ÜRETİLMİŞ KÜRT SORUNU…

DOSYA

VAN 21.04.2014 20:49:05 0
ÜRETİLMİŞ KÜRT SORUNU…
Tarih: 01.01.0001 00:00

Bu bölümde sırasıyla Abdullah Pamuk, Prof. Dr. Mehmet Özcan, Kemal Burkay, İbrahim Güçlü’nün farklı yorumlarıyla konuya bir derinlik kazandırmak ve sizlere tüm bakış açılarını sunmak istedik.

ABDULLAH PAMUK

DERİN DEVLET-DERİN PKK VE ÇÖZÜM ZORLAYAN DİNAMİKLER

Bir süredir ifade etmeye, dikkatlerinize sunmaya çalışmaktayız. Değişen bölge şartları ve yeni denge arayışı sürecinde PKK’nın mevcudiyetini devam ettirmesi ve eskiden olduğu gibi güçlü iç ve dış destekler bulabilmesi imkanı kalmadı. Dolayısıyla bu konuda, verili şartları dikkate almayan düşünceler, yorumlar ve konjonktürel fotoğraflar sürecin nereye doğru evrildiğini ortaya koymakta yetersiz kalmaktadır.

Daha öncesi de söz konusu, ama 2009 yılı itibarıyla bölgesel değişim sürecinin dinamikleri, niteliği çok net olarak belirginleşti. Lakin PKK ve PKK’ya destek veren statükocu odaklar, konjonktürel gelişmelerden yararlanarak politik çıkar elde edebileceklerini hesaplayarak süreci doğru okuyamadılar. 2013 yılına gelindiğinde görüldü ki bölgedeki Kürt meselesi ve PKK’nın geleceğiyle ilintili dinamikler büyük oranda netleşti. Ancak statüko-değişim mücadelesi sürecindeki dönemsel gelişmeler kimilerinin “yolun sonu”nu görmesini engelledi.

Oysa bir süredir küresel ve bölgesel aktörlerin pozisyonlarındaki ciddi değişiklikler ve gelecekle ilgili beklentilerin bizlere ihsas ettirdiği şey, statükonun uzun süre devam edemeyeceği, değişim ve dönüşüm sürecinin belirli bir ideolojik çizgide ilerleyeceği yönündeydi. Bu durumda da PKK’nın bir silahlı örgüt olarak varlığını devam ettirme imkanı kalmamaktaydı. Yani, “yolun sonu”nun çoktan görüldüğü şüphe götürmez bir gerçekti. Ama PKK’nın tesviyesi kanlı mı olacak kansız mı? sorusunun cevabı tarafların süreci nasıl okuduklarıyla doğrudan bağlantılıydı. Sürüklenilen bu kavşak noktasından bakıldığında, tabii ki PKK’nin çözüm için zorunluluk gerekçeleriyle yeni Türkiye Cumhuriyeti devletinin gerekçeleri farklıydı. Ancak unutulmaması gereken husus, PKK için bu zorunluluk çok daha hayati düzeydeydi. Devlet perspektifinde bakıldığında ise ayağındaki prangalardan kurtulup daha hızlı hareket edebilmek, bölgedeki yeni misyonunun gereğini yapmakta zaafa düşmemek kaygısı öne çıkmaktaydı… Yeni Türkiye’nin küresel güçlerle paralel temel politikalara sahip olduğu gerçekliğinin yanı sıra özellikle ABD’nin PKK ve bölgedeki Kürt meselesi konusundaki yeni stratejisi de dikkate alındığında, bu zorunluluğun ne kadar güçlü arka plana sahip olduğu ve İmralı üzerinden yürütülen sürecin dinamikleri ve ciddiyetinin farkındalığı daha da belirginleşecektir.

Malum, küresel güçler, terörü bir enstrüman {araç} olarak kullanmaktadırlar. Diğer örnekler bir tarafa “devlet terörü” uygulayarak güvenliğini sağlayabileceğine inanan İsrail’in bu çerçevedeki katliamlarını, saldırılarını ve her türlü zulmünü hep desteklemişlerdir. Dünyanın çeşitli yerlerindeki terör örgütlerini kullanarak siyasal, ekonomik çıkarlarını korumaya çalışmışlardır. Tüm bu gerçeklik ortadayken, medyayı kullanarak terörden, küresel terörden ve bunlarla mücadelede işbirliğinden söz etmekten geri durmamışlar; algı yönetim tekniklerini, manipülasyon araçlarını sonuna kadar kullanmışlardır.

PKK da bu çerçevede küresel ve bölgesel odakların desteğine mahzar olmuş bir örgüttür. Marksist-Stanilist çizgisiyle PKK, uzun yıllar gündemde kalan devletin ırkçı, asimilasyoncu, yok sayıcı politikalarla mücadeleyi ana hedef olarak belirleyen bir örgüt olmaktan çok, bu iklimden beslenen iç ve dış odakların gizli-açık destekleriyle rakiplerini yok eden bir çizgi izlemiştir. Ve PKK’nin bölgedeki Müslüman Kürt halkıyla ortak paydası bulunmamakta, tüm çabalara rağmen kurulan bağlar ise sunilik çizgisini aşamamaktadır. Kısaca PKK ve türevleri örgütler, “Üretilmiş Kürt Sorunu” nu çözmekten öte, iç ve dış odaklarla çıkar paralelliği içinde kendine bir statü oluşturmayı amaçlamış bir yapılardır. Dolayısıyla, kendisine destek veren iç ve dış odakların, derin yapıların desteğiyle PKK, sorununu çözümünden çok derinleşip taban bulması yolunda çabalarını yoğunlaştırmıştır. Bu çizgisiyle de PKK, zamanla, yok sayılan ve zulme uğrayan Müslüman Kürt kardeşlerimizin ve Kürt hareketlerinin en önemli sorunu haline gelmiş/getirilmiştir…

Derin devlet ve derin PKK’nın ortak çabalarıyla “ilkesiz şiddet”-terör zemininde tutulmaya çalışılan PKK ve türevi örgütlerin, siyasi ortamın kısmen yumuşadığı, değiştiği bir vasatta dahi konjoktürel gelişmelere yaslanarak eylemlerini sıklaştırması bunun en çarpıcı göstergesi olmuştur.

DEĞİŞEN ŞARTLARI DOĞRU OKUYAMAMAK

Değişen dünya ve bölge koşullarının ortaya çıkardığı yeni ideolojik eksene ve yaşanan sürecin dinamiklerine rağmen hala şiddetin devam ettirilmeye çalışılmasının arka planını doğru okumak gerekir.

Oysa PKK, bölgedeki gelişmeleri doğru okumak yerine konjonktürel gelişmelerden de yararlanarak farklı bir pozisyon almayı tercih etti. Bir başka ifadeyle, örgütün yapısı ve destekçilerinin stratejileri PKK’yi bu çizgiye zorladı. Her nasılsa Oslo sürecinin sabote edilmesi ve sonrasında PKK’nin Silvan saldırısıyla birlikte deklere ettiği “halk savaşı stratejisi” bahse konu hatalı okumanın bir sonucuydu. Örgüt Suriye’deki değişim ve dönüşüm sürecinin malum nedenlerle krize dönüşmesinden yararlanarak bazı kazanımlar elde etmeyi hesapladı. Şam ve Tahran’ın içinde bulunduğu sıkışıklığın bu iki başkent ile işbirliklerini ileri düzeye taşıyacağını umut etti. Aynı zamanda İsrail’deki radikal hükümetin desteğinin yanı sıra yeni Türkiye’nin bölgedeki ilerleyişinden rahatsız olan ülkelerden, eskisi kadar olmasa da destek almaya devam etti. Ama PKK’nin bu stratejisi tam manasıyla başarısız oldu…

