90’LARDA NE OLMUŞTU? İSMET SEZGİN: BİRTAKIM ÖLDÜRMELER, HAPSETMELER, BİR MÜCADELE -

Rengin Arslan

VAN 6.09.2015 12:34:01 0
90’LARDA NE OLMUŞTU? İSMET SEZGİN: BİRTAKIM ÖLDÜRMELER, HAPSETMELER, BİR MÜCADELE -
Tarih: 01.01.0001 00:00
 90’ların tanıkları, o dönemi asker, sivil, politikacı ve gazeteci olarak yaşayan, çatışmalarda yakınlarını kaybeden kişilerle görüşerek, Güneydoğu’nun 1990’lı yıllarından bugüne kalanları 5 bölümden oluşan bir yazı dizisiyle ele alıyoruz.
İsmet Sezgin, Türkiye’nin en çalkantılı yıllarında iki yıl içişleri bakanlığı yaptı, henüz 27 yaşında Demokrat Parti’den Aydın Belediye Başkanı olarak başladığı siyaset hayatında milli savunma bakanlığı dahil pek çok görevde bulundu.
1961 yılında girdiği parlamentoda 38 yıl kaldı. 1990’larda ne olduğunun kaydını dökerken bugün 87 yaşında olan Sezgin ile içişleri bakanı olarak görev yaptığı iki yılı da düşünerek görüşmek istedim.
1991 Kasım ayından 1993 Haziranı’na kadar İçişleri Bakanlığı yapan İsmet Sezgin’e o yılları sorduğumuzda önce PKK’nın ilk eylemini yaptığı 1984’ten başlayarak anlatmaya başladı ve bölgenin tarihsel arka planına ilişkin kendi değerlendirmesini yaptı.
Yaz aylarını geçirdiği Silivri’deki yazlığında görüştüğüm İsmet Sezgin, PKK’nın ilk silahlı eylemi olan 1984 yılında Siirt’in Eruh ilçesine düzenlenen baskını hatırlatıyor ve şöyle diyor: “Bu olayları sadece 1984’e bağlamamak gerekiyor. 100 küsur yıldan beri, gerek Osmanlı zamanında gerek Cumhuriyet zamanında Batı’daki bir grup, bir uluslararası güç bir Kürt devleti kurmak için, bölgede, Mezopotamya’da bir Kürt devleti kurmak için büyük gayret içerisine girmiştir. Bu gayret de devam etmiştir. 35’e yakın ayaklanma görülmüştür.”
Dış güçlere atıfta bulunurken bir yandan bölgede yaşananların sosyolojik ve ekonomik arka planını vurguluyor.
Sezgin: Vatandaşlarımız suç işlediklerini hissediyorsa…
Sezgin, “Eğer bir ülkede bütünüyle demokrasiyi geliştirememişseniz, parlamenter bir demokratik rejim yaratılmamışsa ve ülkede gelir dağılımı bozuk ise, işsizlik, yolsuzluk, eğitimsizlik varsa, bir de bunun üzerine eklenen yılların ötesinden gelen bir takım hataların meydana getirdiği yanlışlar varsa bunlar zaman içerisinde kabarıyor” diye özetliyor sorunun kaynağını.
Sezgin aynı zamanda 12 Eylül’ün “özellikle Güneydoğu illerinde, Diyarbakır ve diğer illerimizde bölge halkında bir sıkıntı, bir üzüntü bir telaş, bir korku meydana getirdiğini” vurguluyor.
Bakanlığa başladığı ilk gün ise evinde yaptığı bir açıklamada, “Biz yeni iktidar olarak her şeyden önce vatandaşlarımızın kendilerini bir suç işlediklerini hissediyorlarsa, mutlaka namuslu, onurlu Türk yargısına müracaat etmeleri gerektiğini ve tekrar namuslu Türk vatandaşı olmanın onurunu yaşamalarını istediğimizi söyledik. Biz onur mücadelesi vermelerini istiyoruz dedik” dediğini aktarıyor.
Sezgin ile söyleşimizin devamı şöyle:
1990’lar faili meçhuller ile anılıyor. Açılmış davalar var. O yıllarda ne oldu?
1994 senesinden itibaren birtakım olaylar meydana geldi. 1994 senesinden evvel de olaylar meydana geldi. Birtakım ölümler, öldürmeler oldu. Ve hapis etmeler oldu. Bir nevi bir mücadele oldu. Bugün adlandırıldığı şekilde, bazı vatandaşlarımız öldürüldü. Ve bir mücadele veriyorduk. Bu mücadelede değişik yöntemler de kullanıldı. Benim inancıma göre Türkiye o dönemde, o söylediğim dönemde Çiller hükümetinin kurulduğu zamanda işi daha önemle ele almak istedi. Polisi, jandarmayı daha ziyade dahil etmek istedi. Dışarıdan birtakım kimseleri de görevlendirdi. Yani devlet, kendi görevlerini, devlet görevlisi olmayan birtakım kişilere yaptırmak istedi.
