Osmanlı ile modern müslüman arasında var olan farklar ne olabilir?

“Osmanlı Müslümanı” ile “Modern Müslüman”ı kısaca ve kabaca karşılaştırmak istiyorum. Bakalım “eski insan”ımızla yenisi arasında ne fark var?

SİYASET 30.08.2019 20:34:45 0
Osmanlı ile modern müslüman arasında var olan farklar ne olabilir?
Tarih: 01.01.0001 00:00

“Osmanlı Müslümanı” ile “Modern Müslüman”ı kısaca ve kabaca karşılaştırmak istiyorum. Bakalım “eski insan”ımızla yenisi arasında ne fark var?

Öncelikle belirteyim ki, Osmanlı insanının hayata bakışı şimdiki gibi “çıkar eksenli” değil, tümüyle “tevekkül”, “tefekkür” ve “sabır” eksenlidir.

Bu bakış açısı beş maddede incelenebilir:

1. Errizku Alellah! 

Rızkın mutlak mânâda Allah tarafından “ihsan” edildiğine, kulların sadece bu “ihsan”ın aracı olduğuna inanılırdı. Bu yüzden yürekler “fail-i hakiki” olan Allah’a yönelirdi. Kula kul olmak, makam-mevki sahipleri, güçlüler ve zenginler karşısında kendini âciz ve miskin hissetmek gibi sakat alışkanlıklar yoktu: Bu yüzden Osmanlı insanının başı dik, alnı açıktı.

“Modern Müslüman”ın sorunlarının başında bu bakış açısından uzaklaşması geliyor. Çünkü bu “İn’am-i hakiki”den kopuş anlamındadır. Dolayısıyla “esbap”(sebepler) “fail” (esas) gibi gözüküyor. Bu yüzden güven sarsılıyor, huzur bozuluyor, yalnızlaşılıyor, korkuya düşülüyor... Bu durum, geçimini sağlama uğruna ruhen köleleşmeye kadar varan bir sürecin başlangıcıdır.

2. Tevekkeltü Alellah!

Sebeplere tevessül ettikten, yani elden gelen her türlü tedbiri aldıktan sonra, neticeyi Allah’ın takdirine bırakmak ve Allah’tan gelene razı olmak şeklinde özetlenebilecek bu bakış açısı, Osmanlı insanının hem maddi, hem de mânevi hayatına hâkimdi. En önemli dinamiğini de bu teşkil ediyordu.

Ayrıca Osmanlı insanının hayatla ve ölümle barışık yaşamasının en önemli sebeplerinden biri de budur. İlham kaynağı ise âyet ve hâdislerdir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni (dünya ve ahret saadetini) iktiza eder”; dolayısıyla huzur ve mutluluğun kapıları iman anahtarıyla açılırdı.

3. Hüvelbaki!

Allah’tan başka hiçbir şeyin ve hiç kimsenin ebedi olmadığı inancı, Osmanlı insanının ruhunu dinlendirir, hayatını düzenler, dayanma gücünü artırırdı. 

Ne zaman bir haksızlığa uğrasa, dünyanın ölümlü olduğunu, haksızlıkların mahşerde giderileceğini düşünür, teselli bulurdu.

Tabiatıyla ezilmişlik-yenilmişlik duygusuna kapılmaz, çözülmez, çökmezdi. 

“Modern Müslüman” bu düşüncede değil. Gerçi buna inandığını hâlâ söylüyor, söylemde hiçbir fark yok; ancak söylemle eylem arasında dünyalar kadar fark var: Osmanlı insanı o an ölebilirmiş gibi yaşarken, Modern Müslüman, “hiç ölmeyecekmiş gibi”, kimseye hesap vermeyecekmiş gibi yaşıyor. Dolayısıyla tüm enerjisini mal-mülk biriktirmeye harcıyor. Çoğunlukla da biriktirdiklerini yiyemeden ölüyor. Yaşam biçimi olarak göremediği o muhteşem kavram, en sonunda mezar taşına yazılıyor: “Hüvelbaki!”

4. Hasbünallah!

“Bana Allah yeter, Allah kâfidir” anlamına gelen bu inanç, Osmanlı insanında manevi güç olarak tecelli etmişti. Bu güç onu sağlam ve minnetsiz yaptı. İntikam alma güdüsünden korudu. Dolayısıyla kavgasız-nizasız bir toplum haline getirdi. 