PKK’nin bu başarısızlığında hiç şüphesiz birinci amil, yeni Türkiye’nin bölgeye bakışındaki farklılıktır. Tabii bu ciddi farklılık, devletin örgüt ile mücadele ederken bölge insanına yaklaşımını da derinden etkiledi. Buna devletin kurumları arasındaki görüş ayrılıklarının ve koordinasyonsuzluğun büyük oranda giderilmesi de eklendiğinde PKK ile etkin bir mücadele ortaya çıktı. Özellikle istihbaratta işbirliği ve eşgüdümde bir çok zaafiyeti ortadan kaldırdı. Tabii ki bu durum, bazı iç ve dış odakları rahatsız etti. Ve peşi peşine, uluslar arası örgütlerin, derin yapıların da içinde olduğu operasyonlarla devletin ele geçirdiği inisiyatif kırılmaya çalışıldı. Kısmen de olsa bu çabalar başarılı oldu. Ama bunlar, gelişmelerin seyrini durduramadı; belki yavaşlattı…

İkincisi, Obama’nın başkanlığıyla birlikte artan ivmeyle bölgedeki ABD-Türkiye politikalarındaki paralellik bir çok konuda somut işbirliklerine dönüştü. Öyle ki ABD, yeni Türkiye’ye terörle mücadelede istihbarat desteği vermenin ötesine geçerek PKK’nın tavsiyesi ve bölgedeki Kürt gerçekliğine bakış hususlarında ciddi adımlar attı…

Üçüncüsü ise “Cumhuriyet dönemindeki zulümlerden, 90’lı yıllardaki mağduriyet psikolojisinden artık sıyrılmalıdır Kürtler” diyen Orhan Miroğlu ve benzer söylemlere sahip Kemal Burkay gibi kişiliklerin etkinliklerinin artması oldu. Her ne kadar PKK ve türevi yapılanmalar, söz konusu kişiliklerin söylemlerini, çözüme yönelik çabalarını etkisizleştirmeye, onları işbirlikçilikle suçlamaya çalışsalar da başarılı olamadılar. Aynı zamanda PKK ile paralel hareket etmeyi kendilerinin sistem içi mücadelelerindeki etkinlikleri ve pozisyonları için stratejik önemde görenlerin bu kişilikler karşısındaki olumsuz yaklaşımları da sürdürülemedi. “Kendimi güvende hissetmiyorum. Geçmişte güvensizliğin kaynağı devletti. Bugün ise PKK-KCK’dır. KCK sözleşmesine göre tüm Kürtler birer KCK yurttaşı, baskılar devam etmektedir…” sesleri yükselmeye devam etti… Sorunun çözümüne yönelik güçlü söylemler, atılan adımlar, konjonktürel okumaların gerçeklikten uzak olduğunun ortaya çıkması çıkış kapısının giderek araladı.

Demokratik açılımların, mevcut iktidarın önemli aktörlerinden biri olduğu yeni pradigmanın bir gereği olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Yeni modelin temel felsefesi, ideolojisi, kavramları, miadını doldurmuş olan eskisiyle aynı değerler sisteminden kaynaklanmaktadır. Yöntemi, yeni şartlara uyumlu niteliği ve dinamiklerinde ortaya çıkan farklılığa rağmen yeni modeli doğru okumak, amacını aşan yorumlar yapmamak, her şeyi yerli yerine oturtmak lazımdır.

Üretilmiş Kürt sorunu’nun çözümü yolunda atılan adımlardan biri olan Oslo süreci de bu anlayışın, yeni şartlara uyum sürecinin bir gereğiydi. Ama Oslo sürecinin amacının, kapsamının, aktörleri ve işleyiş tarzının kendine has olduğunun da altının çizmek gerekir. “İmralı Süreci” diye isimlendirilen süreç ise bir anlamıyla Oslo sürecinin revize edilmiş şeklidir. Oslo süreci çeşitli nedenlerle başarısızlığa uğrayınca bazı temaslar askıya alınmış, taraflar kendilerine özgü yeni pozisyonlara dönmüşlerdi. Geçen zaman zarfında yaşananlara, bölgedeki konjonktürel gelişmelerin karartmalarına rağmen her iki tarafı da zorlayıcı etkenler gündemdeki yerini korudu. Gelinen bu kavşak noktasında bir çıkışın, bir çözümün kolay olmadığı bilinmektedir. Lakin “yolun Sonu” nun görünmüş olması olumlu bakış açılarını doğuran bir iklimi beraberinde getirmektedir…

Kimilerine göre yeni, kimilerine göre de bazı yönleriyle revize edilip devam ettirilen bu süreç, MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın PKK’nın silahsızlandırılması önceliğiyle Abdullah Öcalan ile İmralı’da görüştüğünün deklere edilmesiyle gündeme girdi. Peşi sıra, Ahmet Türk ve Öcalan’ın eski avukatı ve BDP milletvekili Ayla Akat’ın İmralı’ya gitmesi sonrasında ki gelişmeler baş döndürücü hızla ilerlemektedir. Bizce süreç ile ilgili en önemli husus ise çözüme yönelik adımların bu kez çok daha kararlı atılması ve güçlü bir kamuoyu desteğini arkasına aldığının görünmesidir.

Pekiyi, sürecin seyri/takvimi hakkında gündeme düşen neler?

Sabote edilmediği ve bu tür girişimler boşa çıkarılabildiği takdirde 2013 yılı baharı içinde takvimin netleşmesi öngörülmekte. Uzun süre ve nedenleri konusunda çeşitli spekülasyonların yapıldığı tecrit’ten sonra Fidan-Öcalan görüşmesi adeta, süreç için bir başlangıç olarak kabul edilmektedir. MİT müsteşarı ile İmralı’nın görüşmelerine paralel olarak MİT’ten bir heyetin Kandilde de görüşme yaptıkları/yapacakları iddiası gündemde. Bahse konu görüşmeler sonrasında bölgedeki dönemsel gelişmeler ve beklentilerde dikkate alındığında sürecin başarı ihtimali yüksek gözükmektedir.

Öcalan’ın “ayrı bir devlet” talebinin olmadığı, ayrı bir devlet talebinin ön adımı olarak yorumlanan “demokratik özerklik”ten vazgeçildiği belirtiliyor. Devletin ise yerel yönetimler şartının 4. Ve 5. maddelerine koyduğu çekinceleri kaldırması; yeni anayasada vatandaşlık tanımına da da uygun bir formül bulunmasıyla ön talebin karşılanacağı eğiliminde olduğu ifade edilmektedir…

PKK’nin tavsiye süreciyle ilgili olarak ise örgütün üst düzey yöneticilerinin Avrupa’da uygun yerlere gönderilmesi; diğerlerinin büyük bir kısmının da Türkiye’ye dönerek demokratik siyasetin aktörleri olabilmelerinin önünün açılması; PKK’nin Türkiye’deki silahlı militanlarının sınır dışına çekilmesi hususları konuşulmaktadır. Bu operasyonu denetlemek üzere; güvenlik görevleri, MİT temsilcileri ve siyasi parti temsilcilerinden oluşacak bir barış heyeti’ nin kurulmasından da söz edilmektedir. Ayrıca beklenen konjonktürel gelişmelerin sorunun çözümüne katkısını arttırmak amacıyla Öcalan’ın Suriye’deki Kürtlere ‘muhalefet ile işbirliği yapın’ çağrısı yapması beklenmekte. Bu arada, demokratik açılım sürecinin önemli ayağı olan sorunun çözümü yolunda yasal ve anayasal düzenlemelerle ilgili çalışmalar sürdürülecek ve bu kez taraflar, Oslo’da değil Erbil’de, Barzani’nin ev sahipliğinde toplanacak…

SÜRECİ SABOTE GİRİŞİMLERİ

Bir taraftan devletin kurumları ile İmralı arasındaki diyaloğun olumlu havası eserken, diğer taraftan da PKK’nin bazı unsurları ve terörün devamından yarar uman iç ve dış odaklar, hemen sabote edici faaliyetlerine başladılar. Bunlardan en çok tartışılan ise Paris’te 3 PKK’lı kadının infaz edilmesidir. Üzerinde ciddiyetle durulan bu sabote girişimiyle ilgili değişik yorumlar, görüşler ortaya kondu; çeşitli kaygılar dile getirildi. Ancak 3 PKK’lının cenaze töreninde geçmişteki benzerlerinden farklı olarak olumlu bir görüntü ve barışçıl bir dilin öne çıkması birilerini tabi ki üzdü. Bu görüntü, aynı zamanda tarafların, özellikle de PKK ve türevlerinin söz konusu sürece ne kadar önem verdiklerinin ve ciddiyetlerinin göstergesi olarak değerlendirildi.

