AMERİKANLAŞMA, DEMOKRASİ, GÜÇ ve TOSCQUEVILLE

Ayda KIVILCIM YAZDI

VAN 7.10.2012 17:27:25 0
AMERİKANLAŞMA, DEMOKRASİ, GÜÇ ve TOSCQUEVILLE
Tarih: 01.01.0001 00:00
AMERİKANLAŞMA, DEMOKRASİ, GÜÇ ve TOSCQUEVILLE
 
Eflatun’dan Burke’e kadar uzanan demokrasi tartışmaları tarihi, gerçek dışı kalmanın ve yeterli miktarda deneyimden yararlanamamanın sebebiyet verdiği yoksunluklar dolayısıyla büyük eksiklikler taşımıştır. On yedinci ve on sekizinci yüzyıllardaki İngiliz, Amerikan ve Fransız inkılâplarının (devrim değil) önderleri, demokrasiyi bir başlangıç değil, bir sonuç, bir hedef olarak insanoğlunun hürriyet (özgürlük değil) uğruna giriştiği mücadelelerin zirvesi olarak gördüler ve yazımızın başında da belirttiğimiz gibi demokrasi bir hayal olduğu sürece onu gerçekçi bir tutum olarak ele almak imkânsızdı ve dahası, İngiliz, Amerikan ve Fransız inkılâplarını gerçekleştiren inkılâpçılar (revolutionary), demokrasiyi henüz bir hayal olduğu için verdikleri mücadelelerin zirvesi, sonucu olarak görebildiler ki, kanaatimizce bu en büyük düşünsel hamlığın sonucuydu. Düşünsel hamlığın bir sonucuydu, çünkü inkılâpçılar, demokraside insanın ulaşabilme kapasitesi içinde bir cennet görüyorlardı ve fakat muhalifleri olan muhafazakârlar (conservative) öngörmüşlerdi ki, eğer demokrasi yeterli bir süre varlığını koruyacak olursa toplumun ve toplumu destekleyen ahlaki yargıların yıkılışıyla sonuçlanacaktır.
 
Demokrasi muhaliflerinin ileri sürdükleri öngörüler, Türkiye gibi dünya sistemi tarafından denetlenen ülkelerde anlaşılamayacaktır elbette ki. Çünkü Türkiye gibi ülkeler, bir medeniyetin etki alanından diğer bir medeniyetin (civilation) etki alanına geçişi dolayısıyla yaşanan sarsıntıları dahi atlatabilmiş değiller. Türkiye gibi ülkelerde medeniyet dendiğinde anlaşılan şey, insan etkinliğin kurumsallaşması değildir, bilakis, medeniyet dendiğinde gerçekleştirilen söylemler, bir savunma söyleminden hiç de farklı değildir. Bu gerçek, örneğin Türkiye’de yaşayan Sosyalistleri, Müslümanları (ve elbette ki İslamcıları), İslam’ın etki alanında olmayan bir hayat biçimini sürdürmelerine rağmen morfolojik ve andrometriye dayanmadığını iddia ettikleri milliyetçilik savunucularını, ideolojik birçok alanda tektipleştirmiştir. Bugün medeniyet dendiğinde bir yaşam tarzının ve dolayısıyla bir dünya görüşünün (Universalizm) savunusu yapılır iken, bu savunudan dolayı kendine pay çıkarmak ve bu savununun en iyi biçimde İslamcılık ile yapılabileceği yönündeki refleksin “biz de insanız” refleksi olduğunu anlamamız gerekiyor. Bir yanaşma kültürüyle, şu an tüm dünyayı egemenliği altında inleten dünya sisteminin etkili ve yetkili bir birimi olunamayacağı gerçeğini kavrayabilecek merkezlerimiz dahi bulunmaz iken, gerçekleştirdiğimiz savunular, bu topraklarda yaşayan her insanın hayatını ve ruhunu sabote etmektedir.
 