Aynı dönemlerde tüm Avrupa’da cinayete “meşruiyet” kazandıran “düello” gibi “kendi adaletini kendi oluşturma” esasına dayalı uygulamalar geçerli iken, Osmanlı toplumu “Hasbünallah” diyerek, uğradığı tüm haksızlıklar için Allah’a sığınıyor, böylece kanlı hesaplaşmalardan uzak duruyor, psikolojik olarak da rahatlıyordu.

Yabancı gezginler Osmanlı insanının tevekkülüne hayrandılar. 

Fransız gezginlerden Du Loir, “Türkler herhangi bir intikam hissi beslemekten son derece çekinirler” diyor… 

La Baronne Durand de Fontmange, “Osmanlı’da ne iğfâl edilmiş kız hikâyeleri, ne sokakta bulunmuş çocuk, ne düello, ne de intihar var” diyerek, toplumsal yapımızın Avrupa karşısındaki farkını ortaya koyuyor.

5. Ya sabır!

“Osmanlı Müslümanı”nın “olmazsa olmaz”ı, “sabır”dır… Bu konuda da “rol-model”i “Devr-i Saâdet”tir. 

Böyle olduğu içindir ki, “Osmanlı Müslümanı” sadece sıkıntı, musibet, haksızlık karşısında değil, hayatın tüm getirileri ve götürüleri karşısında sabrederdi. 

Fakirliğin getirdiği sıkıntıları sabrıyla aşar, öfkesini sabrıyla yener, arzularını sabrıyla dengeler, insani ihtiraslarını sabrıyla frenlerdi.

Ne başarı karşısında şımarır, kibirlenir, ne de mağlubiyet karşısında umutsuzluğa kilitlenirdi.

Çünkü hayata “tevhid” penceresinden bakardı. Bu pencereden görünen her güzelliğe “Sanii Zülcelâlın eseri” olarak saygı duyardı. O kadar ki, hayvanlar ve bitkiler de bu “saygı”lı yaklaşımdan nasiplerini alırdı.

Türk-İslâm düşmanı Guer’i hayretler içinde bırakıp, “İstanbul’da, sokaktaki ağaçların kuraklıktan kurumasını önlemek için bir fakire para verip sulatacak kadar kaçık Müslümanlara bile rastlamak mümkündür...” dedirten çevre duyarlılığının kaynağı işte bu bakış açısıdır.

İnsana bakışı da böyleydi: “Yaradandan ötürü” yaradılanı hoş görürdü. İnsanların farklılıklarını zenginlik sayar, kimseyi inancından, itikadından, ibadetinden, kıyafetinden dolayı horlamazdı.

Kısacası, Osmanlıların hayatı “zikir-fikir-şükür” çerçeveliydi. Yağmurda “rahmet”, karda “beyaz kefen-ölüm”, baharda “diriliş”, depremde “hikmet”,kazada “rıza” görür, her türlü felakette “saadet”in tecellisini beklerdi…

Şimdiki gibi yağmura “sel”, kara “felaket”, depreme “kıyamet” gözüyle bakmaz, kazaya “isyan” etmezlerdi.

Hayata Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın gözüyle bakar, “Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler” derlerdi.

Hayretleri bile zikirdi: Hayrete düştüklerinde şimdi olduğu gibi “Vaaaav yaaaa!..”diye Amerikan kırması çığlıklar atmazlardı. Duygularını “Allah Allah”, “Fesübhanallah”, “Lailahe İllallah”, “Tövbe estağfurullah”, “Neuzubillah”, “Hasbinallah” gibi kelimelerle ifade ederlerdi.

Her işe “Bismillah” ile başlar, sakınmak istediklerinde “Neuzubillah” der, haksızlığa uğramaları karşısında “Hasbünallâhü ve ni’mel-vekîl!” diyerek “tevekkül” ederlerdi.

Kızdıklarında en çok, “Lâ havle” (velâ kuvvete illâ billâh-il aliy-yil azim) çekerler, beddua yerine “Hay Allâh derdini alsın!” türünden dua mırıldanırlar, şaşkınlıklarını “Fesübhanallâh!” eşliğinde yenerler, damarlarına basıldığında “Yâ sabır!” diyerek sabrın kuvvetine sığınırlardı.

