Ahmet Özcan

Ortak acı, adil hafıza: Örtülü sömürgeden gerçek devlet olmaya doğru

VAN 28.04.2014 10:46:17 0
Ahmet Özcan
Tarih: 01.01.0001 00:00

Bin yıllık dostluğun birden bire düşmanlığa dönüşmesinin nedenlerini adil bir hafıza içinde kavramak ve ortak bir acı olarak hesaplaşabilmek için herkesin dürüst olması şarttır. En önemlisi, rahmetli Hrant Dink’in hep vurguladığı gibi, Türkler ve Ermeniler, hatta Kürtler, Çerkezler, Araplar, Bulgarlar, Sırplar... Osmanlı’nın bu birbirine düşmanlaştırılmış halkları, geçmişle ve birbirleriyle hesaplaşmadan önce batıyla hesaplaşmak zorundalar.

Kendilerine “Fedailer Grubu” diyorlardı. Hepsi, Süleymaniyeli Şeyh Ahmet’e “ahid” vermişlerdi; “vücutlarımızı feda etmeye hazırız” diye.

13 Eylül 1859 Cuma günü 3 bin kadarı erkenden Tophane’ye gitti. Her birinin görev yeri ve ne yapacağı belliydi. Beklemeye başladılar. Bekledikleri bir işaretti.

Ama o işaret gelmedi. O gün ne olduğunu anlamadan dağıldılar.

Gerçekte o gün Kılıç Ali Paşa Camii’nde ortaya çıkan bir gizli ihtilal örgütlenmesiydi. İçlerinde din adamları, askeri paşalar, ulema, devlet görevlileri ve şeyhlerin olduğu gizli bir örgüt Cuma Selamlığı için Kılıç Ali Paşa Camii’ne gelen Padişah Abdülmecid’i devirip yerine Abdülaziz’i geçireceklerdi.

Ama öyle olmadı. Padişah’ı bekleyen fedailer, karşılarında Sultan’ın sadık askerlerini buldular. Gizli örgüt, kellesini almaya çalıştığı devletin birden kucağına düştü.

13 Eylül 1859 Cuma günü henüz Padişah Dolmabahçe’den çıkmadan Cami çevresindeki fedailer sessizce derdest edildi.

Hemen sıkıyönetim ilan edildi. Tutuklanan 80 kişinin hepsi bugün askeri lise olarak eğitim veren

Kuleli’de yargılandı, 44 kişi mahkum oldu.

Ulema, medreseliler, bürokrat ve tarikat şeyhlerinden oluşan bu örgütlenme hiç şüphesiz Osmanlı’nın ilk gizli muhalif örgütü ve “Bir İhtilal Hareketi”ydi.

Örgütün lideri Süleymaniyeli Şeyh Ahmet, cihad çağrısına uyup 3 bin müridiyle Kırım Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus savaşına (1853-56) katılan bir tarikat ehliydi. Kafkas cephesinde gösterdiği yararlılıktan dolayı kendisine madalya verildi. Sonradan örgüte katılan Çerkez Hüseyin Daim Paşa başta olmak üzere pek çok paşa ve kumandan ile bu savaşta tanıştı.

Şeyh Ahmet’in Kırım Savaşına katılma gerekçesi aslında örgütü kurma gerekçesiydi. İhtilal hareketinin lideri olduğunu yargılama sırasında hiç reddetmeyen Şeyh Ahmet, suçu üstlendi ve “evet ben, kafamda kurdum” dedi. Gerekçesini de şöyle açıkladı:

“Avrupa baskısıyla, Müslim ve gayri Müslim işlerinin aynı derecede görünmesi ve İslam ile Hıristiyan’ın farkı olmamak ve tefrik olmamak üzere bir Ferman-i Ali çıktı. O vakit benim içim, bu devletten soğudu. Hatta bu haber muharebenin ahirlerinde orduda iken geldi. Eğer evvelden gelmiş olsaydı, bu muharebeye bir daha gitmezdim.

Fermanı okudum. Bu devlete, adaletten, şeriatten uzaklaşması sebebiyle kalben nefretim oldu. Sonra nefretim gittikçe arttı..”

Şeyh Ahmet’in asıl tepkisi gayri Müslimlerin hak ve hukukunun Batılı ülkeler tarafından güvence ve takip altına alınmasınaydı.

(Celal Kazdağlı, 100. Yılında II.Meşrutiyet,Yarın yay.)

