Barış sürecinde iki aktörden biri olmazsa…

Örgüt Öcalan’a rağmen bazı tarihler verip hükümeti kendi istediği çözüme zorlamaya çalışıyorsa da süreci bitirme yetkisi olan tek aktör Öcalan’dır. Süreci başlatıp bir yığın risk alan da Başbakan Erdoğan’dır. Erdoğan’l

VAN 23.03.2014 10:42:18 0
Barış sürecinde iki aktörden biri olmazsa…
Tarih: 01.01.0001 00:00
Muhsin Kızılkaya/Yazar

“Bugün yeni bir dönem başlıyor. Silahlı direniş sürecinden, demokratik siyaset sürecine kapı açılıyor. (….)

‘Artık silahlar sussun, fikirler ve siyasetler konuşsun’ noktasına geldik. Yok sayan, inkar eden, dışlayan modernist paradigma yerle bir oldu. Akan kan Türküne, Kürdüne, Lazına, Çerkezine bakmadan insandan, bu coğrafyanın bağrından akıyor.

Ben, bu çağrıma kulak veren milyonların şahitliğinde diyorum ki; artık yeni bir dönem başlıyor, silah değil, siyaset öne çıkıyor.”

Bu sözler, bundan tam 367 gün önce, 21 Mart 2013 günü Diyarbakır’da, Newroz alanında Abdullah Öcalan tarafından halka açık bir mektupla dillendirildi. Öcalan’ın İmralı’da yazdığı, devlete teslim ettiği, devletin de BDP’lilere verdiği, Sırrı Süreyya Önder tarafından Türkçe, Pervin Buldan tarafından Kürtçe okunan mektuptan alınan bu sözler, 30 yıldan beri süren, 50 bin insanın ölümüne, binlerce köyün boşaltılmasına, şehirlerin harap olmasına, ekonomik felaketlere, derinleşen sosyal yaralara sebep olmuş savaşın bittiğinin ilanı olarak algılandı ve yepyeni bir sürecin başlamasına, yeni bir iklimin doğmasına yol açtı. Örgütün jargonuyla “devrimci halk savaşı” stratejisi bitti; onun yerini “Kürt sorununun demokratik ulus temelinde anayasal çözümü” süreci aldı. Devletin jargonuyla “düşük yoğunluklu çatışma”nın sonuna gelindi, “çözüm süreci” başladı.

Bana göre ise, biten son silahlı Kürt isyanıydı! Kim ne derse desin, İmralı’da ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış olan Abdullah Öcalan, bu hamlesiyle hem devleti, hem kendi örgütünü, hem de top yekun bütün siyasi partileri, rakiplerini, düşmanlarını ve halkı şaşırttı. Kimse kendisinden bu kadar “radikal” bir çıkış beklemiyordu çünkü. Belki de, böyle bir süreci başlatacağını bilen tek aktör, muhatabı devletti. Çünkü Newroz Deklerasyonu’nun çerçevesi ve içeriğini devletten bağımsız oluşturduğunu varsaymak gerçekçi olmaz. Bunun dışında biz sıradan insanlarla, Öcalan’ın partisi ve destekçileri “önderlik”ten böylesine çizgileri net bir açıklama beklemiyorlardı herhalde. Dolayısıyla her kesimden insanlar arasında şaşıranlar oldu, yalpalayanlar oldu, bu bir tezgahtır diyenler, oyuna geliyoruz diyenler oldu. Açıklamayı herkes kendi meşrebince değerlendirdi.

Savaş o kadar kanıksanmış, olup bitenler o kadar olağan bir hal almıştı ki, sanki askere giden çocuklarımız zaten ölüme gidiyor, dağa giden öldürülmeye gidiyor, bu durum çeyrek asırdan beri böyle, bundan sonra da böyle devam edecek gibi bir algı vardı. Barış uzak bir ihtimaldi. Savaş tek çıkar yoldu. Halkın geniş kesimi durumu böyle algılıyordu.

PKK dışında kalan aktörlerin Öcalan’ın tarihi çağrısı karşısında şaşırmaları doğal da,kendi liderini tanıyan, KCK sözleşmesiyle kendisini tek karar mercii sayan, kararlarını tartışma dışı bırakan, söylediği her şeyi kesin emir olarak telakki eden PKK neden şaşırdı? Çünkü örgüt, bütün hazırlıklarını 2013 yılının yazına göre yapmıştı. “Devrimci halk savaşı” boyutlanacak, kurtarılmış alanlar yaratılacak, alan hakimiyeti sağlanacak, vakti geldiğinde “demokratik özerklik” ilan edilerek, böylece kesin zafere ulaşılacaktı.

