Barış bize doğru çekilmesini sürdürüyor

İlhami Işık

VAN 15.09.2013 12:08:57 0
Barış bize doğru çekilmesini sürdürüyor
Tarih: 01.01.0001 00:00

Önce Cemil Bayık ardından KCK bildirisiyle PKK çekilmeyi durdurduğunu açıkladı. Bu açıklamayla en başta iki şehir efsanesi çöktü. Duran bir şeyin önce hareket etmesi gerekir. Demek ki PKK hükümeti kandırmıyormuş, çekiliyormuş. Duran bir şeyin aynı zamanda devam ediyor olması da gerekir demek ki PKK söz verdiği halde tam olarak da çekilmemiş.

Çekilmeyi durdurma açıklamasının arkasına eklenen “21 Mart’ta Öcalan’ın mektubunun arkasındayız” ve “çatışmasızlık kararımız sürüyor” ise PKK’nın barış sürecinden çekilmediğini ortaya koymakta.

Peki, PKK neden bu hamleyi yaptı? Ve neden şimdi yaptı?

Zamanlama manidar çünkü durdurma kararının açıklandığı günkü gazetelerde, durdurma kararına gerekçe yapılan demokratikleşme paketinin bu hafta içinde netleşeceği haberlerinin kaynağı doğrudan Arjantin dönüşü uçakta konuşan Başbakan Erdoğan’dı.

Bayık’ın açıklamasından sonra Saint Petersbourg’daki “süreçte samimiyiz, sorun yok” sözleri ise Erdoğan’la ilgili ANF’de çıkan belki de ilk pozitif haber olarak “Erdoğan’dan Bayık’a cevap: Samimiyiz” başlığıyla yer almıştı.

Ayrıca her iki tarafın da “Üç aşamalı” diye en başta açıkladığı çözüm takvimini, 1 Haziran’a kadar çekileceğini vaad edip çekilmeyi bitirmeden “hükümet adım at” kampanyası başlatan PKK’nın değil, çekilme bitmemesine rağmen süreci sürdüren hükümetin durdurma hakkı vardı.

Ama sözünü tutup kanuni zorunluluklara rağmen tarihinde ilk kez çatışmasızlık kararı alan, hiç operasyon yapmayan hükümet, bu süre zarfında festivallere silahları ile inip konuşmaktan, güvenlik kuvvetleri kurup törenler düzenlemeye kadar PKK’lıların bir dizi aşırılıklarına dahi ses çıkarmadı.

Yarım uzman barıştan eder

Peki sorun neydi o halde?

Bu soruya 1984 Eruh baskınından beri siyasi hayatın ortasında olmasına rağmen hala üzerine yazılmış kitap bile bulunmayan bu örgütü tanımadan cevap vermeye çalışanlar yanılgı haklarını tüketeli çok oldu artık. Hatırlayalım; Türkiye’de PKK uzmanı olarak akıllara ilk önce gelen iki isimden biri 2013 yılının çok kanlı geçeceğini, diğeri 2013 Mart ayında savaşın yeniden başlayacağını iddia etmişti.

Yarım imam imandan, yarım doktor candan eder derler, ekleyelim yarım uzman da barıştan edebilir.

PKK’yı kandırılmış insanlardan oluşan, sadece şiddet kullanan ve istenilirse askeri olarak yok edilebilecek olan bir örgüt olarak görmeye devam edenlerin bugünkü gelişmeleri anlamaması sürpriz olmaz. Neyse ki devlet PKK’yı sivillerden daha iyi tanıyor. PKK ile silahlı bir suç örgütü olduğu için görüşmediği açık.

İkinci büyük yanılgının kaynağı devlet ve PKK görüşmelerini iki küs arkadaşın barışması zannederek izleyen iktidara yakın çevrelerinin yanılgısıdır. Bu görüşmelerde PKK’nın siyasi bir yapı olarak varlığını yok sayan, onu sanki hükümetin bir şubesi gibi gören bakış da her ters açıklama, her krizde kendini ele vermektedir.

