Kararlarını görünce insanın aklına 'Acaba hâkim ve savcıların adalet duygularını cımbızlayarak mı göreve başlatıyorlar' sorusu geliyor.
Bıçak yarası/kılıç yarası, dil yarası, aşk yarası, hukuk/adalet yarası…
Daha ekleme yapılabilecek bu yaralar içinde, “En onulmaz/iyileşmez yara hangisidir” diye sorulsa, sanırım pek çoğumuz, hafif bir tebessümle ‘aşk yarası’ deriz. Ancak ‘aşkta adalet olmadığı için’ doğru da olsa, bu cevabı yazımız itibariyle konu dışı tutuyoruz. Zaten, tam da bu yüzden ‘aşk yarası’, bir makaleden çok, insan ruhunun en derinleri, labirentleriyle, çoğu kez de anlaşılmaz sarmallar içinde, edebiyatın bütün dallarının en temel konularının başta geleni olmuştur.
Cevaba gelirsek… Sorunun farklı cevapları mutlaka vardır ama benimkisi; ‘hukuk’ ya da hukukun amaçlarından başta geleni olan ‘adalet yarası’dır.
Sanırım, adaletin gerek -ve öncelikle- ruhumuzda, gerekse bedenimizde açtığı yara(nın)ların iyileşmez olduğunu, çok acı deneyimlerle edinmeyenimiz neredeyse yok/kalmadı. Bu neredeyse kalınmaması hali, bir kötülük haline işaret etse de geniş mağdur kesimlerin anlaşılmaları açısından iyilik haline de dönüştüğünü ‘empati’ yarattığını unutmamak gerekir.
AKP ’nin hazırlıklarının kısa aralıklarla birbirini kovaladığı, günümüzde 4’üncüsü yolda olan ‘Yargı Paketi’ni bu bağlamda değerlendirmekte yarar var. Henüz içeriğini kesin olarak bilmediğimiz ‘4. Yargı Paketi’ satırbaşlarıyla açıklandı. Basına yansıdığı kadarıyla;
İfade özgürlüğünün önünün açılması
Yargıda silahların eşitliği ilkesinin tesisi
Terörle Mücadele Yasası’nın 6. ve 7. maddelerinin 2. fıkralarının değiştirilmesi
Türk Ceza Kanunu’nun 220. maddesinin 8. fıkrasındaki suçun oluşması için AİHM’nin aradığı kritere yer verilmesi
Propaganda suçunun oluşabilmesi için ‘şiddeti içermesi, barındırması, teşvik etmesi, meşru gösterme çabasının olması’ gereği.
Değişiklikler önemli. Türkiye’nin hem hukuk alanında hem sanki önemli değilmiş gibi gösterilmeye çalışılan AB yolu hem de iç barışın tesisine katkı anlamında önemli olduğu, tartışma götürmez. Ancak yasa çıkıncaya, hatta uygulamadaki karşılığı görülünceye kadar beklemek, izlemek şart. Sadece sütten dilimiz yanmadı ki!
Sözgelimi, ‘3. Yargı paketi’ çıkmadan önce de topluma çok büyük umutlar yayılmış, medya, cezaevlerinden çıkacak on binlerin haberlerini manşetlere çıkarmış, tutukluluğun sadece çok zorunlu hallerde uygulanacağını, diğer hallerde hâkimlerin/mahkemelerin takdiri ile seçenek yaptırımlar; imza verme, yurtdışına çıkmama vs uygulanacağını yazıp çizmişti. Ancak, hak getire! Yazılanların gerçekleşmesi bir yana, yanından bile geçil(e)medi.
Ağırlıklı görüşe göre, kanun koyucunun iradesine rağmen, uygulayıcılar hâkimler/savcılar yasanın ‘takdir hakkı’na ilişkin düzenlemesini ‘bildikleri’ gibi yorumlayıp, meydan okurcasına uyguladılar. Kanun uygulayıcı, kanun koyucuyu gerçek anlamda boşa çıkardı. İradesini hiçe saydı. En iyi yasanın en kötü uygulamasının nasıl olacağını bir kez daha gösterdi. Ciddi, aşılmaz, bir bariyer oluşturdu. Hükümet de paketin etkisini yazan çizenler de o bariyerin arkasından bakakaldılar.
Diğer ve çok sayıda taraftarı olan görüşe göre de ‘Kanun koyucu’ yani AKP hükümeti, her ne kadar kamuoyuna farklı mesajlar verdiyse de gerçek amacını kanuna sindirmek suretiyle, uygulamacılara (Hâkim ve savcılara) bilerek bariyer malzemesi sağladı.
