“ALGI YÖNETİMİ” ÜZERİNE

Haydar ÖZTÜRK

VAN 27.05.2016 09:36:42 0
“ALGI YÖNETİMİ” ÜZERİNE
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Algı yönetimi, kavram olarak çok gündemimizde olmamasına rağmen, aslında hayatımızın her alanını kuşatmıştır. Çünkü algılar duygularımızı, duygularımız da davranışlarımızı, davranışlarımız zihinlerimizi yönetiyor.

Dolayısıyla dini, sosyal ve ekonomik yaşantımızı kuşattığını görüyoruz. Algı yönetimi, yanlış bir algıyı düzeltmek için kullanılabileceği gibi, insanları kandırmak, gerçekleri ve asıl niyeti gizlemek veya kötü niyetle menfaat elde etmek gibi amaçlarla da kullanılabilir.


Algı yönetimi için yapılacak en etkili tanımlama şu şekilde olabilir:“Hedef kitleyi istenilen bir fikir ve amel üzerinde rıza gösterecekleri bir inanma ve ikna olma sürecine sokmaktır.” Literatüre girdiği biçimiyle tanımlayacak olursak; “Kitlelerin duygu, düşünce, amaç, mantık, istihbarat sistemleri ve liderlerini etkileyerek seçili bilgilerin yayılması veya durdurulması; bunun sonucunda hedef davranış ve düşüncelerinin hedefleyenin istekleri doğrultusunda yönlendirilmesi” diyebiliriz.

Amerikalı Siyasetçi Henry Kissinger’in konuyla alakalı şu sözü algı meselesini daha da netleştirmektedir; “Bir şeyin gerçek olmasından daha önemli olan o şeyin gerçek olarak algılanmasını sağlamaktır.” Globalleşen dünyada insanları ve toplulukları etki altına almanın psikolojik harekâtlarından algı operasyonları en etkili yöntemlerden birisidir.

Özellikle radyo, TV, gazete, dergi gibi medya unsurlarıyla beraber sosyal medya gibi dijital dünyanın oluşturdukları potansiyel güç göz önüne alındığında, tesir altına alabileceği nüfusun ne denli geniş kitleler olabileceği aşikardır.

Dünyanın öbür ucunda siyasal, ekonomik, kültürel, dini vb. anlamda birçok şeyin nasıl da çabucak değişebileceğini bizlere defalarca ispat eden bir psikolojik harekât yöntemi olan algı operasyonları, yaşadığımız dönem içerisinde bizleri yönlendirmeye devam ediyor.

Algı yönetimi, kavram olarak çok gündemimizde olmamasına rağmen, aslında hayatımızın her alanını kuşatmıştır. Çünkü algılar duygularımızı, duygularımız da davranışlarımızı, davranışlarımız zihinlerimizi yönetiyor.

Dolayısıyla dini, sosyal ve ekonomik yaşantımızı kuşattığını görüyoruz. Algı yönetimi, yanlış bir algıyı düzeltmek için kullanılabileceği gibi, insanları kandırmak, gerçekleri ve asıl niyeti gizlemek veya kötü niyetle menfaat elde etmek gibi amaçlarla da kullanılabilir.

İslamofobi de algı yönetiminin en başarılı örneklerinden birini oluşturuyor. Bu sayede üç beş terörist bahane edilerek koskoca İslam dünyası terörist gösterilmeye çalışılıyor.

Bir yandan da demokrasi getireceğiz diye dünyayı ve İslam âlemini kana bulayan ülkeler demokrasinin beşiği olarak gösteriliyor.

Algı yönetimine içeriden(!) bir örnekte şudur: Siz eski Yeşilçam filmlerinde hiç eli yüzü düzgün bir “imam” gördünüz mü? Hepsi çok çirkin, itici, yalancı ve üfürükçüdür.

Bu filmlerdeki ev sahipleri de genelde zengin hacı emmiler olur. Bu filmlere göre bu hacı emmiler hem cimri hem sahtekâr hem de insanlıktan çıkmış merhametsiz tiplerdir.

Bu ve benzeri tiplemeler de İslam karşıtlarının kullandıkları çarpıcı örneklerdir.

Fiziksel olarak içinde yaşadığımız çağda, zihinsel olarak bir başka çağda yaşıyoruz.