Öcalan-PKK sarkacı

Öcalan bu açıklamasıyla örgütünün bütün planlarını altüst etti. PKK dışında kalan kesimlerin bu yeni durum karşısında tavır geliştirmesi kolaydı; zor olan örgütün nasıl tavır alacağıydı?

Kamuoyu, televizyonlar, gazeteler bir süre bu sorunun cevabını aradı. Hatta bütün gazetecilik kariyerini Ortadoğu ve Kürt meselesindeki uzmanlığı üzerine bina etmiş olan birkaç Türk gazetecisi, anında bölgeye giderek halkın Öcalan’ın çağrısına uymayacağını, PKK’nin “Öcalan’dan ibaret” olmadığını yazıp hepimizi bilgilendirmeye bile başladı.

Öcalan, arkadaşlarına danışmadan, hem örgütünün, hem de kendi geleceğiyle ilgili önemli bir “risk” almıştı. Eğer örgütü, hiçbir fire vermeden hep beraber onun bu “tarihi çağrısına” uyar da, silahlı güçlerini ülke dışına çıkarmaya, peyderpey silahlı mücadeleye son verip demokratik siyasete katılamaya karar verirse, hem on yıldan beri bir hapishane hücresinde oluşturduğu “demokratik modernite” tezini hayata geçirme fırsatını yakalayacak, hem de gelebileceğine kimsenin ihtimal vermediği barışın gelmesine vesile olmuş bir taraf olarak bundan sonraki hayatını “huzur” içinde geçirecekti.

İstediği oldu, Newroz çağrısı örgütün bütün mahfillerinde tam da onun istediği gibi bir karşılık buldu. Ancak Öcalan, 1999 yılında PKK’nin adını değiştirip silahlı mücadeleye son verirken ağzı sütten yanmıştı. Şimdi yoğurdu üfleyerek yemenin zamanıydı. Aldığı bu önemli riskli karara örgütün bütün organlarını “ortak” etmeliydi. Bana göre geçen şu bir yıllık süre zarfında ortaya çıkan en önemli gelişmelerden birisi Öcalan tarafından KCK’nin yapısıyla ilgili yapılan değişikliklerdir. Yaklaşık 50 kişilik etkili isimden oluşan, örgütten koparsa eğer zarar verebileceği düşünülen bütün arkadaşlarını, yeni bir reorganizasyonla partinin ve örgütün çeşitli kademelerinde yeniden görevlendirdi. Sorumluluğu herkese eşit şekilde paylaştı. Herkesi en az kendisi kadar sorumlu kıldı. Yarın öbür gün birisi çıkar da, tıpkı 1999’da Kani Yılmaz, Osman Öcalan ve arkadaşlarının yaptığı gibi “kazan kaldırırsa”, bu karara göre haksız konuma düşecekti.

İşte barış süreci örgüt açısında bu mihval üzerine yürüdü.

Yapılan bütün İmralı görüşmelerinin sonuçları, hiç vakit kaybetmeden, örgütün dağdaki karargahına, Kandil’e ve Avrupa’daki etkili birimlerine ulaştırıldı. Yapılan ruberu görüşmelerde Öcalan’ın İmralı’da “devlet heyetiyle” yaptığı görüşmelerin içerikleri anlatıldı. Orada alınan kararlar, yine mektuplar aracılığıyla Öcalan’a iletildi. İmralı’daki Öcalan ince bir denge üzerinde, hem devleti, hem kamuoyunu, hem de kendi örgütünü etkilemeye çalıştı. Zaman zaman umutsuzluğa kapıldı, sürecin tıkanma noktasına geldiğini hissettiği zamanlarda, yeni bir takım kavramlarla durumu idare etmeye çalıştı.

Bu arada Öcalan’la birlikte barış yollarını arayan hükümet darbelere maruz kalmıştı. Barış sürecini Öcalan’la yürüterek arı kovanına çomak sokmuş olan Başbakan Erdoğan, önce Gezi kalkışmasıyla karşı karşıya kaldı. Birçok yeri yara bere içinde tam da bu badireden çıkmaya çalışırken bu kez kendisine karşı bürokratik bir vesayet kurma girişimi içinde bulunan “paralel devlet”le başı belaya girdi. Bu iki durumda da Kürt hareketinin tavrı her şeyin sonu veya başlangıcı olacaktı. Bu iki büyük “arbedeyi” de yine Öcalan’ın geliştirdiği yeni bir söylemle, Kürtler “olaylara karışmayarak” şimdilik atlatmaya çalışıyor.