Diğer taraftan, Türkiye içindeki statükocu unsurlar ise, sanki Müslüman Kürt halkından zorla; ırkçı, asimilasyoncu, yok sayıcı politikaları ile “ırkçı Kürtler” üretmek isteyenler, binlerce insanın ölümüne, sakatlanmasına, acılarına sebep kendileri değillermiş gibi provokasyon ve kışkırtmaya devam etmektedirler. Neymiş efendim, “şehitlerin kemikleri sızlıyormuş; Apo’yu önce ev hapsine alacaklarmış sonrada serbest bırakacaklarmış.” Keza tersinden de provokasyonlarına devam eden söz konusu çevreler, kavram kargaşası yaratmanın, bulanık suda balık avlamaya çalışmanın yanı sıra “Kürtler aldatılıyor” söylemiyle karşılıklı güvensizliği güçlendirmeye çalışmaktalar…

Sözcü ve Aydınlık gazeteleri başta olmak üzere malum medya ile bölgedeki değişim sürecinin ideolojik eksenini kendileri için kullanışlı görmeyen, zaten kısıtlı olan toplumsal tabanlarının daha da daralacağını düşünen kesimler, bu kara propagandayı ve entelektüel saptırmaları birlikte yürütmektedirler. Merkez medyanın görünürdeki sahibi Aydın Doğan bir yandan bünyesindeki gazetelere “çözüm için destek verin” mesajı gönderirken diğer yandan merkez medyada alttan alta bazı olumsuz vurgular yapılmaya, hassasiyetler özellikle kaşınmaya devam etmektedir.

Kürt sorunu, artık sadece Türkiye için değil dört ülkeyi içine alan uluslar arası bir boyut kazanmıştır. Önümüzdeki on yılda bu coğrafyada bir Kürt devleti kurulacaktır…” v. b eskimiş, yeni şartlarda anlam içeriği zayıflamış bazı öngörülerde ısıtılıp yeniden gündeme servis edilerek kamuoyundaki tedirginlik arttırılmak istenilmektedir. Halbuki Kürt sorunu, çok uzun süredir uluslar arası boyutları olan bir sorundur. Ve değişen bölge dengelerine paralel olarak geçirdiği evrim ile bugün farklı bir düzleme taşınmıştır. Ayrıca değişim ve dönüşüm süreci, yeni Türkiye’nin konumu ve misyonunu değiştirmiş, güçlendirmiştir. Dolayısıyla yeni Türkiye açısından artık bir bölünme kaygısından çok “büyüme/genişleme” kaygısı giderek güçlenmektedir. Mevcut şartlar esastan değişmediği, oyun kurucu aktörlerin temel politikaları revize edilmediği takdirde yeni Türkiye’nin kabul etmeyeceği gelişmelerin hayata geçirilmesi zor gözükmektedir.

Bu bağlamda Müslümanların üretilmiş etnik milliyetçilik olgusu konusuna yaklaşımı ve duruşuyla ilgili kısa bir değerlendirmeyle yorumumuzu bitirmek istiyoruz.

Her zaman ifade ettiğimiz gibi, bir Müslüman’ın, herhangi bir kavme yönelik inkar, asimilasyon ve yok sayma politikalarını lanetlemesi, herhangi bir türüne karşı yakınlık duymanın ne anlama geldiğinin bilinciyle davranması inancının gereğidir. Dolayısıyla bölgedeki insanımıza, çoğu Müslüman olan Kürt kardeşlerimize yönelik ırkçı politikalara karşı net bir duruş sergilenmesi ve uygulanan her türlü zulme karşı durulması kaçınılmazdır. Müslümanların bu konudaki duruşu düzgün olduktan sonra gerek birbirlerine gerekse de dışarıdan onlara yönelik eleştirileri dikkate almaları, durumlarını gözden geçirmeleri de büyük önem taşımaktadır.

Ancak, halis niyetlerle yola çıkılsa ve bölgede yaşanan korkunç olaylar nedeniyle bazı hassasiyetleri diğer kardeşlerinden daha fazla olan Müslümanları anlama ve uygun bir dil kullanma çabalarını takdir etsek de, duygusal ve reaksiyoner yaklaşımları kabul etmemiz mümkün değildir. Irkçı-seküler bir anlayışa karşı olmak adına bir başka ırkçılığa dolaylıda olsa müsamaha ile yaklaşmak bizim davranışımız olamaz. “Irkçı-Seküler Türklerin” insanlık dışı yaklaşımlarına, zulüm politikalarına karşı çıkmak adına “Irkçı-Seküler Kürtler” ile birlikte resim vermeyi, özensiz bir dil kullanmayı meşrulaştırmaz. Belki bu hal, duygusal ve tepkisel yaklaşımlarla, post-modern kavramlarla izah edilmeye, gerekçelendirmeye çalışılabilir. Ama, İslâmi bilinç ve kimlik ile bağdaştırılması mümkün değildir. Ve bu konuda büyük sorumluluk, bölgede yaşadığı zulümler nedeniyle soğuk kanlı düşünememesi mümkün olan kardeşlerimizden çok, onları anlamak, desteklemek niyetiyle hareket ettiklerini bildiğimiz, lakin kafası karışık olmaması gereken kardeşlerimize düşmektedir. Bir Müslümanın diğer bir kardeşini ve/veya ekibi bu ve benzeri konuda eleştirmesi, uyarması mutlaka görevidir. Duruşunda net olmadığı ve yeterli desteği vermediği iddiasında da bulunulabilir. Ne var ki bu eleştirinin gayri islâmi bir dil kullanarak ve en önemlisi de “sistem-içi” bir duruş ile yapılmaması gerekmektedir…

Müslüman’ca düşünmek, Müslüman’ca davranmak ve Müslüman’ca bir duruş sergilemek hepimizin olmazsa olmazıdır. Duygusal, tepkisel yaklaşımlarla kendi kimliğimize zarar verdiğimiz gibi başkalarına da bir faydamız olmaz. Olsa olsa sistem-içi taraflardan biri oluruz…

Mazlum-Der’in düzenlediği “İslamcılar Kürt meselesini tartıştı…” haberi bu konularda bizim için dikkat çekici bir içeriğe sahip.

Star gazetesi-Açık görüş’teki {25Kasım 2012 tarihli} yazıdan edindiğimiz bilgiye göre Türk ve Kürt İslamcıların katılımlarıyla gerçekleştirilen forumda ittifak edilen başlıklar arasında; ana dilde eğitim, yer isimlerinin iadesi, zulüm dönemini aydınlatılması, yerinde yönetim ve demokratik zeminin güçlendirilmesi gibi hususlar yer almıştır… “Ümmetin birliği” ve “İslam kardeşliği” kavramlarıyla neden konuşulmuyor? sorusuna ise İ.B’nin verdiği cevaba dikkat çekmek ve üzerinde düşünmek gerekmekte: “Seküler-ulus devlet {ler}in, uluslar arası sistemin ürettiği bir sorun ve bugün hiçbiri ‘İslâmi’ esaslara göre yönetilmiyor. Böyle bir tabloda ‘İslam’ üzerinden nasihat etmenin zorluk ve ‘anlamsızlığı’ açıktır”…

Bize ne oluyor? Allah için ağzımızdan çıkanı kulaklarımız duysun artık!