Birden fazla kültür, kimlik, birbirleriyle çatışan değer sistemlerinin,  etkileri altında bulunuyoruz. Kontrol edilmesi ve sınırlandırılması mümkün olmayan dönüştürmelere algı yönetimi maruz bırakılıyoruz.

Kozmopolit tarzlar, tavırlar, kişilikler, konumlar sergiliyoruz.

Bunun altında yatan tek kelime “algı yönetimi”dir. Dünyayı yönetenler, bütün toplumlara, Avrupalı Amerikalı bir kültür empoze ediyor, dayatıyor.

Bütün bunlar olurken, Müslümanlar, İslami temel, ilke ve önceliklere dayalı tutarlı bir referans çerçevesine ve paradigmaya sahip olmuş olsaydık, onların dayatmaları bir sorun teşkil etmeyecekti.

Müslümanlar olarak sistematik bütünlüğü, kuşatıcılığı, gerçek hayatta karşılığı olmayan İslami bir dil/söylem kullanıyoruz.

Hepsi ayrı telden çalan İslami(!) gruplara bakan geniş kitleler ise döneceği başka kıbleler arıyor, ideolojilerin kapılarını çalıyor.

Yeni bir algılama biçimi oluşturamadığımız için, ezberimizi bozmayıp yavan tekdüzeliklerimizi ısrarla sürdürüyoruz.

Gerçek sorunlarla hesaplaşamadığımız için, algı yönetimi marifetiyle sahte sorunlarla uğraş(tırıl)ıyoruz.

 Soğuk Savaşın sona ermesinden bu yana dünyada hâkim olan tek bir sistem var; o da kapitalizmdir. Kapitalizm insanları, eğitim hayatı bittiği anda çalıştırmaya, borçlandırmaya, aslında ihtiyacı olmayan ürünleri aldırmaya, sürekli yeni alternatifler sunarak yenisine sahip olmanın gerekliliğine dayanan bir sarmal sunmaktadır.

Toplumlar genel itibariyle yüzeysel düşünürler, fakat içlerinde derin ve aydın düşünenlerin sayısı topumdan topluma değişir.

Okuma-yazma oranı, mezuniyet derecesi, sosyolojik özellikler ve ideoloji faktörü düşünen insan sayısını belirleyen unsurlardır.

Toplumsal hafıza denilen geçmişe dönük tarihsel süreci hatırlama ve tecrübe etme oranı da yine aynı unsurlara bağlı olarak değişir. Bu sebeple analiz eden, yorumlayan ve eleştiren bir toplumun varlığı o devlet için kalkınmışlık seviyesini belirler.

Bu ise dünya dengelerini elinde şekillendiren ideolojik devletler için büyük önem arz eder.

Zira ideolojik devletler uydu/sömürü devletlerin kalkınmışlık seviyesini bulunduğu düşük halde muhafaza etmek ister. Bu yüzden gelişmelerin gerisinde kalmış, değerlendirme yapamayan, eleştiremeyen asalak bir toplum oluşturur.

Tıpkı İngilizlerin Hindistan’ı sömürüsüne kattıktan sonra mistik yaşam tarzını halka enjekte edip orada ajanlarını istediği gibi kullanma fırsatı bulduğu gibi. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra sıklıkla kullanılan bu yöntem, teknolojinin ve sosyal bilimin gelişmesiyle birlikte daha profesyonel hale gelmiştir.

Artık uydu/sömürülmüş devletlerin yerine siyaset yapan ve buradaki halkların yerine düşünerek, çözüm üreten kurumsal bir yapı oluşmuştur.

Bu yapının mimarları kapitalist devletler ve sermayedarlar olup en önemli misyonları toplumları içindeki işbirlikçileri ile yönetmek ve kontrollerini ellerinde tutmaktır. Hatta kısa vadede hedefleri halkların neleri düşünüp, neleri düşünemez hale geldiğini kendi insiyatiflerine almak ve bu şekliyle güçlü olan konumlarını korumaktır.

Bunun içinde yönetenler toplumlara uydurulan din pompalarlar. Çünkü uydurulan dinin taliplerinin adalet, eşitlik, devlet talebi, sorgulama, araştırma gibi duyguları dumura uğratılmıştır.

Klasik dönemde devletlerin gücünü belirleyen etmenler; nüfus, ekonomik yapı, askerî güç, jeofiziksel ve coğrafi özellikler olarak belirirken; günümüzde devletlerin gerçek gücünü belirleyen unsurların başında caydırıcılık ve kabul ettirme kapasitesi /algı yönetimi gelmektedir.

