Akıl - Vahiy ilişkisiyle okumak

A.Araf Arat

VAN 14.09.2013 11:55:01 0
Akıl - Vahiy ilişkisiyle okumak
Tarih: 01.01.0001 00:00

Akıl -vahiy ilişkisini Kur’an’ın metodolojisine uygun kurabilen insan kavramsal düşünebilen insandır. Allah gereğine uygun okuma yaparak gerçek hayatla bağlantı kurmasını istediği Müslümanlardan, sorumlulukları gereği insanların kavramsal düşünebilmesini sağlamalarını da istemektedir. Kavramsal düşünebilme sağlıklı okuma yapabilme sürecinin bir ürünüdür. Akıl vahiy buluşmasıyla kavramsal düşünebilen ve sağlıklı bir okumayla olayları ve olguları gereğine uygun biçimde sorgulayarak anlayabilenler ancak akıl sahibi olabilirler. Bu demektir ki kavramsal düşünmek insanın akıl sahibi olmasıyla sağlanabilir ve eyleme dönüşebilir..

Akıl-vahiy ilişkisini hayatlarından gerileten Müslümanlar yeryüzü tarihinden de silinmişlerdir. Tarihin özne olarak bahsetmediği Müslümanları, günümüz dünyası tarihin nesneleri olarak görüyor. Müslümanlar asırlardır, yanlış okuma biçimleriyle yüzleşmedikleri için tarih yazmasını da bırakmışlardır. Peygamberin bıraktığı Kur’an’a olan gerçekçi yaklaşımı terk etmişlerdir. Kur’an ahlakını mistik davranış biçimiyle karıştırmışlar, inzivaya çekilerek yaşamayı ibadet gibi algılamışlardır. O’nun döneminde yaşanılan olaylardan yola çıkarak, nebevi mücadele sürecinin ortaya çıkardığı olgulara mutlaka bir tür kutsallık atfetmişlerdir. Siyer kitaplarında Peygamberin Cebrail ile Hıra’daki ilk buluşması mitolojilerde anlatılan hikayeler gibi anlatılır olmuştur. Nebevi mücadelesinin özünü anlatan Alak suresinin ilk beş ayetini eli ayağı birbirine dolaşan acemi bir Peygambere okutup sevr mağarasının içine hapsetmişlerdir. Müslümanlar Alak suresinin ilk ayetlerinde geçen okuma kavramının nasıl yapılacağını öğrenmek, kavramsal düşünmek, yaşamla kurulan bir ilişki biçimine dönüştürmek yerine, Muhammed’in (a.s) okuma yazma bilip bilmediğine yoğunlaşarak bununla ilgili uydurulan olağanüstü rivayetleri tartışmışlardır. Kur’an’ın ilk inen ayetleri bugün hala Hıra dağındaki sevr mağarasından dışarı çıkıp yeryüzüne yayılmamış gibi durmaktadır. Nasıl bir okumayla Kur’an’ı ahlak edinebildiğini kavrayamamış Müslümanların,  Resulululah’ın müşriklere karşı nebevi mücadelesinde ortaya koyduğu tavizsiz ve asla uzlaşmayan tavrını kavrayabilir mi? Müslümanlar bugün Kur’an  nasıl okunur’u açıklayamayan ciltler dolusu tefsir kitaplarına sahiptir. Kur’an nasıl ahlak ediniliri anlatamamış bir siyer algısına sahiptir. Asırlardır okumaktan kastedileni anlamadığı için gereğine uygun okuma yapamayan Müslümanlar peygamber ve inananlarının asırlar öncesinde akıl-vahiy ilişkisi ile yaptığı okumanın sonuçlarını şaşkınlıkla karşılamış, hayranlık içinde ulaşılması mümkün olmayan nostaljik bir kesit olarak kabullenmişlerdir. akıl-vahiy ilişkisinin damgasını vurduğu o döneme “asr-ı saadet dönemi” demişlerdir. Saadet’in akıl-vahiy ilişkisi ile ortaya çıkan bir sonuç olduğunu kavrayamamışlardır. Resulullah ve sahabelerinin aklı harekete geçiren, vahiyle ilişki kurarak iman ve mücadele pratiğini çağa bir yaşam biçimi, topluma bir düzen ve insanlığa örnek bir topluluk olarak sunduklarını anlayamamışlardır. Aklın vahiyle buluştuğunda neler yapabileceğini, kavramsal bir yaşam biçimini çok kolay bir şekilde geliştirebileceğini, her devrin asr-ı saadet olabileceğini kavrayamamışlardır.