‘Gerekli kişileri ortadan kaldırmanın yollarını aradılar’
Ne gibi şeyler?
Şu mesela, Ahmet bey var, o işleri iyi organize ediyor, ondan istifade edelim. Tıpkı 12 Eylül askeri idaresinin Ermenilere karşı mücadelede yurtdışında yaptırdığı mücadele gibi. Ben şahsen devlet görevlisi olmayan kişilerin devlet görevini bu şekilde yapmasının doğru olduğuna inanmıyorum.
O kişiler ne yaptılar?
Sen başta söyledin ne yaptıklarını. Devletin yapması gereken istihbaratı onlar yaptı bir yerde. Bir yerde de gerekli kişileri kışkırttı. Bir yerde de gerekli kişileri ortadan kaldırmanın yollarını aradı. Bir kısmı da birbirini tahrik eder duruma geldi. O dönemde de Diyarbakır’da bir ikinci grup türedi. PKK’nın karşısında. Onlar da daha ziyade dinsel bir gruptu. Onlar da daimi olarak PKK ile mücadele içerisindeydi.
Hizbullah mı?
[İsmi teyit etmeden devam ediyor] Bakıyorduk, adamı nasıl öldürdüklerine. Şimdi Hüda-Par var ya ona yakın. Devlet onlara da göz yumdu. Bir yerde bunları devlet olma mecburiyetinden, halkın bu konu nedeniyle büyük derecede sıkıntıya düştüğünden, bunu ortadan kaldırılmasını istediğinden kaynaklandı. Bu iyi niyetle yapılmıştır. Ama benim devlet anlayışımda, ben olsam bunu düşünmezdim.
O döneme yönelik en büyük eleştirilerden biri devletin PKK ile bölgedeki halkı aynı kefeye koyduğu. Böyle mi oldu?
Devletin PKK’nın dışında mücadele ettiği veya mücadele gereği duyduğu bir güç, bir ortam yoktu. Bu belirli bir zamanda büyüdü. Bu olay büyüyünce devlet tedbir almak zorunda kaldı. Devlet bu ortamda aldığı tedbirler arasında olayı bir an önce ortadan kaldırmak için ve o güne kadar görülmemiş birtakım hareketler yapabiliyor. Zaten derin devlet dediğiniz bu oluyor.
‘Yasaya uygun olanıyla, olmayanıyla ulusun birliğini…’
Derin devlet neydi?
Derin devlet diye bir kurul yok, böyle bir şey yok. Ama öyle olaylar oluyor ki, bunu devlet yapmaz bunu devlet dışı yapmıştır deniyor. Buna derin devlet deniyor. Daha sonra gelen partiler bu derin devlet olayını inceledikleri zaman bunun böyle olmadığını gördüler. Bütün cumhuriyet hükümetleri 1980’lerin sonundan 2000’e kadar gayet ciddi davrandılar, olağanüstü davrandılar. Hata yapmadılar mı, hata da yaptılar, yanlışlar da yapıldı ama iyi niyetliydi. Bir an önce ülkeyi tedirginlikten kurtarmak, ülkeyi sıkıntıdan kurtarmak amacını taşıyordu. Bu da bu iktidarın, bu partinin iktidara geldiği anda hemen hemen sıfır noktasına gelmek üzereydi. Nedense o arada birtakım uluslararası güçler, başta AB ülkeleri insan haklarına saygı inancı vatandaşlara olan sevgi, saygı, inanç münasebetiyle PKK denen örgüt ile tekrar temas etmek suretiyle bununla bir anlaşmaya giderek bu yok edilmek istendi.
Bu dönemi nasıl değerlendiriyorsunuz?