Barışın mayınları

Geçen bir yıl zarfında barış sürecini tehlikeye düşüren birçok hadise vuku buldu. Ama hiçbirisi şu ana kadar arabayı yoldan çıkarmış değil. Öcalan’ın tavrına rağmen örgütü zaman zaman belirli tarihler öne sürdü. Çıkartılan demokratikleşme paketini beğenmeyen örgüt, bir ara 1 Eylül tarihini öne sürdü. Daha sonra yine Öcalan’ın müdahalesiyle bu tarih geriye atıldı. Bazı dengeleri bozmamak adına, şu anda barış sürecinin akıbeti, on gün sonra yapılacak olan seçimlerden hemen sonrasına bağlandı. Öcalan, bir süre önce, “Bu süreç seçimlere heba edilemeyecek kadar kıymetlidir” gibi bir laf etti. Ancak şu anda herkes, seçimlerden sonra pozisyon belirleyecekmiş gibi görünüyor.

KCK son yaptığı açıklamayla Ak Parti hükümetinin artık “muhatap olmaktan çıktığını” ilan etti. Silahlı güçlerin komutasına getirilmiş olan Murat Karayılan ise, seçimden hemen bir iki hafta sonra, eğer hükümet istedikleri adımları atmazsa, süreci bitireceklerini söyledi.

Ben bu yazıyı Çarşamba günü yazıyorum. 21 Mart’ta Diyarbakır’da Öcalan vereceği yeni bir Newroz mesajı bekleniyor. Bence, Öcalan KCK’nin bütün o keskin açıklamalarına, Karayılan’ın verdiği sürelere rağmen, bu sürecin ne kadar kıymetli olduğunu anlatacak ve sürece yeni bir ivme kazandıracak.

Aksi taktirde bir yıl öncesine döneriz. Bir yıl öncesi de kan ve gözyaşıydı zaten. Ölümdü, talandı, kıyımdı. Bu süreci bozacak olan kaybeder, bunu herkes biliyor. Ve kendilerine sorulacak şu soruyla tarihi bir veballe karşı karşıya kalacaklarını da çok iyi biliyorlar:

Madem bir yıl öncesi iyiydi, neden o iyi durumdan çıktınız? Neden milletin ağzına bir parmak barış çaldınız? Şimdi ağzını barışla tatlandırmış olan halkın ağzına zehir sürerseniz, size kim inanır?

Her şeye rağmen, Kürt meselesinin artık bir demokratik haklar, eşitlik, Anayasal vatandaşlık meselesi olmaktan çıktığını, ancak Kürtler bir statü sahibi olurlarsa sorunun çözülebileceğini öne sürenler her ne kadar son günlerde çoğaldılarsa da, her ne kadar örgüt Öcalan’a rağmen bazı tarihler verip hükümeti kendi istediği çözüme zorlamaya çalışıyorsa da, her ne kadar barış süreci ince bir dengede yürüyor, her an kopabilir gibi bir hassasiyet taşıyorsa da, Kürt tarafı açısından süreci bitirme yetkisi olan tek aktör Öcalan’dır. Bu yetkiyi ona hem KCK sözleşmesi, hem de örgütünün bütün birimleri vermiş durumda. Devlet açısında da bu süreci başlatıp bir yığın risk alan, hatta son bir yıl içinde başına ne geldiyse bu süreç karşısındaki kararlı tutumundan dolayı gelmiş olan Başbakan Erdoğan da, hükümet adına karar veren en önemli aktördür. İkisinden birisi olmadan bu süreç zor yürür gibi görünüyor. Erdoğan’la bu iş yürümez diyenlerin, aynı zamanda Öcalan’la da yürümez demeleri gerekiyor.

Erdoğan’ı devirip başka aktörlerle, bu güne kadar bin bir badire atlatılarak şu aşamaya gelmiş süreci yürütmek bana bir hayli güç görünüyor. Erdoğan’la olmaz diyorsanız, Öcalan’la da olmaz diyorsunuz demektir.

Yazının girişinde alıntıladığım Öcalan’ın sözleri, Kürt hareketi açısından hale bir “barış teminatı” olarak algılanmalıdır. Çünkü barışa en çok ihtiyacı olan hala Kürtlerdir!

muhsink63@gmail.com