Asırlardır yanlış algılarla yaşayabilmiş Müslümanların İslam’ı toplumun gerçekleriyle bağdaştırabileceği çağdaş  insan yaşamı olarak insanlığa sunabilmeleri mümkün müdür? İlkeli duruş, tevhidi duruş, nebevi mücadele yöntemi gibi son dönemde çok sık vurguladığımız söylemler havada asılı duruyor nedense.. Müslümanlar bu kadar yoğun, vurgulu söylenen cümleler kurabildikleri halde, 21. asırda hiçbir şey söylemeyen cümleler kurmuş gibi yaşıyorlar. Ezbere söylenen cümleler hiçbir şey söylemeyen, duyguların yoğunlukla yaşanması sonucu slogan olarak dışarı atılan gürültülü seslere dönüşüyor. Savunduğumuz davayı, içimizde yaşadığımız duygusal patlamalarımızı dışarıya rahatlıkla haykırabildiğimiz sloganlara dönüştürmekten öteye gidemiyoruz. Tarih böyle bir yaşam biçimiyle var olmaya çalışan toplulukların ontolojisini tanımlarken “Tarihin nesnesi” olarak tanımlıyor. Bugün ontolojik anlamda Müslümanlar yeryüzünün nesneleştirilmişleri, sesi sonuna kadar kısılmışları olarak biliniyor..

Müslümanlar bu sıkıntılı süreci nasıl aşabileceklerine dair bir anlayış, bir program, bir perspektif gösterebilmiş değiller. Ellerinde orijinal halde bulunduğunu bildikleri halde yol gösterici, klavuz,  hidayete götürücü, rehber, doğru ile yanlışı, hak ile batılı birbirinden ayıran özelliği ile canlı halde yaşayan Kur’an’ın farkında değillermiş gibi yaşıyorlar. Müslümanlar bu sıkıntılı durumu Kur’an’ı gereğine uygun okuma yapabilen bir toplumla aşabileceklerini düşünmelidir. Bu aşılması zor görünen süreç ancak akıl sahipleriyle mümkün olabilir. Akıl sahibi olmak okumayı gereğine uygun yapabilen demektir. Toplumu akıl sahiplerinin oluşturduğu topluma dönüştürmek önceliğimiz olmalıdır. Akıl gereğine uygun okuma yapamıyorsa, Onu taşıyan insanı akıl sahibi diye tanımlayabilir miyiz? Vahiyle buluştuğu halde okumayı yanlış yapan bir akıl için akıllı tanımlamasını yapabilir misiniz? Asılardır yanlış okumanın sonucu Müslümanlar akıl sahibi olma konumuna ulaşamadılar. Bir toplumun kendi nefsini Kur’an’ın içindekilerle değiştirmesi akıl sahibi olmasıyla mümkündür. Akıl yanlış okudukça akıl olmaktan çıkıyor, insan da insan olmaktan uzaklaşıyor, demektir. Yeryüzünün Kur’an’ı gereğine uygun olarak acil okuması gereken coğrafyası neresidir? diye sorsalar hiç tereddütsüz İslam coğrafyasını gösteririm. Yanlış Kur’an okuma biçimleri asırlardır  Kur’an okuduğunu zanneden Müslümanları Kur’an okumaktan dolayısıyla da aklın vahiyle buluşmasından mahrum bırakmıştır. 21. asır Müslüman coğrafya ‘da zilletin kol gezdiği asır olarak yaşanmaya başlamıştır. Tağuti rejimlerin doğuş gerekçeleri bellidir. Allah’ın hakikat olarak gönderdiği ile insan aklı arasına engeller koymanın, duvarlar örmenin diğer bir adıdır Tağut.. Yeryüzünün bütün Tağuti rejimleri 21. asır başlarında Kur’an’ın topluma yanlış okutulmasının baharını, İslam coğrafyasında Arap baharı olarak yaşıyorlar.