4-5 defa çözüm süreçleri oldu. Çözüm süreçlerinin bir anlamı yok. Çünkü ne yaptığı hükümet, o çözüm süreçlerinde söylediği hiçbir şeyi meydana getiremedi. Cumhurbaşkanı Erdoğan da yürekli adamdı, cesur adamdı. İstese yapabilirdi. Ama bir yerde bunlar bir gösterişten ibaret kaldı. Bir tiyatrolar oynandı. Mahkemeler kuruldu. Ve bu arada da şehitler olması, anneler ölüm beklemesin, bilmem ne yapmasın diye başladı. Şimdi daha çok ölüyor. Benim siyasette bulunduğum andaki zamanda ölenler, yaralananlar ile şimdikiler arasında büyük fark yok şimdi. Özellikle şunu söyleyebilirim 90’lı yıllarda iyisiyle kötüsüyle, eğrisiyle doğrusuyla, yasaya uygun olanıyla olmayanıyla ulusun birliğini, devletin tekliğini, ülkenin bütünlüğünü sağlamak için, bütün bu ülke insanlarını aynı bayrak altında aynı düşünceyle ve aynı değer yargılarıyla, aynı milli arzularla, birbirlerini severek sayarak, daha ileri gitmeyi ve insanlarımız arasındaki dengesizliği ortadan kaldırmayı isteyen bir gönül birliği. Arada yanlışlar yapılmadı mı, söyledim, yapıldı. Ama o yapılan yanlışlar, eğer yanlış ise onlar, bugünkülerden çok daha küçüktü. Ne yaptığını bilmeyen bir grup var. Ne yapacaklarını bilmiyorsunuz. Her gün böyle bu. Meseleyi benim kişisel kanıma göre, inanarak söyledim, bu ölçüler içerisinde 1990’ları değerlendirmek lazım. 90’ları değerlendirelim diyenler şimdi daha ziyade demokrasi olduğunu söyleyebilirler mi? 1993’ün çok kötü olduğunu söyleyenler bugünkü ortamın 90’dan daha iyi olduğunu söyleyebilirler mi?
Image copyright cumhuriyet Image caption 18 Ağustos 1992 tarihli Cumhuriyet gazetesi kupürü
18 Ağustos 1992 Şırnak: ‘Karşılıklı bir hata’
Sizin İçişleri Bakanı olduğunuz dönemde 18 Temmuz 1992’de Şırnak’ta yaşananlardan sonra “tam bir isyan” demiştiniz ve PKK’ya işaret etmiştiniz. Şırnak’ta ne oldu?
O olaydan sonra ben üç defa Şırnak’a gittim. Tek başıma dolaştım Şırnak sokaklarında. Herkesten ilgi gördüm. O anda dahi bir hatamız varmış. Gördüm hatayı. Kent merkezinin hemen üstünde de askeri birlik var. Hemen hemen her gün askeri birlik ile kent merkezi arasında birbirlerine karşı silah atıyorlar. Ve ben gittiğimde bunu gördüm. Dedim ki bunu önlemek lazım. Şırnak halkı o tarihte devletine bağlı olan bir halktı. Cumhuriyet’e inanan bir halktı. O arada askerin oradaki tutumu maalesef iyi sonuç vermedi. Ondan yıllar sonra [1998 yılı] ben Milli Savunma Bakanı, Başbakan Yardımcısı olarak Şırnak’a gittim. Bir Nevruz günü. Orada ateşin üzerinden atladık, vali ile. Çok enteresan, kentin ileri gelenlerinden biri geldi. Büyük bir kağıt getirdi. İşittik ki buranın tümen komutanı şunu alıyormuşsunuz. Onun muhterem eşi Şırnak’taki bütün sosyal olaylara yardım eder, öncülük yapar. Çok rica ediyoruz tümen komutanımız sayın şu, alınmasın, burada kalsın. Zihniyeti görebiliyor musun? Beş senede iyi askerle, askerin iyi tutumuyla askerin vatandaşla ilişkisiyle fevkalade iyi geçiniyorsunuz.
Önceden nasıldı?
Daha evvel biz Şırnak’a gittiğimiz zaman kimse bizi karşılamazdı. Helikopterle giderdik, askerler karşılardı bizi. Sonra yüzlerce kişinin karşıladığını gördüm. Şunu söylemek istiyorum, vatandaşa yapacağınız müdahale, vatandaşa yapacağınız muamele, sevgi saygı, her şeyin ötesinde. O iyi olduğu takdirde, o kendini devletin bir ferdi olarak gördüğü, devletin de onu ferdi olarak gördüğü takdirde hiçbir şey olması mümkün değildir.
Şırnak’ta ne oldu?
Olaylardan sonra ben evleri dolaştım. Evlerdeki kurşun izlerini gördüm. Bu tamamen bir yanlış anlamanın verdiği bir yanıltma. Birtakım kışkırtma sonucu meydana geldiği, çok büyük bir sebebi olmadığı da ortaya çıktı. Bu gibi şeyler ondan sonra da devam edegeldi.
Şırnak’taki askerin yaptığı bir hata mı?
Karşılıklı bir hata.

bbctürkçe/ Rengin Arslan