Tekke ve zâviyelerin duvarları, “Edeb ya hû!”, “bu da geçer ya hû!”, “vazgeç ya hû!”, “hoş gör ya hû!” gibi teselli levhalar süslerdi.

Ticarethanelerin duvarlarında ise mutlaka “Errizku Alellah” levhası asılı olurdu.

Kısacası, toplum “yaşamak” ve “yaşatmak” temelinde yücelmişti.

Eskiden kişisel ve toplumsal ilişkilere “menfaat” hükmetmiyordu. “Kardeşlik” en belirleyici unsurdu. Bu yüzden insanlar arasında kıyasıya bir rekabet oluşmaz, en azından rekabet, kırıcı ve incitici boyutlara ulaşmazdı.

“Tevazu” ve “doğallık” sıradan meziyetler sayılırdı. Hayata şefkat, hamiyet ve infak (yardım) hâkimdi.  

“Küstahlık” nedir bilinmez, büyüklerin sözü kesilmez, bilgiçlik taslanmaz, ar, namus ve hayâ gibi kutsallar es geçilmezdi.

Onları şimdiki zamanın “Modern Müslüman”ıyla karşılaştırın ve nelerimizin eksildiğine siz karar verin.

Malum:Şimdiki zamanın modası “Modern Müslüman” olmak… 

Ama acaba “modern Müslüman” ne demek? Bu çerçeve nasıl çiziliyor, içine neler giriyor?

Daha doğrusu, nasıl “modern Müslüman” olunuyor?

İskarpin, pantolon, gömlek, kravat, ceket giyip “şems-i siperli serpuş”ları (envaiçeşit şapka) kafaya geçirmek suretiyle bir İngiliz centilmeninden farksız görüntü vermek “modernlik” için yeterli midir, değil midir?

“Çağdaş kıyafet” ne menem şey?..

Müslüman erkekler günün modasına uygun giyinince “modern” olmuyor da, Müslüman kadınlar başlarını açınca nasıl “modern” oluyor?

Daha kestirme bir soru: İş kafa ve yürekte mi, yoksa kılık kıyafette mi?

Kılık kıyafette ise, erkek Müslümanın “modern” kıyafetini neden görmezden gelip “çağdışı” damgası vuruyorlar. Yok, “modernleşme” bir kafa ve yürek işi ise, yüreğin ve kafanın içini nasıl ölçüyorlar?..

Anlaşılan “modern Müslüman” diye tutturanlar, ya modernizmi bilmiyor ya da “Müslüman kimlik ve kişilik” konusuna hiç kafa yormamışlar…

Ayrıca da Kur’an’ı Kerim’i açıp bir kez olsun okumamışlar…

Kur’an salt “çağın kitabı” değil, çağları kucaklayıp çağlar ötesine ebedi mesajlar veren “İlahi Kitap”tır (her Müslüman böyle inanır)…

Çağlar ötesini kuşatan çağlar üstü bir kitaba inanan Müslümanın çağı kavrayamamak gibi bir lüksü olamaz. Bir Müslüman eğer çağı kavrayamamış, hayatı algılayamamışsa bu Müslümanlığından değil, ancak meraksızlığından ve cahilliğinden dolayı olabilir. 

Bu durumda bile “modern Müslüman” genellemesini kullanmak yanlıştır. Çünkü Müslümanın “modern” olmayanı istisna olmalıdır...

Tabii modernlikten hayatın ve evrensel değerlerin kavranması kastediliyorsa... Yok, eğer viski içip puro tüttürerekten “magazin” yaşamak “modernlik”sayılıyorsa, o başka: Tabii ki Müslüman dindarın o taraklarda bezi olamaz.

Aslında dindarımız, laikimizle hepimiz param parçayız…

Biraz Batılı, biraz Doğulu... 

Biraz Amerika, biraz Avrupa... 

Biraz Roma, biraz Mekke... 

Biraz Müslüman, biraz Hıristiyan (dini anlamda değil, sadece alışkanlıklarımız açısından)… 

Biraz muhafazakâr, biraz devrimci... 

Biraz mafya, biraz kanun.

Hemen her sahada bitmez tükenmez tereddütler, alternatif düşünceye karşı derin öfke, hemen her alanda taşkınlıklar, hemen her şey yaz-boz tahtası... 

Fikir ve fikri istikrar kırmızı mumla aranıyor..

Yavuz Bahadıroğlu / Yeni Akit