admin admin


Barış Sürecini Destekleme Sorumluluğu

Barış Sürecini Destekleme Sorumluluğu


 

19.10.2009 tarihinde bir grub gerilla Habur’dan ülkeye giriş yaptığı zaman, Kürt halkının kapalı perdelerinin arkasından gizlice olayı izleyeceğini zanneden sanal toplum mühendisleri olayın böyle olmadığını, olaya ilgisiz kalanların bile yıllardır dağlarda ölümle kucak kucağa yaşayan insanları görmek için elektrik direklerine çıkıp onları görmeye çalıştığını görünce bölünme paranoyasıyla panikleyip ortalığı dağıtmaya başladı. Türkiye’nin egemenliğini kabul edip bu ülkede yaşamayı tercih eden Kürtlerin, savaşın bitmesine, 30 yıldır dağlarda en zor şartlarda yaşayan çocuklarının geri dönmesine, barışa sevinmesi, en üst makamlarca “şımarıklık olarak” kabul edildi. Bukalemun gibi renk değiştiren, açılımı “Demokratik Açılım” renginde bir barış programı olarak pazarlayan liberalizm medyunu kalemşorlar, BDP’nin olayı sabote ettiğini ve “kahramanlık pozları sergilediği”ni yazdılar. Yani, “hırsızın hiçbir suçu yok”tu! Direnmenin yerine teslimiyeti benimseyen bütün çevreler, medyanın bu zemindeki büyülü sözleriyle dezenformasyon haberleriyle kitleleri manipüle ederek adeta saldırganlaştılar ve direnen Kürt iradesinin imhası için bütün yolların denenmesini savunmaya başladılar. Oysa kan duracaktı… Cenazeler gelmeyecek, analar ağlamayacaktı. Kürtler, TC’nin egemenliğini kabul edecek ve onun bütün buyruklarını canla başla yerine getirmeye devam edecekti! Barışa, Kürtler değil Türkler sevinmeliydi aslında. Bayram edip, kutlamalar yapmalıydılar. Barış geliyordu ve dolaylı da olsa dağdaki gerile silahlarını bırakıp adalete teslim olacaktı.

“Ey iman edenler! Adaleti ayakta tutan ve kendiniz, ana-babanız ve yakın akrabanız aleyhine de olsa, yalnız Allah için şahitlik eden kimseler olunuz. Zira zengin de olsa, fakir de olsa, Allah ikisine de (sizden) daha yakındır. Nefsinizin arzusuna uyarak adaletten uzaklaşmayın. Eğer (şahitlik ederken) dilinizi eğer, bükerseniz veya çekinirseniz, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır…”(Nisa-135) Bu hitap hepimize… Fildişi kulelerde, tahayyüllerle sistemin dışında kalmayı başaran insanları da entegrasyon büyüleriyle modern asimilasyon tezgahlarına çekme gayreti içerisinde olan, direnen cılız Kürt güçlerinin imha edilmesi için bütün argümanları kullanmaktan kaçınmayıp, egemenlerin masumiyetini ispatlama paranoyası türünden bir ruhsal kırılma yaşayanlara da hitap ediyor. Kemalist ulusal sistem yaklaşık bir asırdır Kürtlerin direnen gücünü imha etmek için bütün yöntemleri kullanıyor. Yok sayıyor, inkar, asimilasyon, imha, sindirme, onursuzlaştırma, parçalama yöntemleriyle Kürtlere karşı savaşıyor. En vahşi şekilde öldürüyor, zindanlara dolduruyor, kirli yöntemlerle infaz ettiriyor, sürgünlerde zor şartlar altında yaşamasına zemin hazırlıyor. Ağrı, Dersim, Zilan ve benzeri bölgelerde sivil halkı toplu katliamlara maruz bırakıyor. İşte böyle bir baskı, zor ve sindirme politikalarına karşı dağlara çıkmış, acılarını yüreklerine gömerek birlikte yaşamayı tercih etmiş olanlar, Barış sözlerine inanıp, Habur’a gelmişlerdi… Kin, öfke, intikam ve geçmişin acısıyla yaşamamak ve o acıların yeniden tekrarlanmaması için bu kararın kaçınılmaz olduğunu gördüklerinden geldiler. “Varlığımız Türk varlığına armağan olsun” dercesine bütün şartları kabul edercesine geldiler. İnkar edilmelerine, dillerinin yasak olmasına, anadillerini konuştukları, yazdıkları için ağır bedeller ödemiş olmalarına, yerleşim yerlerinin isimlerinin değiştirilmiş olmasına, çocuklarına istedikleri gibi isim vermelerinin yasaklanmasına, asimilasyonun sistematik bir şekilde sürmesine, köylerinin yakılıp-yıkılmasına, yaylalarında zenginlik içerisinde yaşayan köylülerin büyük şehirlerinin kirli varoşlarında yaşamaya mahkum edilmesine, ırkçı saldırganlıkların, linçlerin sistemden beslenmesine rağmen barışın kaçınılmaz olduğunu bildikleri için dağdan inip geldiler. İnkar eden, başka ırkları kendi ırkının üstünlüğü için eriten, imha eden, her türlü terörü, cinayeti, katliamı, zulmü, kirli politikayı kendisi için meşru gören taraf ile, bunlara kendi yöntemleriyle direnen cılız bir direnç damarı arasındaki barışın, anaların gözyaşlarını kana boyayan bu savaşın son bulmasını sağlayacağına inanıldığı için dağdan iniş başladı. Altyapısı ve samimiyeti olmayan proje, barış karşıtlarının sabotesiyle çuvalladı. Kalbi insanlık kaynaklarından koparak kuruyanları da şaşırtan bir medya bombardımanı başlatılarak, olumlu algı bir anda olumsuz hale getirildi. Irkçı politikanın “ulusun bütünlüğünü korumak” paranoyası ve “Kürtler zafer kazanmış edasıyla geliyorlar” propaganda dezenformasyonuyla bir anda yeniden savaş tamtamları çaldı. Hemen ardından tasfiye, tutuklama ve imha etme konsepti bütün gücüyle devreye girdi. Kürt çocuklarına okullarda zorla 'Ne mutlu Türk'üm diyene' ve 'Varlığım Türk varlığına armağan olsun' dedirtme cinnetinin musallat olduğu virüslü, hastalıklı ırkçı kafa bu olayda da etkili oldu. Toplumda değişik renkler, söylemler ve eylemlerle karşımıza çıkan takipçileri de paranoyakça senaryolar, bahaneler üretip sistemin zulmettiği Kürtlerin direnen gücünü ihanetle suçlayarak, milliyetçi muhafazakar konseptin çabalarına destek verdiler. Zulme değişik bahanelerle rıza gösterenler, “sistem içi araçları kullanma” teziyle teslimiyetin fıkhını inşa etmeyle meşgul oldukları kadar, oluşturulan kutsal bariyerlerden dolayı düşünceleri netleşmeyen Kürtleri de yanlarında tutmaya çalıştılar.