Modern dünyanın ilk büyük demokrasisi ABD demokrasisidir. Çünkü sadece ABD’nin kuruluşu ve başarısından sonra demokrasi meselesi, istekler ve varsayımların belirsiz dünyasından pozitif ve ampirik gözlemlerin sağlam alanına inebilmiştir. ABD’nin kuruluşundan ve başarısından sonra demokrasi tartışmaları tarihi, gerçek dışı ve deneyimsiz olmaktan kurtulmuştur. On dokuzuncu yüzyılda demokrasinin toplum ve yönetim alanında “karşı konulamaz” yeni bir biçim olduğunu ilk kavrayan ve ABD’nin demokrasi alanında dünyanın kilit önemdeki laboratuarı olduğunu söyleyen insan, bir Fransız soylusu olan Alexis de Tocqueville olmuştur. Tocqueville’in ailesi en eski Norman asillerindendir ve babası Fransa’nın idari bölümlenmesinde en yüksek idari makamı, yani valiliği üstlenmiş bir asildi. Tocqueville’in siyasete olan ilgisi, ailesinin siyasetin merkezindeki konumundan dolayı doğal olarak oluşmuştur ve Fransız İhtilali sırasında anne tarafından olan büyük ebeveynleri ve teyzesi idam edilmiştir. Toscqueville, aile geleneğine uyarak hukuk tahsil etmiş ve henüz 21 yaşındayken yargı mesleğine başlamıştır. 1839’dan 1848’e kadar milletvekilliği yapmış ve bu dönemde anayasal muhalefette ortanın solu istikametinde oy kullanmıştır. 1849’da Fransa’nın Dış İşleri Bakanlığını yapmış ve Louis Napoleon diktatörlüğünü ilan ettiğinde kendisini ısrarla işbirliği için davet edince Toscqueville, kamu hayatından çekilmiştir. Toscqueville, tavizsiz ve gözüpek standartlara sahip bir kişiliğe ve zekâya sahipti ve dolayısıyla hiçbir zaman önemli bir parlamenter olamadı ve insanların karmaşasıyla uğraşmaktan ve bu işten başarılı bir biçimde çıkmayı da başaramadı. Tavizsiz ve gözüpek standartlara sahip olmanın doğal bir sonucuydu bu durum ve fakat aynı durum, onun Napoleon’un diktatörlüğüne bulaşmamasını da sağlamıştı. Aktif politikadan çekilmesi, ona “Eski Rejim ve İhtilal” isimli içe işleyen bir çözümlemeyi yazma fırsatını sundu. Yeni anlayış zeminini, Fransız İhtilali’nde ani değişmeden ziyade devamlılık unsuruna parmak basarak paramparça etti:
 
“Despot düştü; fakat eserinin en asli kısmı ayakta kaldı; onun idari sistemi, yönetimini yaşattı.”
 
Toscqueville’in siyasal düşünceye yaptığı en büyük katkı, Amerika’da Demokrasi isimli eseridir. Bu eserin derinliğine ve isabetli öngörülerine, çözümlemelerine sahip diğer bir eser daha yok ve dahası böyle bir eser, bir Amerikalı düşünür tarafından dahi kaleme alınamamıştır ki, Toscqueville, bir Fransızdır. Edebiyat tarihi meraklılarının en iyi bildiği şeylerdendir: Başka ülkeler hakkında yazılmış eserler kadar çabuk eskiyen ya da unutulan eserler yoktur. Bu gerçeğe rağmen Amerika’da Demokrasi, meseleye vakıf olan dünya insanları ve otoriteleri tarafından hala bir başucu eseri olarak algılanır ve okunur. Toscqueville, bu eseri Amerika’da sadece 9 ay kalmakla yazmıştır ve eserin ilk cildi Toscqueville, henüz otuz yaşındayken basılmış ve ikinci cildi ise beş yıl sonra basılabilmiştir. Toscqueville’in sahip olduğu geleceği görme yeteneği ya da basireti (ki basiret aynı zamanda şimdiki zamanı doğru yorumlayabilmek demektir), Kuzey Amerika’nın yüz elli milyon nüfuslu olacağı ve Rusya ile ABD’nin her birinin dünyanın bir yarısının kaderine etkili olacağı yolundaki öngörüleriyle örneklenmiştir.
 
Fransa’da 1830 yılında gerçekleşen Temmuz İhtilali’nin meşruti bir yönetim kurmasından hemen sonra Toscqueville, Amerika’ya gitti ve niyeti, demokrasinin varsayımlar bulutlarından sıyrılıp gözlemin ampirik alanına indiği bir alanda, yani ABD’de demokrasiyi incelemekti. Toscqueville, söz konusu eserinde;
 
“İtiraf ederim ki…” der ve devam eder, “Amerika’da, Amerika’dan fazlasını gördüm; demokrasi düşüncesinin bizatihi kendini aradım, bunu kendi eğilimleri, kendi karakteri, kendi önyargıları ve kendi tutkuları içinde bulmaya yöneldim; demokrasinin gelişmesinde bize nelerin korku verici, nelerin umut verici olduğunu öğrenmeye çabaladım.”
 