*İktibas dergisi şubat sayı 410

YOLUN SONU”NU GÖRENLERİN ARAYIŞLARI

Beklentiler ve Handikaplar-

Yolun sonu görünüyor” başlıklı yorumumuza gelen tepkiler beklendiği gibi çok farklıydı ve çoğu okuyucu bizim ile aynı görüşü paylaşmamaktaydı. Kimi böyle bir öngörüyü erken bulurken kimileride konuyla ilgili değerlendirmelerine ters düştüğü için ciddiye almamaktaydı. Oysa yeni dünya düzeni arayışı sürecindeki iniş-çıkışlar, geçiş döneminde ABD’ nin tek süper güç olmanın hoyratlığıyla keyfi hareketleri; saldırıları, işgalleri, silah ve petrol lobilerinin beklentileri doğrultusundaki stratejik adımları insanımızın kafasını karıştırmıştı. Ancak zamanla değişen dünya dengeleri ve bunun gerektirdiği yeni düzen arayışlarının ideolojik ekseni ve değişmekte olan güç dengeleri çok net olarak ortaya çıkmaya başladı. Ve yeni dünya düzeninin bölgemize yansımaları, eski düzenin ürünü olan ve giderek uluslar arası niteliğe bürünen PKK terör örgütünün sonunu hazırlayan sürecin belirginleşmesini sağladı. Zira değişen dünya ve bölge dengeleri ile birlikte Türkiye Cumhuriyetinin konumu ve misyonu değişmişti. “Merkez ülke” konumu ve “Model ülke” misyonu ile Türkiye cumhuriyeti küresel güçlerin vazgeçemeyeceği stratejik bir devlete doğru evrilmesi ile PKK terörü ve onun yaslandığı “Üretilmiş Kürt Sorunu” farklı bir düzleme taşındı. Yeni şartların gereği Türkiye cumhuriyetinde iflas eden eski paradigmanın yerine ikame edilen yeni model ile birlikte ötekileştirici, asimilasyoncu, dışlayıcı anlayışın terk edilmesi; dönemsel şartların küresel güçlerin bölgesel sorunlara yaklaşımlarını da değiştirmesi eklenince PKK terörünün desteklenmesinin rasyonelliği ortadan kalktı. Her ne kadar bizim bakış açımızla sorunun çözümünde sağlıklı bir zenimde yol alındığı söylenemese de görece olumlu bir sürecin yaşandığını belirtmemiz gerekir.

Tüm bu gerçekliğe ve sorunun çözümü için dış ve iç konjonktürün müsait hale gelmesine karşın malum bazı çevrelerin ve onların destek gördükleri güç odaklarının terör örgütü ile birlikte hareket etmekte yarar umdukları ve bunda ısrar ettikleri de bir gerçek. Söz konusu çevreler, global ve bölgesel düzeyde yaşanan ciddi mantalite değişikliğine rağmen dönemsel şartların komplikasyonlarından yararlanarak hala eski düzenlerini sürdürmek istemekte ve dolayısıyla bu sürece karşı çıkmakla kalmayıp terör örgütünü stratejileri doğrultusunda mobilize etmekten de çekinmemektedirler. Bu pozisyonları ile malum iç ve dış çevreler, bir taraftan yaşanan sürece yönelik rahatsızlıklarını ortaya koyarken diğer taraftan da kendilerinin önerdiği yöntemle çözüm arayışı söz konusu olmadığı takdirde terörün daha da arttırılacağı ve bölgede bir bölünme yaşanacağı tehdidini öne çıkarmaktadırlar. Haliyle bahse konu çevrelerin medyadaki uzantıları da geçmişte sık sık gündeme taşıyıp mahcup olduklarını unutup toplumun bu konudaki hassasiyetinin bilinci ile daha elverişli dış ve iç konjonktürde dahi ciddi düzeyde gündeme gelmeyen Kürt devleti’nden bahsetmektedirler. Köprülerin altından geçen bunca suya rağmen hala Kuzey Irak Bölgesel yönetiminin tartışmalı petrol gelirleri üzerinden bir Kürt devleti senaryosunu gündeme taşıyıp, buna yeni Türkiye gerçekliğinin yol verebileceğini ileri sürebilmektedirler. Eğer bu yaklaşımları bilerek ve isteyerek bir takım malum odakların görüşünü veya temennilerini yansıtmıyorsa bir ideolojik tıkanmışlığın yeni şartlara uyum sağlamada yaşanan sıkıntıların veya subjektif hassasiyetlerin sonucu olsa gerektir. Uzun bir süre sistem-içi mücadelede değişimci tarafta yer alan liberal solcularında bölgedeki yeni ideolojik eksene rağmen giderek AKP lileşen Türkiye ve bunun bölgedeki etkilerinden rahatsızlık duymalarının benzer hassasiyetleri oluşturduğu bilinmektedir. Söz konusu çevrelerin ulusalcı-statükocu unsurların sistem-içi güç ve çıkar mücadelesi sürecinde kullana geldikleri bir kısım argümanları onlarla paralel olarak muhalefetlerine gerekçe yapmaları bu çerçevede anlamlı bir göstergedir. AKP hükümetini giderek sertleşen uslubu ve güvenlik politikalarına döndüğü iddiasıyla suçlayan söz konusu çevrelerin, buna karşın dönemsel krizler ve bölgede yaşanan değişim sürecinin niteliğinden memnun olmayan odakların açtığı hareket alanını yaşanılan tasviye sürecini en az zararla kapatma stratejisi gereği eylemlerini arttıran terör örgütüne destek algısı oluşturan yaklaşımda bulunmaları manidar bir tavır olarak gözükmektedir. Hele hele dünyada ve bölgedeki eğilime rağmen “silahlı mücadele siyasi mücadelemizin teminatıdır” diyebilen ve bölge insanıyla irtibatı devletin asimilasyoncu, yok sayıcı, baskıcı politikalarıyla zoraki kurulmuş olan Marksist-Stalinist bir Kürt partisinin mevcut duruşuna destek vermeleri kabul edilebilir bir durum değildir. Çünkü gelinen bu aşamada hükümete yakın durma veya muhalefet etme kaygılarıyla hareket etmek bir çözüme destek yerine süreci tıkamak anlamına gelmektedir. Bölgede konjonktürel şartların oluşturduğu siyasi iklime rağmen sorunun çözümü gerçekten isteniyorsa tarafların daha dikkatli bir dil kullanmaları mutlaka gerekmektedir. Aksi takdirde bölgede yaşanan süreç bir çok kesimi önüne katıp sürükleyecek ve tasfiye süreci kanlı olacaktır.

Peki, yolun sonunun görülmesi uzun sayılacak bir süre önce gündeme gelmesine rağmen neden bazı çevreler, guruplar ve örgütler yeni farkına varmış gibi davranmaktadırlar? Bunları içinde bulunduklar handikaplardan kurtulma arayışına zorlayan gelişmeler nelerdir? Bu bağlamda CHP nin son hamlesi nasıl okunmalıdır. Bu ve benzeri sorulara cevap vermemiz için öncelikle genel bir çerçeve çizmemiz yaralı olacaktır.

