Batı'nın Dayattığı Din Algısı

Hakan Kılıç

VAN 4.08.2015 10:59:30 0
Batı
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Batı dünyasında 16. Yüzyıldan itibaren zihniyet değişikliğine işaret eden Rönesans ve dönemin kilise otoritesine bir başkaldırı sayılan Reform hareketleri, yeni bir anlayış doğurmuştu. Bu dönüşüm insanın din algısını, tanrı inancını ve dünyaya bakışını değiştirmeye başlamıştı. İlerleyen zaman diliminde gerçekleşen coğrafi keşifler, astronominin gelişmesi ve birtakım buluşlar sonucunda insanın evren ile ilişkisi yeniden tanımlanmaya başlanmıştır. Artık insanoğlu kendisini, yaşadığı dünyada bir “nesne” olarak değil yaşamı düzenleyen bir “özne” olarak tanımlamaya başlayacaktır.55668

İnsanın düşünce yargılarında din ve geleneklere bağlı kalmaktan kurtularak kendi aklı ve kendi görüşleriyle hayatını aydınlatmaya girişmesiyle birlikte aklı mutlak bilgi kaynağı olarak yücelten aydınlanma düşüncesi ortaya çıkmıştır. 18. yy.da Avrupa düşüncesinin esasını oluşturan aydınlanma; insan ve doğayı ortak akıl paydasında birleştirerek, aklı nesnel bir bilgi üretici, insanı da üretilen bu bilgiyle evreni sınırsız bir şekilde dönüştürme hak ve yetkisine sahip bir ontolojik kategori olarak gören anlayıştır. Buna göre insanın yaşamını ancak kendi zihinsel üretimi olan düşünceler biçimlendirir. Bunun dışında hiçbir şey kabul edilmez. Din tamamen reddedilir. İnsan için yol gösterici sadece akıl ve bilimdir. Böylece insanın yaşamında dini kurallar, geleneksel algılar ve değerler dışlanarak bunların yerine akıl ve bilim konuldu. İnsan gelenekten ve dinden bağını koparırken aslında kendisine yeni bir din kuruyordu; İnsan'ın hazzını önceleyen pragmatist Din.

Fransız ihtilalinin sonrasında sosyal ve siyasi kargaşa ortamında yetişmiş olan Auguste Comte (1798-1857) yaşadığı dönemde karşılaştığı sorunlara çözüm bulma amacıyla pozitif düşünceyi önerdi. Ona göre toplumların yaşamında pozitif düşünce hakim olduğu zaman bütün problemler ve bunalımlar çözülecekti. Comte bu düşüncesini temellendirirken insanlığın düşünce tarihinde üç aşamadan geçtiğini öne sürdü. Teolojik, metafizik ve pozitif aşamalar olarak belirlediği bu dönemlerden ilk ikisi artık geride kalmış ve insanlık pozitif düşünceye  ulaşmıştır. Buna göre geçmişin değerleri yaşam tarzları ve inanışları yok olacaktır. Teolojik ve metafizik dönem tümüyle kapanmıştır. Bu düşünce içerisinde din bir kurum olarak vardır ancak bu eskinin geleneksel dini değildir. Comte dini yeniden tanımlayarak indirgemeci bir düşünceyle adeta yeniden kurmak istemiştir. Ona göre pozitif düşüncenin hakim olduğu toplumlarda diğer sosyal kurumlar gibi din de olacaktır. Din toplumlar açısından denge ve düzeni sağlayıcı bir faktördür. Bu din, geçmişin düşünce biçimine yön veren ve geçerliliğini yitirmiş dini olamaz. Pozitif düşünceye sahip olan insanın artık vahye veya kilise dogmalarına inanması mümkün değildir. Bu durumda pozitif gerçeklere dayanan ve ispat edilebilir bir din gereklidir. İşte bu din, sevgi ilerleme ve düzeni üç temel esas kabul eden “insanlık dini”dir. Tanrısı da bütün insanlıktır. Bu şekilde ortaya çıkan pozitivist düşünce sadece fiziki gerçekliği ve maddeyi önceleyen, insanın manevi boyutunu ihmal eden materyalist düşünceyle beraber yayılmaya başlamıştır. 19.yy. bu düşüncelerin her alanda görüldüğü dönemdir.

