“Ben O Değilim!”

Abdullah Yıldız

VAN 3.07.2018 09:24:11 0
“Ben O Değilim!”
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Eski tarihlerde bir medresede okuyan üç idealist arkadaş varmış. Medreseden mezun olduktan sonra nerede ve hangi işte, hangi görevde olurlarsa olsunlar, birbirleri ile irtibatı kesmeyeceklerine, Doğru Yol’dan, adalet ve hakkaniyetten ayrılmayacaklarına, İslâm davasına hizmetten asla geri durmayacaklarına dair söz vermişler. Fakat o dönemlerde iletişim araçları yetersiz ve sınırlı olduğu için, sonraki yıllarda karşılaşmaları halinde birbirlerini tanımakta zorluk çekmemeleri için aralarında bir şifre belirlemeye karar vermişler.

Çok kısa ve hatırda kalıcı bir şifrede anlaşmışlar: “Ben O’yum!”...

Aradan uzun yıllar geçmiş, bizim üç idealist dava arkadaşının her biri bir köşeye savrulmuş: biri müderris (hoca), diğeri tüccar, bir diğeri de mutasarrıf (vali) olmuş. Tüccar şehir şehir dolaşırken, bir şehirde arkadaşının mutasarrıf olduğunu öğrenmiş ve hemen kadim dava arkadaşını ziyaret ve tebrik etmek istemiş. Lakin güvenlik ve bürokrasi çarkını aşmak kolay olmamış. Görevlilere kendini tanıtıp, vali beyin medrese arkadaşı olduğunu, yıllar öncesinden tanıştıklarını anlatmışsa da sırasını beklemek zorunda kalmış. Vakit geçmiş, lakin kendisine bir türlü sıra gelmemiş…

Nice sonra bizim tüccarın aklına o yıllarda belirledikleri şifre gelmiş. Derhal küçük bir kâğıt parçasına “Ben O’yum” yazmış ve görevliye uzatarak bunu vali beye iletmesini istirham etmiş…

Onun bu ricasını isteksizce yerine getiren görevli az sonra geri dönüp aynı kâğıdı tüccara uzatmış… Bizimki şaşırmış… Ama asıl şaşkınlığı kâğıdın arkasını çevirince yaşamış:

“Sen O olabilirsin ama… Ben O değilim!”

Bu kıssayı neden mi anlattım?

Hatırlarsanız, geçen haftaki yazımda, ‘24 Haziran seçimi ile milletimizin Ak Parti yönetimine ve belediyelerine, kendilerini ıslah etmeleri ve âcilen “fabrika ayarlarına” dönmeleri yönünde ciddi uyarı yaptığını’ yazmıştım. Seçimden sonra bu tür uyarı yazılarında adeta patlama gözleniyor; hatta yer yer eleştiri sınırlarının zorlandığına, maksadı aşan ifadelerin kullanıldığına tanık olunuyor.  Ama nedense hiç kimse dönüp kendisine, kendi kurumuna ve konumuna bakmıyor…

Evet, kıssadan hisse olarak bugüne taşımamız gereken hakikat şu ki, İslâm davasına hizmet aşkı gibi büyük ve yüce ideallerle yola çıkan nice kardeşimiz, makamla, parayla, şöhretle tanışınca, adeta ‘tanınmaz’ hale geldiler ve ‘Ben O değilim’ çizgisine savruldular. Peki ama, aynı ulvi ideallerle yola çıktıkları halde ‘amaca ulaşmak için her yol meşrudur’ makyavelizmine savrulan, kimlerle aynı safta yer aldıklarının ve dolayısıyla kimlere hizmet ettiklerinin ayırdında olmayan, sadece kendilerinin “hak yolda” ve kendi dışındakilerin ise “bâtıl yolda”olduklarını zanneden, araçları amaç haline getiren, akıllarını ve iradelerini kutsal liderlerine kayıtsız-şartsız teslim eden, nalıncı keseri gibi hep kendilerine yontan, sadece kendilerine taraftar ve imkan devşirme peşinde koşan parti, hizip, cemaat, tarikat ve STK’lara… ne demeli? 

Devam edelim: Dinde fırka fırka ayrılanKitab’ı aralarında parça parça eden, ortak ulvi gayeleri olan İslâm’ın büyük hedefleri için işbirliği yapacakları yerde işlerini de kendi aralarında parçalayan ve her biri kendi fikir, yöntem ve davranışlarıyla övünüp-avunan (Rûm, 32; Müminûn, 53) çeşitli İslâmî kurum ve kuruluşlar, kanaat önderleri ve hocalar on altı yıllık Ak Parti iktidarı döneminde kendilerine açılan kapıları, önlerine konulan imkân ve fırsatları gereğincedeğerlendirebilmişler midir? Açık konuşalım: Birbirlerini zemmetmek ve hatta tekfir etmek için cömertçe harcadıkları enerjilerini, kapasitelerini ve potansiyel güçlerini bu milletin topyekûn manevi dirilişinigerçekleştirmek, özellikle de gençliğimizin İslâmî kimliğini yeniden kuşanmasını sağlamak amacıyla ne ölçüde verimli ve etkin kullanabilmişlerdir? 

İmdi, bütün kurumları ve belediyeleri ile Ak Parti iktidarı ve onu destekleyen-desteklemeyen tüm İslâmî camia olarak, olanca güç, imkân ve potansiyelimizle topyekûn bir maneviyat seferberliği başlatmaz isek, -maazallah- önümüzdeki dönemde telafisi mümkün olamayacak badirelere sürüklenebiliriz.

Kıssamıza uygun söylersek: hâlâ “Ben O’yum!” diyebilenler taşın altına ellerini, hatta gövdelerini koymakta geç kalmamalıdırlar. 

Yok, “Ben O değilim!” diyorsanız, dünyaya sultan olsanız ne yazar?!