AKIL VE VAHİY İLİŞKİSİ
Akıl, düşünce tarihi boyunca pek çok tartışmaya konu olmasına rağmen tanımı üzerinde ittifak edilemeyen ilginç kavramlardan biridir. Kimileri onu cevher olarak nitelerken kimileri de onu bir araz olarak tanımlamıştır. Bu tanımların çoğu ya aklın mahiyeti ya da işlevi dikkate alınarak yapılmıştır. Efradını cami, ağyarını mani yani içermesi gereken bütün unsurları kapsayan dışarıda bırakılması gerekenleri de dışarıda bırakan tanımlardan biri İmam Gazzâlî tarafından yapılmıştır. Gazzâli aklın birden fazla anlamının olduğunu tespit ettikten sonra aklın dört anlamı üzerinde durur ve bunları açıklar. Buna göre a) Akıl, insanı diğer canlılardan ayıran, nazarî ve gizli sanatları öğrenmesini sağlayan niteliktir. b) İkinin birden çok olması, mümkünün imkanı ve muhâlin imkansızlığı gibi bir kısım zaruri bilgilerdir c) Tecrübelerden elde edilen bilgilerdir. Nitekim tecrübelerden istifade edip olgunlaşan insana akıllı insan denilir d) Akıl garizasının işlerin sonucunu anlayacak ve nefsani arzuları yenecek bir seviyeye gelmesidir. Bu durumda insan arzularının hükmüne göre değil de nazarın gereklerine uyduğu için akıllı olarak nitelenir. Aklın ilk iki şıkkı yaratılışta bulunduğu için garazî akıl, diğer iki şıkta yer alanlar ise sonradan elde edildiği için mukteseb akıl olarak isimlendirilmiştir.
Üzerinde duracağımız ikinci kavram ise vahiydir. Vahiy sözlük anlamı itibariyle; işaret, yazı, yazılmış olan şey, elçilik (risalet), ilham, gizli konuşma, ve başkasına iletilen şey gibi anlamlara gelmektedir. Kelimenin Arap dilinde îmâ, melek, sürat, çabuk, emr, ba’s, ateş, hükümdar, anlama (fehm), Allah’ın kalbe ilkası, ağlatma gibi başka anlamları da vardır Gizlilik içinde ve süratli bir şekilde bildirimde bulunmak vahiy kavramının temel anlamını oluşturmaktadır. Yüce Allah’ın peygamberlerine olan vahyinde de bu iki özellik yani gizlilik ve sürat içinde olma kendini göstermektedir. Vahiy tecrübesi bu yönüyle subjektifir, fakat ortaya çıktıktan ve başkalarına iletildikten sonra objektif bir olguya dönüşür. Vahyin terim anlamına gelince bu konuda da birbirinden farklı tanımlar yapılmıştır Örneğin Muhammed Abdûh vahyi Yüce Allah’ın peygamberlerinden herhangi birine dini hükümleri bildirmesi olarak tanımlarken, Reşid Rıza vahyi “ister vasıtalı ister vasıtasız Allah tarafından geldiği hususunda kişinin vicdanında kesin olarak oluşan bilgi”; Tehânevî ise bunu “Allah’ın peygamberlerinden birine indirilen kelâmı şeklinde tanımlamıştır. Başka bir tanım da şöyledir: Duyu kullanarak ve akıl yürüterek gerçekleştirilen bilgi üretme yolu dışındaki bir yöntemle Yüce Allah’ın peygamber olarak seçtiği insanlara ya kendilerine vahiy getiren bir melek vasıtasıyla ya da vasıta olmaksızın bir tür konuşmayla dininin ve şeriatının emir, hüküm ve açıklamalarını bildirmesidir. Hz. Muhammed’in (s.a.v) Allah’tan aldığı vahyin tamamı melek vasıtasıyla kendisine iletilmiştir. Yüce Allah’ın peygamberler vasıtasıyla gönderdiği vahiyler ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Adem (a.s) ile başlamış ve son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v) ile son bulmuştur.
Akıl ve vahyin bu şekilde tanımlarına yer verdikten sonra akıl- vahiy ilişkisi üzerinde durmamız uygun olacaktır. Şunu da ifade etmek gerekir ki Müslümanlar Hz. Peygamberin vefatından sonra erken bir zamanda farklı din, kültür ve inançlarla karşılaşmış ve bunlarla inançsal ve zihinsel bir mücadelenin içine girmişlerdir. Karşı karşıya gelinen bu farklı grupların bir kısmı Allah’ın varlığını inkar ediyordu, bir kısmı peygamberliği inkar ediyordu, bir kısmı teslisi savunuyordu, bir kısmı da düalist bir tanrı inancına sahipti. Allah’ın varlığına inanmayan bir kimseye Kur’an’dan ayetler okumak ya da peygamberliği inkar edenlere Hz. Peygamberin hadislerinden deliller getirmek pek de mantıklı değildi. Bunun için Müslüman düşünürle bu kesimlerle Allah’ın varlığı, birliği ve peygamber göndermesinin imkanı konularında ayet ve hadislerden deliller getirmek yerine akılla onlarla tartışmış ve İslam inancını temellendirmeye çalışmışlardır. Esasen bu alimler İslam inancını kesin delillerle temellendirme ve İslam İnancına yöneltilen şüphe ve tereddütleri kesin delillerle ortadan kaldırma gibi bir amaç güttüklerinden çoğu kere muhatapları farklı din, kültür ve inanç grupları olmuştur. Bundan dolayı da önceliği akla vermişlerdir. Onlar İslam’ın temel inançlarını, prensiplerini vahiyden almış fakat onları temelendirmeyi akılla yapmışlardır.