YENİ STRATEJİ TARTIŞMALARI VE ÇIKIŞ ARAYIŞLARI

PKK nın tasfiyesi ve Üretilmiş Kürt Sorunun çözümünde siyasi iktidarın yeni stratejisi kısaca şöyle ifade edildiği bilinmektedir: PKK ile mücadele, {henüz muhatabı netleşmemiş} siyasi organizasyonuyla müzakere. Bir başka ifade ile “terör ile mücadele, siyaset ile müzakere”…

Şunu hemen ifade etmemiz gerekir ki kronik hale gelmiş bu meselenin değişen dünya ve bölge şartları ve bunun Türkiye ye yüklediği misyon gereği çözümü artık bir zorunluluk haline gelmiş bulunmaktadır. Bu sadece yeni Türkiye açısından değil ABD, Irak vb. küresel ve bölgesel aktörler açısından da böyledir. Bunu fark eden KCK-PKK-BDP çizgisi ve destekçileri telaş içersinde gözükmektedirler. Öyle ki Türkiye de yaşanan ve ciddi bir mesafe alınmasına rağmen henüz tamamlanamamış demokratikleşme çabası ve bölgedeki değişim ve dönüşüm sürecinin ortaya çıkardığı hareket alanından yaralanan bahse konu odaklar, öncelikle sorunu toplumsallaştırmaya çalıştılar. Bu yolla bir taraftan konjonktürel olarak kendilerini destekleyen dış ve iç odakların amaçlarına hizmet ederken diğer taraftan da bir “statü savaşı” vermektedirler. Yeni strateji gereği olarak KCK-PKK-BDP çizgisi konjonktürel şartlardan yaralanarak şiddeti artırmaktan çekinmeyecektir. Ve uzlaşma yerine pazarlık çıtasını yüksek tutarak sorunun çözümünü esas almak yerine örgüt kadrosu ve lideri için çıkış arayışını önceleyecektir. Zaten bunu bir süredir açık veya kapalı bir şekilde yapmaya çalışmaktadır.

Kimilerinin Kürt açılımı kimilerini ise demokratik açılım veya Milli Birlik ve Kardeşlik projesi olarak adlandırdığı süreç gündeme taşındığında değişen şartlar nedeniyle bu gün çıkış arayışı içinde olanları dahil bütün muhalefetin siyasi iktidarın karşısında yer aldığı bilinmektedir. PKK nın siyasi uzantısı partide bunu Habur da siyasi bir şova dönüştürmüş ve sabote edilmesine katkı vermiştir. Sorunun çözümü yolundaki bu adımı ve sonrasındaki gelişmeleri ve direnci anlayabilmek için o dönemdeki dönemsel dengeleri özellikle de Türkiye deki değişim ve dönüşüm sürecinin geldiği aşamayı doğru okumak gerekir. Hatırlanırsa bölgesel dengeler, Suriye deki kriz dışında, bu günkü kadar müsait olmasa da yeni şartlara uyum süreci olumlu bir görüntü vermekteydi. Küresel odakların bölgeye bakışı ve PKK terörünü kendi çıkraları için tehdit olarak görmeye başlamalarının işaretleri alınmaktaydı. Ancak sistem içi güç ve çıkar mücadelesinin geldiği aşama böyle bir girişim için henüz müsait olmadığı görüldü. Kısa bir fetret döneminden, kargaşadan sonra 2010-12 eylül da anayasa referandumu yapıldı. Süreç açısından kritik olan bu reformdan sonra sistem içi dengelerdeki değişim daha görünür hale geldi. Vesayetçi yapının yüksek yargı ile direndiği, sistem içinde etkinliğini devam ettirdiği düzen bu referandum ile kırıldı. HSYK, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay’ın ideolojik yapısını ortadan kaldıracak anayasal değişiklikler yürürlüğe girdi. Söz konusu değişikliklerin uyum yasaları ile birlikte sistemin işleyişindeki somut farklılıklar ortaya çıkmaya başladı… Ve yeni durumdan güç alan siyasi iktidar yeni stratejisini daha güçlü şekilde uygulamaya koydu. Ancak gelişmelerden rahatsız olan dış ve iç unsurlar yeni süreci önce Oslo görüşmelerini basına sızdırarak kırmak, siyasi iktidarı kamuoyu önünde güç durumda bırakmak istedi; olmadı. Ancak çözüm için terör örgütü ile görüşmeyi önemseyen ve o zaman kadar KCK ya yönelik özensiz operasyonların terörle mücadele stratejisini zora soktuğu düşüncesiyle bu operasyonlara soğuk yaklaşan AKP hükümeti Oslo sürecinin çökmesiyle KCK operasyonlarının kesif bir şekilde sürdürmekten başka bir çıkar yol bulamadı. İstihbaratın tek elde toplanması, güvenlik güçleri arasındaki koordinasyon eksikliği ve rahatsızlıkların giderilmeye çalışılması en önemlisi de asker-polis-mit işbirliğinin terörle mücadele sürecinde hiç olmadığı kadar etkin kullanılmasıyla PKK ile mücadelenin adeta niteliği değişti. Bu iç gelişmelere ABD nin Iraktan çeklime sürecini sonuna gelmesi, Kuzey Irak Kürt yönetimi ile Türkiye nin daha yakın işbirliği yolunda güçlü adımlar atmaları vb. dış gelişmeler eklenince sorunun çözümü yolunda olumlu bir hava oluştu. Ne var ki Suriye deki gelişmelerin seyri, bölgede Türkiye nin yükselen profilinden rahatsız olan ve yeni sürece uyumda zorlanan İsrail deki radikal yönetim ve Atlantik ötesi destekçilerin tavrı bahse konu olumlu atmosferi ciddi olarak etkiledi. Bu arada Uludere’deki vahim olayın meydana gelmesi ve bu konudaki tartışmaların seyri birden rüzgarın yönünü değiştirdi. Evet bir boyutuyla büyük bir hata, hem de geçmiş dönelerin malum operasyonlarını hatırlatan bir hata. Bir diğer boyutuyla da dış uzantıları olan kritik bir operasyon olma ihtimali güçlü Uludere nin. Dolayısıyla bu çok vahim olayın geçmişteki benzerleri ile paralel insani boyutunun mutlak sorgulanması, sorumlularının ortaya çıkarılması için her şeyin mutlaka yapılması gerekir. Ancak bu yapılırken olayın bir operasyon olması ihtimalinin de güçlü olduğu unutulmaması ve Üretilmiş Kürt sorununun çözümü sürecinde siyasi iktidar-TSK ilişkisi dosyasıyla birlikte değerlendirme gereği ıskalanmamalıdır. Yani Uludere de paradigmasını değiştirmiş bir siyasal yapının ve bu yeni yapıyla uyumlu bir görüntü veren genelkurmay başkanının neden iyi bir sınav veremediği, neden sorumluları ortaya çıkaramadığı doğru değerlendirilmesi gerekli hususlardır. W.S.J. gibi neocon larla içli dışlı bir kadronun elinde bulunan bir Amerikan gazetesinin konu ile ilgili kafa karışıklığını tazeleyen, terörle mücadele konusunda ABD içindeki görüş farklılığını ortaya koyan yayınını doğru analiz etmek gereği ortadadır.

Uludere gibi uluslar arası boyutu da olan bir operasyonun hemen akabinde gündeme gelen MİT-YARGI krizi de teyid etmiştir ki bazı çevreler gidişattan memnun olmadıklarında mesajlarını değişik yöntemlerle vermektedirler. Ve sürecin kendi istekleri hilafına ilerlemesine müsaade etmemek adına her şeyi yapabileceklerini ortaya koymaktadırlar. Söz konusu uluslar arası odakların bu mesajları onların yerli işbirlikçilerinin söylemlerine ve bölge politikalarıyla ilgili ilkesel olmaktan çok konjonktürel değerlendirmelerine de yansıdığı görülmektedir.