Magosa zindanlarında Namık Kemal’e ilk Cumhuriyet, hürriyet ve meclis gibi fikirleri aşılayan isim olan Süleymaniyeli Şeyh Ahmet, tarihimizdeki ilk darbe girişimini işte böyle savunuyor. Ermeni meselesini anlamak için başvurulacak ilk tarih Tanzimat ve Islahat fermanları şüphesiz. Osmanlı millet sistemini bozup ilk etapta süslü ve adil görünen eşit haklar söylemiyle gayrı Müslimleri Avrupalı devletlerin himayesine terk ettiren bu süreç, Müslüman ahalinin büyük tepkisini çekmişti. Nitekim 1856’dan itibaren adım adım batılı devletlerin kollaması ve imtiyazlarıyla asıl eşitlik bozulmuş ve birçok alanda gayrı Müslimler daha fazla söz sahibi, imtiyazlı ve korunaklı hale gelmişti. 1915 Ermeni katliamları, 1850’lerden itibaren giderek artan işte bu eşitsizliğe bir tepki olarak cinnet düzeyinde gerçekleşecekti. Müslüman ahali, Ermeni ve Rumları artık kendisinden görmüyor, sahip oldukları her şeyi haksızca elde ettiklerini düşünüyordu. Sadece İstanbul’da değil, örneğin ilk demiryolu açıldığında Adana’da trene binen bir Müslüman 3. Mevkide, hayvanlarla birlikte yolcuk etmeye mecburdu, çünkü demiryolunu işletenler İngiliz, kondüktörler Ermeni, 1. Mevki yolcuları da Ermeni ve Rumlardı. Bu tuhaf dengesizliğe I. Dünya savaşı savaş koşullarında Rus, İngiliz ve Fransız askeri kıyafetleriyle Osmanlı askerlerinin karşısına dikilmek ve savaşta erkekleri cephelerde olan Müslüman köy ve kasabaları basıp sivil halkı katletmek eklenince, olan olmuştu. 1000 yıllık birliktelik,50 yıl içinde düşmanlığa dönüşmüştü.

Şüphesiz hiçbir sebep katliam ve zulümleri haklı çıkartmaz. Ama bin yıllık dostluğun birden bire düşmanlığa dönüşmesinin nedenlerini adil bir hafıza içinde kavramak ve ortak bir acı olarak hesaplaşabilmek için herkesin dürüst olması şarttır.

En önemlisi, rahmetli Hrant Dink’in hep vurguladığı gibi, Türkler ve Ermeniler, hatta Kürtler, Çerkezler, Araplar, Bulgarlar, Sırplar... Osmanlı’nın bu birbirine düşmanlaştırılmış halkları, geçmişle ve birbirleriyle hesaplaşmadan önce batıyla hesaplaşmak zorundalar.

Osmanlı jeokültürü

Osmanlı devleti, Doğu Roma’nın mirasçısı olarak, jeokültürel açıdan bir İslam-Ortodoks ittifakıydı. Balkanlardan Ortadoğu’ya kadar Osmanlı hakimiyetinde bulunan bütün unsurlar, batıda Frenk-Latin-Katolik Avrupalılara, doğu’da ise İran ve Rusya’ya karşı Osmanlı’ya biat etme ölçüsüyle varlığını korumaktaydı. Bu anlamda, Doğu Hıristiyanlığı, Osmanlı’ydı ve Rusya bu toplulukların himayesini ele geçirmek için 200 yıl uğraşmak zorunda kalmıştı. Devlet, varlık ve bekasını Balkanlarda Sırp-Arnavut, Doğu’da ise Ermeni-Kürt dengesine borçluydu. Ve Avrupa, işte bu dengeyi bozmak için dayattığı reform görünümlü koşullarla mevcut düzeni bozarak Anadolu içlerine kadar ilerlemişti.

Osmanlı devleti, çöküşünü askeri nedenlerde arayıp orduyu yenilemekle yüz yıl uğraştı. Ama attığı her yenilik adımı çöküşü hızlandırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Bir fasit daire gibi döne döne 1. Dünya savaşındaki ölüm anına doğru hızla düşen devletin savaş koşullarında can havliyle cinnet geçirmesi, mukadderdi. Yüz yıldır bitmeyen acılarımızın rahmi işte bu trajik sondur.