Farklı din ve inanç gruplarına karşı İslam dininin temel esaslarını savunma rolü üstelenen kelamcılar yukarıda arzettiğimiz sebeplerden dolayı bir alan ayırımına gitmişlerdir. Onlara göre aklın etkin olduğu alan ile naklin etkin olduğu alan birbirilerinden farklıdır. Her birinin kendine ait etkinlik alanı vardır. Bu bağlamda aklın etkin olduğu alana mecalu’l-akl (aklın etkinlik alanı) naklin etkin olduğu alana da mecâlu’n-nakl (naklin etkin olduğu alan) adını vermişlerdir. Bu iki alanın nereden başlayıp nerede bittiği, sınırlarının ne olduğu konusunda bazı farklar olmakla birlikte genel bir ittifaktan da söz edilebilir. Buna göre Allah’ın varlığı, birliği, peygamber göndermesinin imkanı, insanın fiilleri, fiillerini gerçekleştirmede ihtiyaç duydukları güç gibi konular aklın etkinlik alanı içerisindedir. İbadetler ve ahiret ahvali ise naklin etkinlik alanı içersisindedir. Bu konuda akla bir yetki verilmemiştir. Muamelât konusu ise akıl ve naklin birlikte etkin olduğu alan olarak belirlemişlerdir.
Mutezile ekolünün önemli temsilcilerinden biri olan Kâdî Abdülcebbâr bu alan ayırımını şu şekilde ifade etmiştir: “Akıl Allah’a şükr ve ibadet edilmesi gerektiğini bildirir fakat ibadetler kapsamına giren fiillerin ne olduğu, şartlarının neler olabileceği, mekan ve zamanlarının belirlenmesi hususunda bize hiç birşey göstermez.” Öyleyse akıl Allah’ın varlığını birliğini tespit eder ve verdiği nimetlere karşılık O’na teşekkür edilmesi gerektiğini ve dolayısıyla Allah’a ibadet edilmesi gerektiğini bize gösterir, fakat ibadetlerin neler olabileceğini, farzları, namazları ve vakitlerini bize gösterecek olan akıl değil vahiydir.
Esasen akıl da vahiy de kaynak itibariyle Allah’tandır. Kaynakları bir olan akıl ve vahyin çatışması söz konusu değildir. Eğer görünürde bir çatışma var ise ya akıl yürütmenin şartlarına uyulmamıştır ya da naklin sübût ve delaletinde sorun vardır. Bundan dolayı Alimlerimiz sahih nakil, sarih akılla çatışmaz demişlerdir. Öyleyse akıl ve vahyin çatışmasından (tearuz) ziyade akıl ve vahyin uyum ve dayanışmasından (tevâfuk ve tesânüd) bahsedilebilir
Şunu da belirtmek gerekir ki her ne kadar peygamberlerin Allah’tan getirdiği vahiyler akılla çatışmıyorsa da vahyin aklı aşan yönleri vardır. Zira akıl duyuların kendisine getirdiği verilere dayanarak kararlar verir. Oysa duyunun ulaşamadığı metafizik alanlar (ahiret halleri, meleklerin durumu, Allah’ın iradesi gibi) vardır ki buralarda akıl kesinlikle vahye ihtiyaç duyar. Bu gerçeği tespit etmek, doğru yolu bulmada akla ihtiyacımız olmadığı anlamına gelmez. Zira vahyin muhatabı akıldır. Aklı yetkin olmayan çocukları ve delilleri yüce Allah sorumlu tutmamıştır. Fakat ne yazık ki nassa bağlılık adına yüzyıllardır İslam dünyasında akıl mahkum edilmiştir. Belki de İslam dünyasının bir türlü kendine gelememesinin ve kendisinden beklenen sıçramayı gerçekleştirememesinin en temel sebeplerinden biri de budur. Zira akli tefekküre dayalı Felsefe ve Kelam bir çok muhitte adı anılması sakıncalı disiplinler olarak görülmüştür. Bundan hareketle akla ve vahye yeniden dönmek bunların etkinlik alanlarını tespit etmek ve her birine verilmesi gereken değeri vermek zorunluluk arz etmektedir.
Kaynaklar: Hamdi Tayfur, Akıl Savunması I, İslami Yorum Dergisi
Y. Ş. Yavuz, Akidede Vahiy ve Aklın Yeri, Çalıştay Bildirisi
H. Alper, Kelam İlminde Akıl ve Vahyin yeri, Çalıştay Bildirisi,
C. Erdemci, Akıl ve Naklin Etkinliği Problemi, Sempozyum Bildirisi
C. Erdemci, Kelam İlminde Vahiy, Milel Nihal Dergisi