Hilafetin mağlubiyet kompleksiyle birlikte, egemenliği başka kadrolara kaptırmanın travmasından da kurtulamayan bu çevreler o muhteşem günlere rücu etmenin fırsatlarını kolluyorlar. “Geçmiş kadroların tasfiye edilip, onların yerine gelme ihtimali” ekseninde sergilenen çabada, halka sırtını dönme pahasına hilafetin kanlı gömleğini üstüne giymiş hükümetin yanında İttihat ve Terraki’nin yeni misyonu olarak tezahür ettikleri kuşkularının doğmasına yol açmışlardır. İşte bu korucu akıl, imha cephesini sorgulamaktan vazgeçmiş ve dolayısıyla direnen zayıf damarı tıkama ve imha için her türlü kirli oyuna başvurmuştur. Yeni saray iktidarını sorgulama veya en azından muhalif cephede durma erdemliliği yerine, onu ıslah ve ihya etme zihinsel model ve projesiyle, sosyal-fikri kırılmaları içinden çıkılmaz bir labirent haline getirmişlerdir. Sahih kodları bulunmayan bu duruşu tevil etmek ve tabana projelerini izah etmek maksadıyla, Kemalizm’in gerilettiği ve Laik vesayetin, Ergenekon’un yok edildiği üzerinde tezler geliştirmişlerdir. İlkel inkar ve asimilasyona karşı olmanın önemli bir meziyet olduğunu zanneden bu çevreler, laik sistemin derinlerinin, Zaman, Vakit, Y. Şafak, Taraf ve Cumhuriyet konseptinin de artık buna karşı oldukları görmüyor gibiler. Durdukları yer, modası geçmiş bu karşıtlıktan daha önemlidir aslında. Savaş konseptiyle birlikte, Kürtlerin direnen güçlerine karşı düşmanlık yapmaları ve bu cepheyi zayıflatmak için her paranoya, kirli düzenbazlık ve diyaloga başvurmaları nerede durduklarını ve nasıl bir paradigmaya tevessül ettiklerini da göstermesi açısından ilginçtir. Başka ülkedeki en küçük hak ihlalini gündemine taşıyan bu zihniyetin, Yüksekova’da ‘sivil Cuma’ namazı kılan anaların tazyikli suyla, gaz bombalarıyla darp edilmesini normal karşılaması, ciddi bir siyasi evirilme ve ulusal bir savrulmanın ana kodlarını deşifre etmektedir. Böyle bir paradoksu yaşayan zihniyet, saldırganlaşır ve kabahatini gizlemek için etrafını kirletmenin telaşı içerisine olur. Aslındaysa bunun analizi basittir, ya zalimden yanasın ya haktan, adaletten, mazlumdan yana. İnsan nefsine uyarak adaletten uzaklaşamaz… Pratik ve teoride yapılanların, onların siyasi tarihlerine yazılacağı söylenebilir. Yazılan bu insanlık tarihi, nerede durduklarını, tutarlılıklarını-tutarsızlıklarını, doğrularını-yanlışlarını, samimiyetlerini-samimiyetsizliklerini, ilkeliliklerini-ilkesizliklerini, zalime karşı oluşlarını-zalimlerin yanında durmalarını, onlara benzediklerini gösteren yazılı bir belgedir.