Hükümetle olan kavgaları nedeniyle kendilerini Kürtlerin şefkatli kollarına bırakan Türkiyeli aydın, liberal, sol çevrelerin sorgusuz sualsiz haklı ve doğru PKK algısı da anlamanın önündeki engellerden biridir. PKK’nın uluslararası sistemdeki stratejilerinden bahsetmeyi komploculuk sayan bu naif bakış, Kürt siyasetine karşı bütün eleştirel pozisyonunu kaybetmiştir. Silaha dönmek kötüdür bile diyemeyecek kadar yaklaştıkları Kürt siyasetinin büyük kalabalıklarına yaslanarak iktidarın karşısında bir mevzi almış olmaları belki kısa vadede yalnızlık sorunlarını çözer ama bunun Kürtlere de çözüme de bir faydası yoktur. Neyseki artık zararları da çok olamamaktadır.

Peki son duruma nasıl bakmalı

Önce bir tespit. Ortadoğu’da yüzlerce silahlı örgüt içinde sadece üçü uluslararası düzlemde ayakta kalabilmiştir: Hizbullah, Hamas ve PKK. Bu üçünün iki ortak özelliği vardır. Birincisi üçü de bir sosyal olaya tekabül etmektedirler. PKK etnik, Hamas dinsel ve Hizbullah mezhepsel bir sosyal sorunun üzerine oturmaktadır. Ama bu yetmez. Bu üç örgütü güçlü kılan, bölgede var eden esas ortak özellik üçünün de devletlerle ilişkilere sahip olmasıdır.

Bu üç örgütün devletsel ilişkilerinde düne kadar ortak sinir sisteminin geçtiği ülke de evet Suriye’dir.

Öcalan 19 yıl Şam’da yaşadı. Hamas daha yeni Şam’ı terketti. Hizbullah Suriye için Lübnan da Başbakan bile öldürdü.

Yoksa ne PKK ne Hamas ne de Hizbullah (belki İsrail’e karşı bir nebze) esas şöhretlerini ve güçlerini silahlı güçlerinden, stratejik hedeflere yönelik saldırılardan devşirmediler. Öyle olsaydı, Türkiye’de esas etkili örgütün bir Başbakan, bir bakan, ülkenin en ünlü üst düzey MİT’çileri ve generallerini öldüren Dev-Sol’un olması gerekirdi. PKK’nın general bile öldürdüğü vaki değildir. Bir kez Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’i zehirlemeye çalışmış, onu da becerememiştir.

Devletsel ilişkiler denince örgütlerin bir ülkenin elinde bir maşa olduğu gibi ilk akla gelen klişelerden kaçmak gerekir. Bunun böyle olmadığının son örneği Suriye’den Katar’a geçiş yapan Hamas’tır. Bilinmelidir ki PKK aynı anda hem İran’dır, hem Suriye’dir, hem Irak’tır hem de unutulmamalıdır ki Türkiye’dir. Bugüne kadar ilk üç ülke en baştan itibaren PKK ile görüşmüş, onu yönlendirmeye çalışmıştır. PKK da onları. Buna kapılarını kapatan tek ülke Türkiye olmuştur.

PKK, Paris suikastından sonra bütün Türkiye’nin yeniden farkına vardığı gibi Fransa Cumhurbaşkanı Hollande ile bile temas kuran diplomatik unsurları olan uluslararası bir harekettir. Ve son gelişmeler Latin Amerika’da yer alan Türkiye’de yaşanmamıştır.

Bütün dünya Suriye’ye kilitlenmişken, bütün hamleler Suriye için atılırken, Türkiye 877 km sınırının olduğu Suriye ile yarı savaş halinde olan Rojava’yı elde tutmaya çalışan PKK’nın Suriye meselesiyle ilgisiz olduğunu iddia etmek zekalarımızla alay etmektir.

Obama’nın, Putin’in bile her hafta yeni manevralar yaptığı, pozisyonlar aldığı bir sorunda bölgenin en hareketli ve eski aktörlerinden biri olan PKK’nın pozisyon almayacağını, manevra yapmayacağını düşünmek için ille de gizli istihbarı bilgilere sahip olmaya gerek yoktur.