Başta milliyetçilik olmak üzere, batıdan gelen her ideoloji ve siyasi-ekonomik hamlenin ardından bir fitne ve husumet rüzgarının esmesi, tesadüf değildir. Osmanlı haklarının birlikte yaşamayı sürdüremez oluşu, hep birlikte içine girdikleri akıl tutulması ve çaresizliğin ürünüdür. Fransız ihtilalinin estirdiği ulus devlet rüzgarıyla ayrılıp bağımsız ve mutlu birer millet olacağını zanneden hiçbir halk, parçala ve yut politikasının yemi olmaktan kurtulamadı. Ulusların kendi kaderini tayin ilkesi, ulus denilen bir yalanı ve kendi kaderini tayin etmek gibi bir boş iddiayı doğu halklarının zihnine büyü gibi işledikçe, ortaya Osmanlıdan kopup bir batılı güce peyk olan zavallı topluluklar çıkmıştı.

Bu topraklarda kendine tabi azınlık yaratma isteği batının bütün insan hakları demagojisinin alt metnidir.

Batı, sömürge ülkelerde kullanacağı bir azınlık yaratıp çoğunluğa tahakküm etmeyi Afrika’dan, Latin Amerika’dan, Hindistan’dan öğrenmedi. Kendi tarihinden öğrenmiş deneyimlenmişti zaten. Avrupa halkları önce birbirleriyle sonra kendi aralarında bölünüp ayrışıp savaşmış, her seferinde aristokrasi tahakkümünden kaçıp burjuvazinin kontrolüne mecbur kalmıştı. Bu deneyim, sömürgeci devletler için bir laboratuar işlevi görmüş, doğunun yorgun halklarını işgal ederken, çok kullanışlı teknikler üretmişti. Etnik kimlik ve dini farklılıklar, batı için bir özgürlük konusu değil, askeri tarım imparatorluklarını parçalayacak temel malzemeydi. Kendi ceberut yönetimlerinden bıkmış toplulukların yeni teknoloji, yeni sözler ve ışıltılı kıyafetlerle gelen Avrupalıların büyüsüne kapılması için, kendi devletlerinden dayak yemesi yeterli bir sebepti. Osmanlı, Viyana ve Navarin bozgunundan sonra kaybettiği aklıyla her seferinde bir evladını mağdur edip batının kucağına teslim etmeyi adeta politika bellemişti. Osmanlıyı yıkan milliyetçilik, bu yıkımın tescil edilmesi olarak cumhuriyetin temel ideolojisi yapılmış ve Ermenilere dönük korku ve endişeler, bu defa Kürtlere karşı yeniden üretilmişti. Osmanlı halklarının kendilerini güvende hissetmediği ve geleceklerine dair endişe duyduğu her durumda devletle yaşadıkları çelişkiler, kopuşla noktalanmıştı. Cumhuriyet, tıpkı Osmanlının son dönemi gibi, işte bu kopuşu engelleme adına attığı her adımla daha da hızlandırıp meşrulaştırdı.

Bozgun çağında çılgınlık

Devletin herkesin olmaktan çıkıp bir kesimin olduğu her durumda, başka bir kesimin kendisine yuva veya baba araması normaldir. Sorun devletin bu durumda kendi yanlışına değil, kendi tutumundan dolayı yanlışa düşenlere düşman olmayı bir çözüm zanneden tuhaf alışkanlığıdır. Bir bozgun çağının cinnet halini zamana yayarak politika yapan devlet, son yüzyıldır Kürt politikasında görüldüğü gibi hiçbir ders almamış, aksine batının oyuncağı olarak sürekli kullanılan bildik refleksleriyle Pavlov’un deney hayvanına dönmüştür.

Sonuçta Kırım savaşına gönüllü giden ama sonra devletten soğuyan Süleymaniyeli şeyh Ahmet gibi, 1975’de Kıbrıs savaşına gönüllü yazılmak için Şırnak askerlik şubesi önünde uzun kuyruklar oluşturan Kürtler de, 12 Eylül sonrası yaşadıkları akılalmaz zulümlerden sonra devletten soğumuştu.