Algı yönetimi 21. yüzyılın en sessiz silahıdır.

Devletler bölgesel ve küresel bir güç olmak, iktidarlarının ve politikalarının meşruiyetini sağlamak için; kurumlar ve fertler ise itibarlarını yükseltmek, faydalarını arttırmak için hedef kitleleri ikna etmenin ve onlara kendi gözlerinden dünyaya bakmalarını sağlamanın yollarını aramaktadırlar.

Bu yolların en etkilisi olarak da algıları değiştirmek ve hangi algının yerleşmesi isteniyorsa hedef kitleye o algının kazandırılma yöntemlerini uygulamaktadırlar. Kapitalist ideoloji dünyanın her yerinde İslâm’a ve Müslümanlara dair kıymetli olan ne varsa hepsini kıymetsizleştirme, basitleştirme gayelerini güdüyor. “Ahlak” mefhumunu Müslümanların zihninden kazımak ellerindeki büyük maddi gücü kullanarak “Ahlaksız bir toplum” hedefine ulaşmak için zamanla değişen algılar oluşturmaktadır.

Öyle ki; din anlayışımız nasıl olmalıdan tut, nasıl konuşmalı, nasıl giyinmeli, nasıl davranmalı, nasıl tüketmeli, kimleri örnek almalı, kimleri iktidara getirmeliye varıncaya kadar algı yönetiminin tesiri altındayız. Fiziksel keşifler yoluyla ekonomik üstünlük kazanan Batı dünyası, Avrupa-merkezci bir dil oluşturdu. Kendisini merkez olarak konumlandıran, tanımlayan bu dil, merkezin dışında saydığı bütün toplumları ve kültürleri nesneleştirdi.

Müslümanlar olarak ayrıntılar ve hamaset içerisinde kaybolduğumuz için, gerçeklikle yüz yüze gelememek gibi yapısal bir sorunla karşı karşıya bulunuyoruz. İslami anlamda, ilkesel tercihler, tarzlar, tavırlar ve duruşlarla ilgili sorumluluklar üstlenemediğimiz için, pragmatizmi tek ilke haline dönüştürüyoruz. Müslümanlar olarak algıları gündem oluşturamadığımız için gençlik akın akın, nihilizm, deizim ve ateizme yönelmektedir.

Mezhep ve cemaat kavgaları, eskimiş din dili, rivayet hegemonyası ise bu gidişatı hızlandırmaktadır. İslam’ın ve Ümmetin evrensel amaçlarını somutlaştıran bir dil kullanmak yerine, her mezhep, her cemaat kendi çıkar ve ihtirasları doğrultusunda özel bir dil, özel bir gündem oluşturuyor. Hangi mezhep, hangi cemaat adına gerçekleştiriliyor olursa olsun, her fanatizm, sorumsuz bir var oluşun yansımasıdır.

Her fanatizm, ne tür bir fanatizm olursa olsun, mezhep ve cemaat fanatizmi saldırganlık yoluyla kendisini ifade eder, kavgacılığı seçer. Bu nedenle her fanatizm patolojik bir olay olarak değerlendirilmelidir. Önce uyuş(turul)uyoruz, sonra uyu(tulu)yoruz.

Bir uyuyunca da uyanmak nedir bilmiyoruz. Algılarımızı kontrol altına almaya, yönlendirmeye dayalı yapılan tüm bilinçaltı operasyonlarının başarısında aklen ve kalben düşünme, sorgulama ve doğruyu arama yetimizi gerektiği gibi kullanamıyor olmamız büyük rol oynamaktadır. İnsanı insan yapan vasıfların başında düşünme yeteneği gelir.

Şayet, bir insan düşünme yeteneğini gerektiği şekilde kullanamıyor, ön yagıyla/kabulle kendisini bloke ediyorsa bu durumda söylenecek bir şey yok. Durum ciddi. Kimliğimiz, inançlarımız, değerlerimiz, tercihlerimiz vb. her husus bizi biz yapan bütünün birer parçalarıdır. Bütün, parçalarından koparılıp ayrılırsa geriye bir şey kalmaz. -
Haydar ÖZTÜRK/İktibas Dergisi Mayıs 2016/449