylülere selam veriliyor. Yatılı okula varıyoruz.

         Okul birçok binadan oluşuyor. Etrafı tel örgü ile çevrilmiş. Hiç bu kadar büyük binalar görmemiştim. İlerliyoruz, birçok siyah önlüklü çocuk koşup oynuyorlar. Zil çalıyor hepsi kısa süre içinde büyük binaya girip gözden kayboluyor.

          Bizde aynı binaya giriyoruz. Köylülerimiz şapkalarını çıkarıp bir odaya giriyorlar. Bir müddet sonra kravatlı biri çıkıp göz ucuyla bizlere bakıyor. Köylülerimize dönerek. “Siz gidebilirsiniz .” deyip odasına geri dönüyor.

         Köylülerimiz vedalaşıp ayrılıyorlar. Onlar kayıp olana kadar arkalarından bakıyoruz. Üzerimize karabasan gibi bir sıkıntı çöküyor. Kapana kısıldığımızı hissediyoruz.  Cennetten kovulan iblisin durumuna düşer gibi bir anda dünyamız tersyüz oluyor…

 

DEVAM EDECEK