Amerika’da Demokrasi isimli eserinin giriş kısmına kitabın özünü teşkil eden düşünceyle başlar ve bu düşünceyi ve bugünkü güncel sonuçlarını kavramak, bizler için hayati önemdedir:
 
“Birleşik Devletler’de kaldığım süre içinde ilgimi çeken yeni nesneler arasında hiçbir şey bana şartların genel eşitliğinden daha fazla güçlü bir şekilde etkili olmadı.”
 
Yirminci yüzyılda yapılan siyaset incelemelerinin ana karakteri, yönetim tarzının incelenmesini, halkın yaşama biçiminden, sosyal, eğitsel, iktisadi ve dini kurumlarından ya da eğilimlerinden ayırma eğilimidir ve fakat Toscqueville, Amerikan hayatının temeli olan koşulların eşitliğinin ülkenin politik karakterinin ve hukukunun ötesine uzandığını ve bu gerçeğin sivil toplum üzerinde olduğu kadar, devlet üzerinde de kanaatler yarattığını, duygular doğurduğunu, bir hayat pratiğini telkin ettiğini ve eğer üretken değil ise, onu biçimlendirdiğini de kavramış bir siyaset filozofudur.
 
ABD demokrasisi, Avrupa’nın sahip olduğu etnocentrist önderlik kanaatini de yıkmıştır denebilir ki, Avrupa’ya rağmen var olmuş bir yapıyı da ifade eder ABD. Bu gerçekleri ilk defa ifade eden Toscqueville, ABD’nin, dünyanın demokraside yaşayacağı en büyük tecrübeleri olacağını da görmüştür. On dokuzuncu yüzyılın başlarında ABD, düşünsel bakımdan, UK’un (İngiltere) bir taşrası ya da kolonisi olmaktan fazla bir şey değildi. Dolayısıyla ABD’yi ziyaret eden her filozof tarafından bir taşra ya da koloniye uygun bir biçimde muamele görüyordu. Gözlerine ilişen Amerikan hayatının kabalığı ve saflığı hoşlarına gitse de, bu yüzeysel görünümün ötesinde yeni bir sosyal ve politik ilkenin kendini tüm dünyaya tanıtmak ve gerçekleştirmek için mücadele vermekte olduğunu Toscqueville’in dışında hiç kimse göremedi. Yirminci yüzyılın ortalarına gelinceye değin hiçbir Amerikalının bile inanmadığı bir şeye inanmıştı Toscqueville: ABD, Avrupa’nın ve bilhassa UK’un kolonisi olmaktan çıkacak ve hatta Avrupa’ya ve giderek tüm dünyaya yön verecek ve dünyanın Amerikanlaştırılması mümkün olabilecekti.
 
Amerikanlaşma denen şey, Türkiye gibi denetlenen her ülkede her şeyden önce olumsuz olarak algılanan bir şeydir. Yani Amerikanlaşma gerçekleşmiş olduğu halde Amerikanlaşmayı olumsuz olarak algılamak ve algılatmak, özellikle Müslüman ülkelerde büyük bir muvazaanın sonucu olarak vardır. Oysa Müslüman dünya, modern medeniyet karşısında bir alternatif oluşturma çabasında bile değildir ve hatta alternatif oluşturma niyetinde olanları başarısızlık ve eziklikle suçlamaktadır. Kanaatim odur ki, Müslüman dünya görüşünün modern medeniyet karşısında bir alternatifi oluşturması kadar Müslüman dünya görüşüne aykırı bir durum olamaz, çünkü Müslüman dünya görüşü, modern medeniyetin sahip olduğu ufku her şeyden önce sahip olunmaya değmez bir değerde görmektedir. Modern medeniyetin alternatifinin ne olduğunu anlamamız için Adolf Hitler’i ya da Ezra Pound’u anlamamız gerekiyor ve fakat kendi kaynaklarımıza dönük isteksizliğimizi hatırlayınca Adolf Hitler’in anlaşılması teklifinin bile gereksiz hatta enayice olacağını anlıyoruz.
 