Peygamberler kendilerine gelen vahyi nasıl okuduysa dünyayı da/dünyaya ‘da öyle okumuşlardır. Dünyayı gereğine uygun bir akıl-vahiy ilişkisiyle okuyabilenler yeryüzündeki zulmü ortadan kaldırabilirler. Peygamberler bunu başarabilmişlerdir. Bunu başarabilmişler ki bize örnek gösterilmişlerdir. Peygamberlerin başarabildiklerinin bizim de başarabileceklerimiz olduğunu okumamız gerekiyor. Doğru Okumak bir meydan okuyuştur. Her Peygamber gönderildiği toplumun idarecilerine meydan okumuştur. Çünkü düzenin idarecileri toplumla kurdukları ilişki biçimini kölelik ve aşağılama üzerine oturtmuşlar, topluma hakikat olmayanı hakikat kendi batıl düzenleriymiş gibi okutmuşlardır. Oysa doğru okuma yapıldığında görülecektir ki böyle bir düzen, insanın tabiatıyla çeliştiği yalan üzerine kurulan bir düzendir. Doğru olan düzen insanın tabiatına uygun, Allah ile ilişkisinin teslimiyet ve kontrol ilişkisi ile sağlanabildiği düzendir. Peygamberler gönderildikleri topluma bu ilişki biçimini sunmuşlar ve buna karşı çıkan her düzene de hiç çekinmeden meydan okumuşlardır. Bu okuyuş elbette ki akıl-vahiy ilişkisi ile kurulabilen ve öyle okunabilen bir meydan okuyuştur. Günümüz Müslümanlarının yaptığı gibi istatistiksel yani demokrasilerdeki seçimin belirlediği sayı üstünlüğüne dayalı bir okuma değil..

Allah Okumasını bilen her akıl sahibi için dişi bir sivrisineği örnek vermekten bile çekinmemiştir. Dişi bir sivrisinek ya da bir örümcek Allah’ın ayetlerinden değil mi? İnsan okuma yapamıyor, aklını kullanmasını bilmiyorsa yeryüzündeki ve giderek kainatta ki ayetlerle buluşabilir mi? Bugün Müslümanların bu kadar kolay manipüle edilmelerinin sebebi çok basit görünen olaylara bile duyarsız kalıp, üzerinde düşünmeye değer bile göremeyip kör ve sağır bir halde yaşıyor olmaları değil mi? Müslümanlar Olayları görünür haliyle, ya da kendilerine gösterildiği şekliyle bilip, asıl görünmesi gereken hedeften uzaklaştırılmıyor mu?

Gerçek olanla, insanları yanlışa götüren yalan, uydurma, manipülasyon ve her çeşit vesvese arasındaki farkı akıl-vahiy ilişkisi sayesinde anlayabiliriz. Bugün Müslümanların Mısır konusundaki sorunlu yaklaşımlarından tutun, Suriye konusundaki yanlış tercihlerine varana dek yaşadıkları açmazları, akıl-vahiy ilişkisini kuramamanın getirdiği basiretsizliğin sonucu olarak görmek gerekir. Müslümanların yanlış bir mücadele yöntemini benimsemeleri ve bu tercihin beraberinde getirdiği uzlaşmacı bir çizgide belirginleşen temel ilkelerden taviz verme gibi zaafları, akıl-vahiy ilişkisini kuramamalarından kaynaklanmıyor mu? Dahası nebevi mücadelenin koordinatlarını kavramsal bir sistematiğe dönüştürememelerinden kaynaklanmıyor mu?  Bütün bunları akıl-vahiy ilişkisiyle sorgulayan doğru bir metodolojiyi uygulama zamanı gelmedi mi?

Rabbim bizi çağrısına kulak veren ve yalnızca kendisine itaat ederek, akıl-vahiy ilişkisini yaşanan hayatın içinde kurabilen kullarından eylesin! vesselam..