Avrupa’da özelde kilisenin hegemonyasına, genelde ise dine ve geleneksel değerlere karşı başlatılan mücadele süreci ve materyalist-pozitivist düşüncenin yayılması sonucunda gelinen nokta, dinin hayattan dışlanması olmuştur. Bu durum sadece Avrupa’yı değil tüm dünyayı derinden etkileyecek olan seküler düşüncenin yayılmasına yol açmıştır. Sekülerizm (Dünyevileşme); Dinsel olan veya dinsellik atfedilen bütün değer ve ilkeleri bireysel ve toplumsal yaşamın dışına iten, sadece bu dünyayı yaşanabilir kabul ederek ahiretle ilişkiyi koparma temeline dayalı insan merkezci düşünme ve yaşama biçimini ifade eder. Sekülerleşmenin bariz özellikleri toplumun dinden uzaklaşması, inanç ve eylemlerin ilahi yerine dünyevi hedeflere yönelmesi, dinin işlevlerinin seküler toplumsal işlevlere dönüşmesi ve kutsalın yerini dünyevileşmenin almasıdır. Sekülerleşme dinin toplumda otoritesini yitirme sürecidir. Bu süreç bir zamanlar Batı toplumunun ve aslında bütün toplumların yaşamının odak noktası olan dini kurumların, dini pratiklerin ve dini düşüncenin çöküşe geçmesidir. Avusturyalı din sosyoloğu Peter L. Berger’in deyimiyle “üzerimizdeki “kutsal kubbe”nin kalkmasıdır.” Bu dönüşüm, modernizm denilen düşünüş ve yaşam biçimini getirmiştir. Bunun sonucu olarak toplumsal otoritenin belirleyici unsurları olan, bireysel ve toplumsal ideal ve değerleri belirlemek ve gerçekliği tanımlamak yoluyla bilgi referansı olarak tanınmak inisiyatifi, dini çerçevenin dışına çıkmış; buna paralel olarak toplumsal ve siyasal örgütlenme dinden tamamen bağımsız hale gelmiştir. Dinin bireysel ve toplumsal bilinçte değerini yitirmesi günlük hayatın her alanının yani kültür sanat eğitim bilim iktisat hukuk vb. konuların dini değer, düşünce ve sembollerden arındırılması anlamına geliyordu. Din artık yaşamın her alanını kuşatan bir olgu ve bilgi referansı değil modern bilimin ilgilendiği konulardan sadece biri durumuna gelecekti.

Allah katında yegâne din olan İslam bütün insanlığı dünya ve ahirette saadete ulaştırmayı amaçlamıştır. Tarih boyunca insanlar hak dinden uzaklaştıklarında dinde meydana gelen bozulma sonucunda Allah, peygamberler göndererek hak dini ikame etmiştir. Bu bakımdan İslam’ın insan ve din telakkisi biyolojik anlamda insanın evrimi düşüncesiyle bağdaşmadığı gibi dinler tarihi çerçevesinde ileri sürülen dinlerin evrimi (çok tanrıcılıktan tek tanrıcılığa geçiş) iddiasıyla da bağdaşmaz. Allah, göklerin yerin ve ikisi arasındakilerin sahibi olarak, insanı en mükemmel şekilde yaratmış ve sadece tevhid esasına bağlı olarak yaşamını sürdüreceği bir donanıma sahip kılmıştır. Dinin özü olan tevhid esası insanın fıtratına yatkındır(Rum,30/30).