Amerikanlaşma, temel olarak koşulların eşitliği ilkesine dayanır ve sürekli artan ve sınır tanımayan bu ilkenin en önemli sonucu, emperyalizmdir. Meseleye vakıf olduğu düşünülen her kaynak bugün, bu ilkenin emperyalist işgal anlamında değil, sadece sürekli olarak artan ve yaygınlaşan bir koşulların eşitliği anlamında kullanırlar. Bu tavır, söz konusu ilkeyi sonuçlarını görmezden gelerek benimsemenin ve zulme alet olmanın bir sonucu olarak biçimleniyor. Koşulların sürekli artan eşitliği, dünya görüşlerinin tek bir kaynak dolayısıyla biçimlenmesini gerektirir ve bu gerçeğin göz önüne alınmamasının en önemli sebebi, modern medeniyetin getirilerine talip olmaktan başka bir şey değildir. Koşulların eşitliği meselesinin bir medeniyet-içi ya da sistem-içi bir mesele olduğunu göze görünür kılmak için anlaşılması gereken en önemli konu, teknoloji ve bilim meselesidir. Kökenini on birinci yüzyıla dayandırmış bulunan bugünkü teknoloji, yeryüzünde ve giderek tüm evrende sınırsız bir kontrol isteğinin sonucu olarak belirlenmiştir ve bu teknik anlayışın kökeninde ulûhiyet ve rububiyet iddiası vardır. Amerikanlaşma ve tektipleşme, koşulların eşitliği ilkesini emperyalist bir işgal aracına dönüştürmüştür ve bugün bu anlayışın, yani Amerikanlaşma dışındaki hiçbir teknik ve bilim anlayışına adeta müsaade edilmemektedir. Özellikle bilimsellikle nitelenen düşüncelerin yeryüzündeki serencamının incelenmesi sonucunda, Amerikanlaşmanın ne olduğu daha iyi anlaşılabilecektir. Özellikle Türkiye gibi ülkelerde tam bir kültürel jenosit ya da asimilasyon olarak uygulanan modernleşme hareketlerinin handiyse tamamı, Amerikanlaşma denen gerçeğin yaygınlaşması uğrunadır. “Batı’nın ahlakını değil, tekniğini alalım” yollu önermeler, “bu mümkün müdür?” sorusunun sorulamayacağı bir biçimde düzenlenmiştir. Oysa hiçbir tekniği, ahlakını almaksızın ve içselleştirmeksizin almak mümkün değildir. Çünkü bir bilimi veya teknik anlayışı sürdürmenin en vazgeçilmez donanımı, o tekniğin ya da bilimin ahlakıdır. Çünkü her teknik ya da bilim, bir şeye doğrudur, bir yöne sahiptir. Bu bağlamda Müslüman dünyanın yaptığı çeviriler dolayısıyla ateşlenmiş bulunan Rönesans’ın anlaşılması meselenin daha da iyi bir biçimde kavranmasını sağlayacaktır. Müslüman dünya, çevirileri yaptığı halde o çevirilerden faydalanmış olan Batı’nın ulaştığı sonuçlara neden ulaşamamıştır? İslam’ın, Batı’nın hedeflediği anlamdaki bir ilerleme düşüncesini gerçekleştirmesi mümkün değildir. Yani İslam’ın Müslüman toplumları geride bıraktığı iddiası aslında gerçeğe uygundur. Çünkü İslam insan tekinin neden yeryüzünde bulunduğu konusunda apayrı bir yerde durmaktadır ve bu anlamda İslam, Batı’nın öngördüğü ve dayattığı anlamda bir hayat ve evren algılama biçimini kabul etmemektedir.
 
Amerikanlaşmanın ve giderek milli devlete eşlik eden demokrasinin handiyse hiç göze batmayan ve gizlenen vasfı, onun uyguladığı terörün fiziksel şiddet içermemesiyle gerçekleşir: Kamu kanaatinin çoğunluğa mal olmamış bakış açılarını baskı altında tutan iktidarı. Yani bireyin, teşhir edilmeksizin “auto-da-fé” (engizisyonun diri diri ateşte yakma cezası) terörüne ya da yıldırısına uğratılması vakıası. Bu terör, var oluşu engelleyen bir terördür ve sonuçları itibariyle idam cezasının sonuçlarından daha vahimdir. Toscqueville, bu yılgının “her milletin sakıngan ve çalışkan hayvan sürüsü olmaya indirgendiği, bu sürünün çobanının hükümet olarak tanındığı zamana kadar sürdürüldüğünü” söyler.
 