Daha 2011’de Suriye meselesi henüz bu kadar dallanıp budaklanmamışken, dünyanın müdahalesi söz konusu bile değilken olan biteni hatırlamak bunun için yeterlidir. İran’ın neredeyse durup dururken yıllarca göz yumduğu Kandil’e ağır bir saldırı başlatması, ardından PKK’nın İran’la anlaşıp, PJAK’ı İran topraklarından çekme kararını alması ve hemen ardından Öcalan’la devlet mutabakatına rağmen gelen Silvan baskını, Demokratik özerklik ilanı ve en az 1600 insanın hayatını kaybettiği Devrimci Halk Savaşı’nın başlaması tesadüf değildir. Öcalan’ın 21 Mart Newroz’unda “Yeni Ortadoğu’ya doğru” dümeni kırması da tesadüf değildir.

Esad’ın terör tehdidi

Bugün, Suriye ve İran için çok daha hayati bir tehlike ortada. PKK’nın da artık Suriye’de kaybedecek çok şeyi var. PKK, Suriye’de taktiksel hamlelerle Rojava’da bir özerk alana sahip oldu. Rojava dağlık bir yer değil, dümdüz bir alan. Burayı korumak için askeri beceri değil, siyasi bir beceri gerekli. İran’ın çözüm sürecinden duyduğu rahatsızlığı bizzat İran’a yakın olduğu söylenen Cemil Bayık açıklamıştı. Suriye’nin Türkiye’ye karşı yapacaklarının sınırsızlığını da Reyhanlı’da gördük. Esad son olarak ABD televizyonuna verdiği röportajda komşu ülkeleri oradaki bağlantılı gruplarla tehdit etti. PKK’nın bütün bu çatışma içinde çekilmeyi durdurma kararının Suriye ve İran’ı mutlu ettiğine de şüphe yok. Bu kararı onların baskıları sonucunda mavi boncuk vermek için aldığından da şüphe duymamak gerekir. Kandil’in çekilmeyi durdurup çözüm sürecinde kalması bu baskılardan kurtulmak için alınmış taktiksel bir karardır. Bunun 2011’deki gibi bir kanlı baskın değil bu kez sadece bir taktiksel hamleden ibaret kalması ise çözüm sürecinin geri döndürülemez gücünü ortaya koymuştur.

Bir de Öcalan’ın 2011’deki gibi kararları tevil edilemeyecek bir biçimde duruma hakim olduğunu. Son kongrede çözüm sürecinden çekilme kararını verme hakkı doğrudan Öcalan’a bağlandı. Yani kırmızı düğme İmralı’da. Bu kararı Öcalan’ın Bayık’a bırakmayacağını bilmek için ikisi arasındaki hiyerarşik uçurumunun farkında olmak yeterlidir.

Öcalan 25 Ocak 1999’da İtalya’da kaldığı evde konuştuğu El Wasat gazetesinin “Cemil Bayık hala partinin ikinci adamı mı?” sorusuna verdiği cevap epey açıklayıcı olabilir:

“Bizim rakamlarımız yok. Birlik sonuca götürecektir. Ne yazık ki tenkitlerim sağlam temellere dayanıyor. Cemil Bayık mesela pratik tecrübesini geliştirmeyi başaramamıştır. Bazı hatalarını topluma ilan etmiştir. Örnek verecek olursak iki defa genel komutanlığı bırakmaya kendi başına karar vermiştir. Bunların ilki 1995’te, ikincisi 1997’de olmuştur. Bu çok tehlikeli bir durumdur. Kürdistan’ın ortasında Zap Vadisi’ndeydik. 50 bin Türk askeriyle savaşabilecek beş bin savaşçımız vardı. Fakat karşı koymadı. O son derece samimidir. Ancak son derece de ferdi hareket eder. Pek çok askeri sorumlumuzun idamına karar vermişti. Bunun uygulanmasını kabul etmedik. Bu askerler her ne kadar savaş suçları işledilerse de başka sebepler onların yeniden kazanılmasını gerektiriyordu.