Araplar, Cemal Paşa’nın idamlarıyla, Arnavutlar 31 Mart ayaklanmasıyla bu devletten soğumuştu. Acaba Ermeniler ne zaman soğudu? Tam olarak hangi tarih dönüm noktasıdır, bunu Ermeni tarihçiler bulup çıkartmalı. Çünkü devletin işlediği suçların nedenleri, yeniden barışırken yok etmemiz gereken bozuk

düzenin bir refleksini daha akılda tutmamızı sağlayacak. Ve mesele kim haklı meselesi olmaktan çıkıp, geleceği inşa ederken ne yapmamak gerektiğini bilmenin irfanıyla düşünmeyi öğrenme çabasına dönüşecek.

İşte bu irfanla bakınca, bu toprakların diğer bütün sakinleri gibi asli sahiplerinden biri olarak Ermenilerin herkesin bildiği acılarına dair insani bir taziye mesajının bile büyük önem taşıması, sorunun boyutunu ele veriyor aslında. Dersim katliamı için özür dilemek, ırkçı Kürt politikaları için helalleşmek, dindarlara dönük baskılar için normalleşmek bu kadar önemliyse, yapılan hata ve yanlışların düzeyi o kadar yüksek demektir. Bu bağlamda bir avuç Kemalist faşistin kendilerine yakışan insanlık dışı tepkilerine aldırmadan, daha fazla özgürlük, kardeşlik ve hakkaniyet tutumunu sonuna kadar sürdürmek şarttır. Bu defa yapılması gereken en önemli şey, Kürt meselesinin çözüm yoluna girmesini de sağlayan işi yapmak, yani batılı şeytanları aradan çıkartmaktır. Ermeni iddialarının hepsini konuşmak, tartışmak, daha doğrusu insan gibi konuşabiliyor olmak bile önemli bir zemindir. Ama Ermeni kardeşlerimizden tek isteğimiz, aradan batılı gavurları çıkartmaları, Hrant Dink’in sağduyusuna uyarak kendilerini milliyetçiliğin kirli kanıyla zehirlememelidir. Sonrası konuşarak halledilir.

Doğunun yetimleri

Doğunun mazlum, yetim ve çaresiz evlatları, kendi aralarındaki mayınları, kin ve düşmanlığı çözdükçe özgürleşecektir. Ayrı bir halk olmaya çalıştıkça, birbirinden kopup husumetle doldukça kendi kaderlerinin esiri olarak batılıların kullanışlı malzemesi olmaktan başka bir şey olmayacaklar. Bu trajik kader, bu halkları haklıyken bile haksız duruma düşürdüğü gibi, daha güvenli ve kardeşçe bir geleceği birlikte inşa etmenin önüne de set çekecektir. Şu ana kadar olan da budur.

Ermenilerin iddialarından vazgeçmelerini beklemek yerine, devletin gerçekten devlet gibi davranmasını zorlamak gerekir. İlk suçu devlet işlemiştir ve her zaman ilk adımları kayıtsız ve şartsız olarak devlet atmalıdır. Bu toprakların bütün sakinleri, ancak herkese ait bir devleti birlikte inşa ettikçe ortak bir gelecekleri olacaktır.

Batının Viyana’ya kadar giden Osmanlı manasında ‘Türk’ kavramından intikam almak için Türklüğü kardeş halklar nezdinde çirkinleştirip negatif bir kavram olarak ötekileştirme niyetinin ifadesi olan Türk milliyetçiliği, Türklüğün en büyük düşmanıdır. Türklük adına konuşan ve fakat Türk olmayan kripto unsurların ‘Türk’ adıyla işledikleri suçlar, artık bir hesaplaşma konusu olmalıdır. Bu nedenle ‘Türk’ maskeli gavurların elinden devleti alıp Türk’ü, Kürd’ü, Arab’ı, Çerkeziyle bütün millete verdikçe, Müslüman olmanın haysiyetine yakışır bir insanlık ve merhamet dili egemen olmaya başlamıştır. Bu dil, gerçekten Türk ve diğer Müslüman halkların asalet ve haysiyetine yakışan tek dildir.

Devlet, işte bu idrakle yeniden bir ırkın, bir zümrenin, bir dinin veya mezhebin değil, bu topraklarla kaderini birleştirmiş herkesin ve dolayısıyla Ermeni halkının da devleti olacaktır.

Ermenilerle barış, devletin kendine dönmesinin, yani adil ve bağımsız bir güç olarak ortak evin yeniden inşasının test edildiği en önemli sınavdır. Tabii ki, toplum olarak insanlığımızın ve Müslümanlığımızın da...

Star / Açık Görüş