Sonuçta ne oldu? Paket neredeyse yokmuş gibi, ancak çok sınırlı bir şekilde uygulama alanı buldu. Tahliyeler medyaya ifade edilenin, beklenenin çok çok gerisinde bir oranla gerçekleşmiş oldu. Kararlar küçük değişikliklerle aynen korundu. Ve adalet anlamında geniş hayal kırıklıkları yaşandı.
Şimdiyse ‘4. Paket‘le bunun katbekat telafi edeceği söyleniyor. Buradan açıkça yazalım. Eğer değişiklik bir öncekinde olduğu gibi savcı ve hâkimlerin takdir yetkisine bırakılacak olursa, paket/düzenleme asla ama asla amacına ulaşamayacak. Yargısal uygulamanın içinde olan biri olarak, hemen her gün bir başka uygulamaya tanık olan ya da tanıklıkları dinleyen, okuyan biri olarak, çok uzun bir süredir bu konuda, sayısız meslektaşım gibi dehşet içindeyim.
Aklıma, acaba savcı ve hâkimlerin azımsanmayacak bir bölümünü adalet duygularını tamamen cımbızlayarak mı göreve başlatıyorlar ya da bir şekilde başladıkları bu görevlerde kalmalarının ve/veya terfilerinin bir sebebi/sonucu mu bu durum, diye sormak geliyor!
Bütün içtenlikli hissiyatım, hiçbir maddi delil olmadan, dosyaya yansıyan delil başlangıcı niteliğinde dahi delil olmadan, sadece soyut polis fezlekesi ya da çok daha basit, gerçek dışılığı gün gibi ortada, bazen bir tek tutanağa dayanılarak ceza verildiğine tanık olmak, ceza konusu dosyada savunma tarafı olmak, bu sıfat ve çaba içinde çaresiz bırakılmak, asla iyileşmeyecek kanun, hukuk yarasına hedef olmak, adaletsizliğin en kabasına hedef olarak kanamak, nasıl telafi edilecek?
Anlaşılması bakımından somutlaştıralım. 3. Yargı Paketi tasarısında, cezaların 1/3 oranında ‘indirileceği’ öngörülürken, yasalaşırken ‘indirilebileceği’ şeklinde hüküm altına alındı. Akla gelen, olağan olan, uygulanılması düşünülen, söz konusu cezaların 1/3 oranında uygulanarak ortaya çıkacak duruma göre, tahliye de dahil yeni kararlar almak şeklindeyken ‘1/24’ oranında indirimlerle düzenleme tamamen etkisizleştirilerek önceki kararlar küçük bir rötuşla aynen korundu/uygulandı.
Oysa takdir hakkı, ‘yeni durumlara ve hayat şartlarına göre gelişen ve oluşan ilişkilere kuralları uygulamak imkânının sağlanması… hâkimlere olan güvenin açık bir ifadesi’ demektir. Buradan kanun koyucuya ‘Lütfen güvenmeyin’ diye haykırasım geliyor! Çünkü ‘derin bilgi, yetenek ve becerileri’ni maalesef toplumun, yeniden kurulan toplumun ihtiyaçlarına göre, tesisi amaçlanan barışa, çözüme göre değil, katı ideolojik referanslara, iktidar(lar)ın birikmiş devreden kalıplarına göre veriyorlar. Kararlarda, aynı zamanda terbiye edici zan, öfke okunuyor. Pek çoğunda açık olan şu ki, önyargı, dosyalara yansımayan daha çok da istihbari denilebilecek bilgi okunuyor. Polis bakışı okunuyor. Bu itibarla bir yere kadar, ‘cezacı olmak’ da belki anlaşılabilir, ancak polisiye bakışının kararlara yansıması kendini iyiden iyiye hissettirmesini, kesin bir ifade ile anlaşılmaz buluyorum.
Polisiye bakış esas alınacak olsa, daha dün, 10 Şubat’ta Diyarbakır’da polis panzerinin ezmesi sonucu öldürülen Şahin Öner’i, otopsi raporunda yer alan ‘ezilmeye bağlı ölüm’ü yok sayarak, polis açıklamasındaki ‘elinde patlayan bomba’yla açıklamanıza/inanmamız gerekecekti.
Yine 12 yaşında 13 kurşunla öldürülen Uğur Kaymaz ve babasını da terörist saymak gerekeceği gibi!..
Tüm bu nedenlerle, hukukun temel amaçlarından olan ‘adalet yarası’nın geçmediğine, hiçbir etki altında kalmadan tanıklık ettiğimi, mağdur olmaktan çok, savunma tarafı olarak ifade etmeliyim.