İslam insan hayatını öncesi ve sonrasıyla bir bütün olarak ele alır. Bir bilgi referansı olarak din bize hayatı ölümü ve sonrasını bütün olarak açıklar. Bu durumda yaşamın da ölümün de bir anlamı vardır. Ölüm, imtihan yeri olan bu dünyadan ebedi ahiret yurduna geçiştir. Yok oluş değildir. Modernizmin en büyük tahribatı bu noktada meydana gelmiş, hayatın öncesi ve sonrasıyla olan bağı koparılmıştır. Bunun sonucu olarak ömür, insan için ahirete hazırlık yapılan bir imtihan dönemi değil sonu gelmez tutku ve isteklerin gerçekleşmesi için çaba harcanan bir zaman dilimi olarak algılanmıştır. Böylece yaşamın ölçüsü, daha fazla kazanmak, daha çok tüketmek daha konforlu yaşamak yani tabir yerindeyse “daha çok hız ve daha çok haz“ peşinde koşmak olmuştur.

Dünyevileşme sonucunda insanın Allah’ı ahireti ve topyekûn dini dikkate almamasının ardında insanın kendini unutması, istiğna ve tekebbüre saplanması yatmaktadır. Kuran-ı Kerim’de bu durum açıkça ifadesini bulmuştur. İnsanlardan, haksız yere kendini yeterli gören, Allah’a boyun eğmekten kaçınan, O’nun sonsuz nimetlerini inkâr edenlerin durumu Kuran-ı Kerim’de uzunca anlatılır. Dünyevileşme sonuçta Allah’tan kopuş, istiğna, kibirlenme, Allah’ın nimetlerini ve ayetlerini unutma ve inkâr etme anlamına gelmektedir. Bu duruma örnek olarak Kuran-ı Kerim’de Firavunu görüyoruz. İlahlık iddiasında bulunan, kibir ve istiğna sembolü, kendi konumunu unutarak haddini aşmış bulunan Firavun yaverine şöyle demişti: “Benim için bir ateş yakıp tuğla pişir de bana bir kule yap! Belki Mûsâ’nın ilahına çıkar  bakarım(!)” (Kasas,28/38). Bu anlayış haddi aşmanın, büyüklenmenin ve yeryüzünde ilahlaşma arzusunun açık bir ifadesidir.

Din insanlık için vazgeçilmez evrensel bir olgudur. İnsanı hem içten hem de dıştan kuşatarak onun düşünce ve davranışlarında kendini gösterir. İnsana sağlam bir karakter kazandırarak madde âleminin ve içgüdülerin esiri olmadığını öğretir. Sadece Yaratıcıya boyun eğmeyi, hayatın ve ölümün gayesini insana öğreten din aynı zamanda yaşamın sıkıntı ve bunalımlarına karşı dayanıklı olmayı sağlar. Kısacası din insana “eşref-i mahlûkat” olmanın yolunu ve anlamını gösterir. Bütün bu vasıflarıyla din; inkârcılığa karşı hayatın nihai anlamlılığını, zulüm ve sömürüye karşı adalet ve hakkaniyeti, istiğna ve tekebbüre karşı tevazu ve haddini bilmeyi, sınırsız haz tatmini ve tüketime/israfa karşı kanaatkâr ve tutumlu olmayı, egoizm ve bencilliğe karşı paylaşma ve dayanışmayı, cinsel aşırılık ve sapkınlığa karşı aile ve sadakat ilkesini, kin ve düşmanlığa karşı sevgi ve kardeşliği evrensel değerler olarak ortaya koymuştur. Böylece din geçmişte olduğu gibi şimdi ve gelecekte de insanlığı aydınlatmaya, huzur ve mutluluk kaynağı olmaya devam edecektir.

BAŞVURULAN KAYNAKLAR:

1-İlhami GÜLER, Dünyanın Başına Gelen Derin Sapkınlık: Dünyevileşme, İslamiyat IV/3(2001)s.35 vd.

2-İzzet ER, Din Sosyolojisi, Akçağ yay. Ankara 1998, s.208 vd.

3-Yusuf KAPLAN, Seküler Aklın Ötesi, İslamiyat, IV/3,(2001)s.84 vd.

4-Bilge Adamlar Dergisi, sayı:26