Ve Toscqueville, demokrasinin ne olduğu konusunu iyice anlamakla, aslında dönemin değişen trendini ya da gücünü fark etmiş ve 1841’de “İçgüdüm, Kanaatim” başlıklı bir makale kaleme alarak şunu söylemiştir:
 
“Düşünsel olarak, demokratik kurumlara meylim var, ama ben içgüdümle aristokratım, yani avamı hakir görür ve ondan korkarım. Tutkulu şekilde hürriyeti, kanunu, haklara saygıyı severim, ama demokrasiyi değil. Ruhumun hakikati buradadır.”
 
Ve devam eder Toscqueville:
 
“Muhafazakârlardan (İmparatorluk ve aristokrasi taraftarları) amaçları bakımından değil araçları bakımından farklıyım, oysa ihtilalcilerden (milli devlet taraftarları) hem amaç hem de araçları bakımından farklıyım.”
 
Toscqueville, demokrasiye direnilemeyeceğini, ona körlükle, kısır nefretle muhalefet etmenin boşuna olacağını anlamıştı ve fakat anladığı diğer bir gerçek ise şuydu: Demokrasiyi tutkulu bir biçimde kucaklamaksızın ona hoşgörü gösterecek kadar şüpheci olunmalı. Ve Toscquville’in şu tespiti, kanaatim odur ki modern zamanlarda vurgulanmış en sağlam siyasi tutamaktır:
 
“Gerekli kurumlar adını verdiğimiz kurumlar, çoğu kez inşasına yatkın olduğumuz, inşasını alışkanlıklarımız içinde yürüttüğümüz kurumlardır.”
 
Modern tarih bizlere şunu gösterebilir: Milli devlet ve demokrasi, aslında bir “Kapitalistler aristokrasisidir”. Kapitalistler aristokrasisinin yükselebildiği kültürel, sosyal, askeri, ekonomik, siyasal toplum yapılanmalarının adıdır demokrasi ve milli devlet. Demokrasi iki sebepten ötürü endüstrinin gelişmesine elverişli bir ortamı hazırlıyor ve bu sebeplerin ilki:
 
Demokraside küçük bir aristokrat sınıfın refahından öte herkesin maddi refahı vurgulanır ki bu sebeple talep sürekli olarak artar. İkinci sebep ise, doğum, sınıf ve kast sınırlandırması olmaksızın fırsat eşitliği, refah elde etmek üzere yeteneğin iş ve sanayi alanına girmesinin cesaretlendirilmesidir. Bu durumda kaçınılmaz olarak seri üretimin yaygınlaşması, üst düzeyde uzmanlaşmış ve iş bölümü esasına göre çalışan yeni tip bir işçi sınıfı ortaya çıkmaktadır. Ekonomik olarak ne kadar etkili olsa da, kitle üretiminin çok ciddi sonuçları vardır. Çünkü işçi ilerlediği oranda insan gerilemektedir. İşçi emeğini ve zekâsını bir tek ayrıntıda ne kadar çok yoğunlaştırırsa işverenin yaygınlaşmış bir bütünü o kadar çok gözaltında tutması gerekmekte ve böylece işverenin zihni genişlediği oranda işçininki daralmaktadır. İşveren giderek bir imparatora benzemekte iken işçi ise bir köleye benzemektedir ve fakat bu ilişki ağının daha da gelişmesine rağmen işçi ile işveren arasında hiçbir gerçek ortaklık bulunmamaktadır. Bu aslında aristokrasiden başka bir şey değil ve fakat daha da kötü olabildiği de vakidir. Yine de demokrasi ile sanayi inkılabı arasındaki şu paradoksu görmek gerekir: Bir yanda demokrasi, sanayiye dayalı iktidar, halkın yaşam standardını yükseltmekle gelişmesine yardımcı olmaktadır; diğer yandan, sanayileşme süreci demokrasinin asli temellerini tehdit eden yeni eşitsizlik meseleleri doğurmaktadır.
 
Müslüman toplumlar açısından demokrasi direnilmesi mümkün olmayan bir “güçtür” ve bu güce direnmek sahrada tarım yapmakla aynı miktarda beyhudedir. İslam’ın bünyesine uygun bir pragmatik şüpheciliğin, özellikle milli devlet ve demokrasi konusunda uygun bir siyasal geleneğe yol açabileceği yönündeki ihtimali, her zaman göz önünde tutmak gerekiyor. Demokrasinin ve milli devletin her şeyden önce bir gücün anlayışı dolayısıyla biçimlendiğini anlamak, meselenin önemli bir yönünü teşkil ediyor ve fakat demokrat olmakla, demokratik işleyişin taraftarı olmak arasındaki fark, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana alabildiğine büyüdü.