ABD deki değişimci güçler ve Türkiye dahil onlarla birlikte hareket eden bölgesel unsurlar, PKK nın varlığının artık bölge ile ilgili gelecek tasavvurları açısından zararlı olduğu hususunda hemfikirdirler. Buna karşın değişen dünya ve bölge koşullarına uyum konusunda konjonktürel olarak direnen İsrail deki radikal unsurlar, onların ABD deki destekçileri ve bazı Avrupa devletleri farklı bir çizgide hareket etmektedirler.

Gelinen bu aşamada konjonktürel şartlardan yararlanarak hareket alanını koruyan PKK, artık yolun sonuna geldiğinin farkında. Dolayısıyla uluslar arası bir terör örgütü olan PKK ve uzantılarının, Kürt halkının hakları için savaştığı propogandasını, artık kimse ciddiye almıyor. Demokratik Toplum Kongresi tarafından ilan edilen ve ikircikli anlamlarıyla birlikte tartışmaya açılan “Demokratik Özerklik” hamlesiyle bunlar, yeni bir “statü” arayışının gerektirdiği adımlar atmaktalar. Bu nedenledir ki 1990’lı yıllarda bölgedeki konumu ve algısı farklı olan PKK, geçmişin aksine siyasal statü arayışını gölgede bırakacak her türlü gelişmeye karşı çok sert tepki koymakta, bu yolla bir çıkış arayışını sürdürmektedir. Bu çerçevede Kürtlerin sistem içindeki sorunlarını ve temel haklarını tartışan kendisi dışındaki yapılara, özellikle Kürt aydınlarına karşı her zamankinden daha acımasız, daha tehditkar bir tavır koymaktadır. Aynı zamanda, son gelişmelerle bir nebze nefes alan bölge insanını KCK yapılanması marifetli ve terör örgütü korkusuyla kontrol altında tutmaya stratejik bir önem verildiğinde görülmektedir. Ve örgüt, stratejik “statü savaşı” nı sürdürürken bölgedeki konjonktürel şartların oluştuğu boşluktan yararlanarak eylemlerini sıklaştırmakta yarar ummaktadır.

BDP’nin terör örgütünün sürdürdüğü ve uluslar arası güç odaklarının etkisine açık silahlı mücadeleyi hala bir güvence olarak görmesi ve bunu “eğer silahlı mücadele olmasaydı devlet bu çizgiye gelmezdi” ifadeleriyle hala meşrulaştırmaya çalışması, bölge insanını merkez alan bir bakış açısından çok KCK-PKK-BDP çizgisinin gelecek kaygısını yansıtan bir perspektifin ürünü dür. Ne var ki büyük acılara gark olmuş, büyük zulümlere maruz kalmış bölgedeki insanımızın, devletin geçmişte uyguladığı asimilasyoncu, yok sayıcı, baskıcı politikalar ve bunun uluslar arası güç savaşlarının yansımalarıyla birlikte oluşturduğu atmosferin korkunç etkileri altında bu olguyu soğukkanlılıkla değerlendirmesini beklemek yanlış olur. Ama insanımızın, ırkçı devlet politikalarıyla birlikte kendi değerleriyle hiçbir alakası olmayan ve sorunlarının çözümünden çok istismarı ve uluslar arası güç savaşlarının enstürmanı haline getiren ırkçı örgüt ve uzantılarını da gerçek yüzüyle görmesi mutlaka önemsenmeli. Irkçı devlet ve ırkçı örgütün eseri olan bu korkunç savaşın bizlerin hassasiyetini yansıtmadığı bizlere ait bir manzara olmadığı unutulmamalıdır…

CHP’NİN HAMLESİ BİR ÇÖZÜM ÖNERİSİ Mİ YOKSA ÇIKIŞ ARAYIŞI MI ?

Çeşitli vesilelerle dikkatinize sunduğumuz sistem–içi iktidar ve mücadelesinin ortaya çıkardığı ekonomik, sosyal, hukuksal ve siyasal sonuçlar ve bölgede yaşanan süreç Türkiye’yi ve kurumlarını bazı adımlar atmaya zorlamaktadır. Bu bağlamda CHP’nin Üretilmiş Kürt Sorunu’nu çözüm için yöntem önerisini değerlendirirsek şu tespitleri yapmamız gerekecektir.

Öncelikle belirtmemiz gerekir ki ta başından bu yana siyasi uzmanlar CHP’deki gelişmeleri yanlış yorumlamışlar ve/veya CHP’de Kılıçdaroğlu’nu Genel Başkan yapan operasyonu ve sonrasındaki yaşananları temennileri doğrultusunda algılamaya çalışmışlardır. Zira CHP’de yaşananlar, “CHP’nin Sav’ı değişmedi” başlıklı yazımızda da ortaya koymaya çalıştığımız gibi bir değişim sürecini ifade etmemektedir. Yani bütün yaşanlara rağmen CHP, hala köklü bir değişime hazır gözükmemektedir. Bazı iç ve dış odaklarında beklentileri doğrultusunda ve ulusalcı unsurların manipülasyonuyla AKP’nin önlenemez yükselişini durdurmak, dolayısıyla değişim sürecini yavaşlatmak ve zaman kazanmak üzere genel başkan değişikliği söz konusu olmuştur. Aksi doğru olsaydı CHP bu kadar çelişkiyi içinde barındırmak zorunda olmaz en azından zaman içerisinde ideolojik yönünü ve kadrolarının seçimini netleştirme sürecine girerdi. Bazılarının abartarak, olduğunun ötesinde anlamlar yükleyerek öne çıkardığı yüzeysel değişiklikler, CHP’nin yeni şartlara uyumu ve Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu, toplumun değerleriyle savaşmayan, iktidar alternatifi bir sosyal demokrat partiye doğru yönelişin ip uçlarını kesinlikle vermiyor. Dolayısıyla CHP’nin yeni bir ideoloji ve kadroyla toplumun önüne koyacak projelere sahip olması, daha doğru bir ifadeyle bu tür projelerin arkasında duracak güce sahip olmasından söz etmek için henüz çok erken. CHP görüntüsüyle, geçmiş döneminin mecbur kıldığı “düşük profilli” genel başkanıyla içinde bulunduğu handikaptan çıkış sancısı yaşadığı, konjonktürel şartların zorlamasıyla yaptığı bu hamlenin doğru okunması gerekir. Özellikle 12 Eylül Anayasa Referandumu ile hazırlanan iç değişim ve dönemsel krizlere rağmen bölgede yaşananların güçlü dinamikleri tüm grupları, örgütleri olduğu gibi partilere de zorlayıcı bir etki yapmaktadır. Ama unutulmaması gerekir ki CHP herhangi bir parti değildir; sistemin diğer partilerinden farklı dinamiklere sahip olduğu gerçekliği gözden kaçırılmamalıdır.

Öyleyse, CHP’nin son hamlesi “yolun sonunu görenlerin” bir çıkış arayışı, kendi açmazlarını da aşmak için dönemsel bir atak mı, yoksa partiyi ideolojik doğrultusunda dizayn etmek isteyen merkezlerden birinin projesi mi ? Sorusundan önce Sistem içinde diğer partilerden farklı bir konuma sahip olan ve Üretilmiş Kürt Sorununun bu aşamaya taşınmasında ciddi sorumluluğu bulunan CHP gerçekliğini kısaca hatırlamak lazım.

Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte tercih edilen modelleşme yöntemi ve ulus tanımının bu sorunun ortaya çıkarması ve güçlendirilebilmesinde CHP’nin önemli rol oynadığında şüphe yoktur. Ve bu zihniyet, son dönemlere kadar Türkiye Cumhuriyeti devletine hakim ola gelmiş bir mantalitedir. Siyasi iktidar kim olursa olsun bahse konu zihniyetin hakim olduğu derin yapının belirleyici olduğu Militarist Cumhuriyet ile bölgedeki küresel güçlerin politikaları karşılıklı birbirini besleyerek sorunu bu günkü uluslar arası boyutuna taşımıştır. Ta ki iflas eden modernleşme paradigmasının yerine oluşturulan modelin Türkiye Cumhuriyetine hakim olmasına kadar CHP’nin rolü devam etmiştir. Son dönemlerdeki gelişmeler bu etkiyi olabildiğince kırmış olsa da hala sistem içinde önemini sürdürmektedir bu zihniyet…

Dolayısıyla CHP’nin son hamlesi, siyasi atmosferde olumlu bir hava oluşturmasına karşın iddiaların aksine, ulusalcı çizgiden bir kopma, yani şartlara uyum yolunda önemli bir gelişme olarak değerlendirmek bu partinin niteliğini ve dinamiklerini görmezlikten gelme anlamına gelir. Bu vesileyle CHP’nin geçiş dönemi genel başkanlığını yürütmekte zorlanan bir genel başkan ve eklektik kadroyla değişen Dünya ve bölge şartlarına uygun bir değişim vizyonuna sahip olmadığının bir kez daha altını çizmemiz gerekir. Yeni CHP’nin Kürt sorununu çözüm için yöntem önerisinden önce kendi temel sorunlarını çözme çabaları daha anlamlı olacaktır… Ama her şeye rağmen CHP’nin bu paketi, mevcut konjonktürde sorununun çözümünde olumlu bir atmosferin oluşması ve direncin kırılmasında önemsenecek bir hamledir. Bu güne kadar açılımlar ve çözüm arayışlarında ittifak içinde gözüktüğü MHP ve BDP gibi bu sorunun iki ucunda yer alan partileri de zor duruma sokacak bir niteliğe sahiptir. Aynı zamanda bu hamle, konjonktürel gelişmeler ve bunun yansıması operasyonlarla zor durumda kalan siyasi iktidarı da, bazılarının beklentilerinin aksine ciddi düzeyde rahatlatmış gözükmektedir.

Malum CHP’nin ortaya koyduğu yöntem önerisinde iki somut teklif öne çıkmaktadır. Daha önce değişik şahıslarca dile getirilen bu öneriler den biri meclisin içinde, diğeri ise dışında oluşacak iki komisyon marifetiyle sorunun çözümüne giden yolun açılacağını iddia ediyor CHP. Mecliste oluşturulmak istenen “Toplumsal Mutabakat Komisyonunun” ve meclis dışındaki “Akil Adamlar Grubu”…

Özetlemek gerekirse şunları söylemek mümkün:

CHP ve giderek etkisi azalsa da sistem içindeki pozisyonu açısından düşünüldüğünde önemsenmesi gereken bir gelişme bu. Sorunun çözümü yolunda cepheleşmenin yerini normalleşmenin alması ve tek ayak üstünde yürüyen ve siyasal muhalefet eksikliği çeken rejimin bu sorunun çözümünde CHP’yi, daha doğrusu değişimci CHP’lileri teşvik etmesi bakımından kritik bir adım.

Unutulmamalı ki siyasi iktidar, şartlarında zorlamasıyla, tüm açmazlarına rağmen sorunun çözümü için bir açılım ortaya koyarken CHP ve MHP bir blok halinde bu girişimi “bölücülük” olarak niteleyen bir dille dışlamış, sert bir muhalefet örneği vermişlerdi. KCK-PKK-BDP çizgisi ise terörü arttırıp derinleştirerek yeni statü arayışında pazarlık çıtasını yüksek tutmayı ve kendisi dışındaki Kürt örgütleri ve aydınlarını baskılamayı arttırmıştır…

Bu görece olumlu sürece Suriye’deki gelişmeler, İran’ın bu ülkedeki gelişmeleri strateji çıkarlarına aykırı bulması, ama bu haklı stratejik kaygılarıyla paralel olmayan hatalı, konjonktürel nitelikli politikalar uygulaması; bunun Irak ve Lübnan’daki yansımaları başta İsrail’deki radikal Yahudiler olmak üzere bunlarla bağlantılı statükocu unsurlara hareket alanı oluşturmuş ve çeşitli operasyonlarla gündeme gelmiştir.

Nihayet Barzani de yolun sonunu net bir şekilde görmüş ve değişen bölge şartlarıyla uyumlu politikalarını netleştirmiştir. Bunun bir boyutu, yeni Türkiye ile ilişkilerinin stratejik önemi ise diğer boyutu da PKK terörünün artık sadece Türkiye’nin sorunu olmadığı K.Irak Bölgesel Kürt Yönetiminin geleceğini de ilgilendiren bir boyuta ulaştığını görmesidir.

Barzani’nin bu duruşu, ABD’nin yeni savunma stratejisiyle birlikte okunduğunda, Türkiye-K.Irak Bölgesel Yönetimi yakınlaşmasını,”Kürt sorunu Barzani ile çözülmek isteniyor” şeklindeki sığ yorumlarıyla değerlendirmenin çapsızlığını görmemek mümkün değil.

Tüm bu önemli gelişmelere rağmen konuyu çok iyi bilen Cengiz Çandar başta olmak üzere toplumsal tabanı olmayan liberal solcuların, KCK-PKK-BDP üzerinden memnun olmadıkları yeni Türkiye’deki ideolojik eğilime karşı çıkmaları ve Üretilmiş Kürt Sorununun çözümü önerisinde/ısrarlarında PKK’nın talepleriyle hala paralel bir duruş sergilemeleri bizce ciddi bir araştırma ve analiz konusudur.

Keza ibretlik bir numune olarak reaksiyoner duruşunu tehlikeli zeminlere taşıyan Altan Tan’ın, Leyla Zana gibi Kürt’çü bir siyasetçinin bile gerisine düşmesini dikkatlerinize sunmak isteriz. Umarız hassasiyet sahibi Müslüman Kürt kardeşlerimiz, bu ve benzeri reaksiyoner, Müslüman kimliği ile bağdaşmayan duruşları sağlıklı bir değerlendirmeye tabi tutarlar.

Son dönemlerde Müslümanların yaşadıkları düşünsel savrulmalar ve bölgemizdeki gelişmelerin ana eksenini oluşturan ucube anlayışı doğru değerlendirmemiz gerekir. Çoğu insanımızda giderek yaygınlaşan reaksiyoner, “ehven-i şerci” {?!} ve duygusal çizginin konjonktürel gelişmelerin aldatıcı stratejisiyle fark edilmediği ; Müslümanlara yönelik “ideolojik savaş”ın farkında olanların çoğunun ise tüm boyutlarıyla netleşmiş bir düşünsel yapıya ve buna uygun bir yönteme sahip olmadıkları çok açık olarak gözükmektedir. Bu tespit karamsar bir bakışın ürünü olmayıp olması gereken temel düşünsel çizginin doğru belirlenmesinin önemini ortaya koyma kaygısıdır. Zira Müslümanlar olarak, temel konularda sahih bir çizgide buluşup buna uygun bir net duruş sergilendiğinde yolumuzun açık olduğunu artık görülmesi ve gereğinin yapılmasının zamanı geldi de geçiyor…

*İktibas dergisi temmuz 2012 sayı 403

TASFİYE SÜRECİ’ KANLI MI OLACAK, KANSIZ MI?