Sistemin imkanlarını araçsallaştırmak adına sapılan süreçte aktör olma, inisiyatifi elinde bulundurma yoktur, maşa olmak, figüran olmak ve sistemin projelerinde piyon olmak vardır. Tecrübeler bunu göstermeye yetiyor. Roboski katliamı gündemindeki talep ve beklentiler konusunda -bazı istisnalar dışında- imha konseptinden ayrı özgün bir tavır, dil belirlendiğini, iktidarın politik ajandasına uygun biçimde ‘ihsan’ ettiğini söylediği alanların dışında bir duruş sergilendiğini veya devlet kibrinden, gurur, istikbar ve öteki görme zihniyetinden arınmış bir çizgi izlendiğini söylemek için çok saf olmak gerekir… Trajikomik yalan paradigmasının iflasının fotoğrafıdır bu. Tarihi cinayetler zincirinin devamındaki Roboski katliamında, adil şahitlik edeceklerine, Kürtlerin fıtri haklarını rehin tutmayı sürdürme maksadıyla dillerini eğip büktüler ve katledilenleri, aylelerini suçlamanın, yalanlar uydurmanın dışında bir şey yapmadılar. Cumhuriyetten beri, yalan, aldatma, sindirme, aşağılama, inkar perspektifini kaybetmedi sadece frekans, yöntem ve renk değiştirdi.

Evet yüreklerimizi acıtan böyle bir panorama içerisinde, ilk barış girişimi manipüle edilerek akamete uğratıldı ve hemen ardından gerillanın imhası, tasfiye, savaş konseptinde yar alanların “Kendi Kürtleri”ni inşa etme operasyonu, “dağdan inip ovada siyaset yapın” dediklerine yönelik tutuklamalar, sindirmeler, şiddet-zor politikalarının sosyal hayata yansıması kadim devlet ritüeli olarak “direnmeyenleri sistem içine al, direnenleri imha et!” şeklinde

devreye girdi. Ne yazık ki, bütün bunları kendilerini ‘oluşturdukları tarih, kültür ve sosyal değerlerin zindanına hapsetmiş’ hak, adalet, özgürlük iddiasıyla vitrinde bulanan muhafazakar kesime rağmen yapıldı. O zamandan bu güne birçok insanın canı yandı, kan aktı ve şimdi yeniden barıştan söz ediliyor. Hangi saiklerle yapılmış olursa olsun, kanın durmasını sağlayacak ve ölümleri durdurabilecek bu barışı girişimi desteklenmelidir. Suriye çevresinde geliştirilen savaş senaryolarının en sıcak sürecinde, silahların gömülmesinden, barıştan, “direnen güçlerin imhasından sonra Kürtlerin, Türklerin egemenliği altında yaşamaktan başka şansının olmadığı’ndan bahsediliyor. Herkes konuşuyor, konuşması gerekenler suskun. “İmralı’ya 37 ekran bir televizyonun lütuf olarak gönderilmiş olması” ifadesi, akan bunca kanın nasıl karikatürize edilmiş olduğunu göstermesi açısından acı vericidir.

Savaşın sürmesini, sadece ülke içerisindeki ranttan payını alanlar istiyor değil. Dış politikalarını, ülke menfaatlerini barışın gerçekleşmemesine bağlayan ülkeler de var devrede. Paris’te işlenen cinayetin tetikçilerini, zamanlama, eylem biçimi ve seçilen yer açısından savaşın devam etmesini kendi çıkarlarına uygun gören güçlerden uzaklarda aramamak gerekir.