Yıkıcı nefretin eylem planı

Mesela Bayık yaralılarımızın öldürülmesi taraftarıydı. Canlı olarak eline geçmesini istemiyordu. Bu işi de reddettik. Merkez komitesinin şikayet ettiği hastalık şudur; bana son derede bağlı olan kişiler pratikte aksi istikametlere gidiyorlar, ben bu hastalığı iyileştirmeye niyetliyim. Partiye kesin hâkimiyet dış görünüşte olan bir şeydir. Fakat muhteva ayrı bir meseledir. Bütün üyeler bana son derece bağlıdırlar. Ölmelerini istesem bu talebimi yerine getirmekte bir an tereddüt etmezler. Fakat onların şahsi yeteneklerinde eksikler var. Siyasi komutanım üzerine düşen vazifeyi yapmadı. Geleceği görememe, şahsi davranışlarda bulunma dar bakış açısına sahip olma bu hatalardır ben bu kimliği değiştirmek istiyorum.”

Sürecin en önemli güvencelerinden biri de dünyanın desteğidir. Gezi Pparkı Ayaklanması’nın sürece en olumsuz etkisi hükümetin Batı’nın desteğini kaybettiği, Türkiye’deki iktidarının da sallandığı algısının, yine yanlış hesap yapan İstanbul sermayesi ve elitleriyle birlikte Kandil’in de satın alması oldu. Buna “Erdoğan’la barışma” diyen PKK’nın İstanbul, Ankara ve Avrupa’daki kötü çevresinin mahalle baskısı da eklemek gerekir. 30 yıl büyük bedeller ödeyerek direnen bir halka tam barışa giderken tekrar diren çağrısı yapanların derdinin Kürtler olmadığını uzun uzun tarif etmeye gerek yok.

Ama en son G-20 zirvesiyle biten Türkiye’nin kısa süreli “değerli yalnızlığını” fırsata çevirmek isteyenlerin kaçırdıkları şu oldu: Batı’nın esas olarak Erdoğan iktidarıyla da çözüm süreciyle de bir sorunu yoktu. Batı’nın derdi Erdoğan’ın kanatlarıylaydı. Arap Baharı’nın arkasından radikal İslam’ın çıktığını düşünen Batı, Mısır’da ortaya dökülen yeni bir stratejiye geçmeye karar verdi. Bunun için bölgesel bir aktör ve kararı verici olarak engel olduklarını düşündükleri Erdoğan’ın kanatlarının kırılması gerekiyordu. Kesinlikle uluslararası boyutu olmadan anlaşılamayacak Gezi Parkı Ayaklanmasıyla bu başarıldı. İngiltere’de İslamcı militanlarca kafası kesilen subayla İngiliz Meclisi’nden geçmeyen Suriye kararı, ABD’de Libya saldırısı ve Boston saldırısıyla körüklenen radikal İslam korkusuyla Obama’nın Suriye çaresizliğini de bu yeni stratejinin başarı hanesine eklemek gerekir.

Ama son kertede çözümün en büyük teminatı hala Erdoğan’ın kendisidir. Avrupa’da burjuvazinin faşizme kaymasını sağlayan komünizmin varlıklarına yönelen tehdidi olmuştu. Yıkılmak istenen iktidarlar içe kapanır, sertleşir. Gezi Parkı’nda doğrudan Erdoğan’a yönelik yıkıcı nefretle Erdoğan iktidarı içine kapanmaya, yalnızlığa ve sertleşmeye zorlandı. Ama Suriye meselesiyle dünyada bu yalnızlık bitti. Demokratikleşme paketiyle de içine kapatma ve sertleştirme taktiği boşa çıkarıldı.

Çözüm süreci en büyük badireyi atlattı. Devlet içinde çözüm karşıtı çevrelerin kara propagandaları da artık ikna edici değil. Barış hala ayakta duruyor. Ve bize doğru yaklaşmaya devam ediyor...

(Star Açık Görüş)