Hiçbir bahaneye sığınmadan barış sürecini destekliyoruz. Çünkü kan akmasın, insanlar ölmesin diyoruz. Çünkü Kürt halkının bir asra yaklaşan acısının, ötekileştirilmesinin, inkar edilmesinin son bulmasını istiyoruz. Süreçte rol alanlar, tabulara teslim olmadan dürüst ve samimi davranırlarsa olumlu sonuçlar alınabilir.       Pennsylvania’dan direktif veren zat, yeni bir çıkış yaparak olayın Hudeybiye Antlaşmasına benzetilmesi gerektiği kıyasıyla egemenlik kibrini sergilemenin yanında, insanlık açısından trajikomik bir tarih yazmıştır. Samimi olmayan barış çabalarının asıl amacının, Kürtler dahil herkesi devletin denetimi altına almak olduğunu, bu kararın beklenmedik bir şeklide verilmesinin arkasında devletlerin, ileriye dönük projelerin de olduğunu biliyoruz. Her şeye rağmen barış olduğu zaman hortumlarının kesileceğini, Kürtleri kendi politikalarının aktörü olarak kullanan ülkelerin bölgedeki manevralarının sekteye uğrayacağını ve bundan dolayı provokatörlük yapmaktan kaçınmayacaklarını, kendi ırkçı varlıklarını savaşa borçlu olan çevrelerin bundan hoşnut olmayacaklarını da biliyoruz. Bütün bunlara rağmen, kanın durması için barış destekliyoruz.Barışa evet. Ancak…

Bir taraftan barış istenirken, diğer taraftan sabrın sınırlarını zorlar şekilde Kürtleri aşağılama, hakarete varan söylemler kabadayılığı terk edilmelidir. Pennsylvania’da direnen güçleri müşrik, TC’yi de peygamberin devleti gibi gösteren kıyastaki aşağılama dili terk edilmelidir.

Geçmişte yaşananların yeniden barışın önünü tıkamaması için görüşmeler şeffaf olmalıdır. Paris’te işlenen cinayetten ders alınarak, süreç içerisinde provokasyon amaçlı eylemler konusunda herkes hassas olmalıdır.

Sorumluluk sahibi bütün çevreler barışın devam etmesi için katkı sunmalıdır. Herkes kendi gücü oranında ses vermelidir. Kıyamete kadar savaşmak mümkün olmadığına göre, barış ne kadar erken olursa savaş da o kadar erken bitmiş olur.

Başbakanın bahsettiği 4. Yargı paketiyle, siyasi tutukluların serbest bırakılması süreci samimi bir şekilde hızlandırılmalıdır.Ağır hasta ve ölümcül hastalıktan dolayı tedavi olmaları gereken tutuklular serbest bırakılmalıdır.

Bir taraftan barış süreci devam ederken, diğer yandan operasyonlar, tutuklamalar ve baskılar bütün boyutlarda sürdürülmemeli, medya dağlarda ne kadar insan öldürüldüğü edebiyatı yapmaktan kaçınmalıdır.

Anadil önündeki bütün engeller, anadilde savunma ve eğitim hakları zaman geçirilmeden, bahanelere sığınılmadan verilmelidir.

İmralı, Kandil, BDP ve Avrupa kanadından barışa katkı sağlayabilecek kim varsa, bu sürece dahil edilmelidir. Silahların susması için taraflar samimi ve güven verici davranışlar sergilemelidir. Savaşın, aşağılamanın, tahkir etmenin dili terk edilmelidir.

İhtiyaç dahilinde, sorundan etkilenen çevreler, STK’lar, toplumun değer verdiği kesimler Barışa destek vermek maksadıyla olaya müdahil olmalıdırlar.

Silahların susması ve gerilla güçlerinin sınır ötesine kaydırılması için operasyonlar durdurulmalı ve güvenli bir yol ortamı hazırlanmalıdır.        

Adaleti ayakta tutma ve kendi aleyhinde bile olsa sadece Allah için şahitlik yapacağı iddiasıyla toplumsal sorunlara çözüm arayan bütün kesimler, kendileri için hak ve meşru olarak gördükleri her şeyin Kürtlerin de hakkı olduğunu kabul etmeleri durumunda, onları ikna için bir 30 yıl daha beklememize gerek kalmayacağını bilmelerinde fayda var. Nefsinizin arzusuna uyarak adaletten uzaklaşmanız hiçbir sorunu çözmez.  Şahitlik ederken, bahanelerin arkasına sığınılmaz. İnkar konseptinin içerisinde sistemin haklılığını ispatlamak için dilinizi eğip, bükmeniz toplumsal paradoksunuzu gelecek nesillere travmatik bir miras olarak bırakacaktır. Bu sorumluluk sahibi her insan için, kabullenilir bir durum değildir…