Bir süredir bu satırlarda “Üretilmiş Kürt Sorunu” eksenindeki tartışmaları, gelişmeleri yorumlarken, belki birçok kesiminde farkında olduğu bir gerçekliği de gündemimize taşıdık: PKK’nın tasfiye süreci… Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılmaya çalışıldığı bir dönemde, değişen dünya dengelerinin konumunu güçlendirdiği ve stratejik bir misyon yüklediği yeni Türkiye, eskisinden farklı bir yaklaşımla terörle mücadele etmeye çalıştığı ve süreç içerisinde terör örgütü PKK’yı tasfiye yolunda önemli adımlar attığı bilinmektedir. Bu çok açık gerçekliğe rağmen çeşitli aşamalardan geçen PKK, KADEK, KONGRA-GEL gibi isimlerle anılan terör örgütü, dünyadaki ve bölgedeki gelişmeleri doğru okuyarak pozisyon almak yerine bölgenin yeniden yapılandırılması sürecinde ortaya çıkan konjonktürel vasattan yararlanıp pazarlık çıtasını yükseltmeye, kısa dönemde lehine en iyi sonucu elde etmek adına terörü yoğunlaştırmayı tercih etmektedir. Ve bu amacını gerçekleştirecek stratejiyi tek başına oluşturma yeterliliğine sahip olmadığından deklare ettiği hedeflere ulaşmasını engelleyecek tarzda hareket etmektedir. Adeta sistem – içi mücadeleyi esasta kaybeden ama henüz tasfiye edilememiş iç unsurlarla, Türkiye’nin sorunlar yaşadığı veya yeni Türkiye’nin politikalarından memnun olmayan uluslararası ve bölgesel güç odakları/istihbarat örgütlerinin taşeronu gibi bir görüntü vermektedir. Bu nedenle olacak ki PKK bir o yana bir bu yana savrulmakta, kısa vadeli taktik hesapların esiri olması nedeniyle tasfiye süreci yaşadığı bu kritik dönemde elde edebileceği kazanımları da zora sokmaktadır.

Yeni Türkiye’yi inşa etme çabasındaki liberal derin yapı ise değişen dünya ve bölge koşullarının da zorlamasıyla peş peşe açılımlarla, demokratikleşme yolunda attığı güçlü adımlarla hem ulusalcı – statükocu unsurları geriletti hem de Kürt ulusalcılığının temsilciliğini tek başına yapmaya çalışan PKK’nın iç ve dış desteklerini zayıflatarak bu örgütü tasfiye sürecini başlattı. Buna karşın PKK ve uzantıları örgütler, geçmişte asimilasyoncu, inkârcı politikaları uzun süre devam ettiren militarist–statükocu güçlere karşı sistem – içi mücadele de ciddi başarılar elde eden AKP hükümetini, değişimci unsurları, Ergenekon örgütüyle somutlaşan güç odaklarıyla işbirliği içinde Kürt ve Türk milliyetçiliği damarlarını güçlendiren karşı cephe oluşturdular. Öte yandan sivil ve askeri bürokrasi içindeki statükocu unsurlar ve destekçileri {medya başta olmak üzere işadamlarının bir kısmı vd.} değişim ve dönüşüm sürecini sabote edebilmek için ellerindeki tüm imkanları kullanarak, toplumun hassasiyetlerini kaşımaktan çekinmeyerek, hamaset söylemleriyle birlikte perde gerisinde PKK ile işbirliği ve terörü bir istikrarsızlık unsuru olarak kullanmaktan çekinmediler. Nitekim terör arttıkça sistem – içi değişim ve dönüşüm süreci durmadı ama ivmesi azaldı. Aynı zamanda terörün yoğunlaşması, her türlü imkânı kullanarak terör sorununu çözmek isteyen değişimci güçlerle müzakerede, konjonktürel de olsa PKK çizgisinin elini güçlendirdi. Ve bu durum ulusalcı – statükocu güçlerce istismar edilmeye başladı. Süreç öyle kritik bir aşamaya geldi ki bu çerçevede hem ulusalcı güçleri hem de onlarla dirsek teması halinde olan derin PKK’yı olumsuz etkileyen 12 Eylül anayasa referandumu gündeme geldi.

Tahmin edileceği gibi bu iki unsur, yani Kürt ve Türk ulusalcı örgütler, anayasa değişikliği paketinin mecliste kabulüne ve referanduma ortak cephe halinde direndiler. Bunda başarısız olduklarında da vazgeçmediler. Seçim öncesi ve seçim sonrası gerek yeni anayasa hazırlama sürecini engellemek, gerekse de AKP’nin yüzde elli oy oranıyla daha da güçlenen özgüvenini yansıtan yeni stratejisini boşa çıkarmak amacıyla konjonktürel gelişmelerin hareket alanlarını genişlettiği, dış destekçileriyle bir süredir Türkiye’nin gündemini belirlemeyi başardılar. Ve PKK’nın inişli çıkışlı açıklamaları ve giderek yoğunlaşan eylemleri, buna paralel BDP – KCK çizgisinin başarısızda olsa kamuoyu oluşturmak adına kullandığı “barış dili”, “diyalog”, “silahların karşılıklı susması” söylemleri… Sonrasında da MİT – PKK görüşmelerinin internete düşmesinin hemen akabinde gelen ve PKK’nın kendi başına gerçekleştirmesi güç olan 18 ayrı hedefi aynı anda vurması, adeta yeni Türkiye’ye meydan okuma girişimi… Peki, bu çizgiye nasıl gelindi? Militarist cumhuriyetten demokratik cumhuriyete doğru değişim ve dönüşüm süreci yaşayan Türkiye’de, devletin kendi insanına bakışındaki {yeterli ve insan fıtratına uygun bir zeminde olmasa da} ciddi değişikliklere ve terörle mücadeledeki anlayış ve kadroların hızla farklılaşmasına rağmen neden terör artamaya devam ediyor? Bu ve benzeri sorulara verilecek cevabın net olarak anlaşılabilmesi için öncelikle bu günlere nerelerden gelindiğini kısaca hatırlamamız gerekir.

MİLİTARİST CUMHURİYET VE KÜRT ÖRGÜTLERİ

Kısaca yakın tarihten bazı gelişmelerin altını çizmek ve PKK – Türkiye Cumhuriyet’i arasında devam eden mücadeleyi ve dönem dönem devam eden derin işbirliğini dikkate sunmamız gerekmektedir bu vesileyle. Cumhuriyetin ilk yıllarında başlayan ve 1938’deki Dersim ayaklanmasının, yok edici, inkârcı, asimilasyoncu politikaların acımasız/ insanlık dışı yöntemiyle bastırılmasından sonra Kürtler, 1960’lara kadar neredeyse örgütlü bir siyasi faaliyetlerde bulunamamışlardı. 1950’li yılların sonuna doğru yükselişe geçen Irak Kürt Hareketi’nin lideri Molla Mustafa Barzani’nin partisine {KDPN} yakın duran milliyetçi Kürtler, 1965’de Türkiye {KDP}sini kurarlar. Ancak Irak’tan umdukları desteği bulamazlar. Yine o dönemlerde Türk siyasetine etkili bir sol parti olarak katılan TİP {üyeleri arasında Musa Anter, Kemal Burkay, Mehdi Zana gibi isimlerin olduğu}, bölgede ekonomik sıkıntılardan başka sorunlarında olduğu tezini “Doğu Mesele”sinde ortaya koyar. TİP’in Kürtçülük yaptığı gerekçesiyle kapatılmasından sonra Kürtçü siyasetçiler “TİP gibi şiddeti reddeden yasal bir partinin bile bu meseleye dair söz söyleme hakkı yoksa biz ne yapmalıyız?” sorusunu dillendirmeye başlarlar. Sorunun cevabı ise özellikle Kürtçü boyutu öne çıkan unsurlardan, bu sorunun demokratik/legal yollardan çözülemeyeceği şeklinde oluşmaya başlar. Akabinde üniversite çevrelerinde Kürt hemşehriciliği ile başlayan ve sol örgütler içinde kendilerine yer bulan “Doğrular” grupları ortaya çıkar. Böylelikle yeni bir sürece gidilir. Söz konusu süreçte, Kemalist izler taşıyan Türk solunun bu sorunu doğru tanımlama ve çözme yeterliliğine sahip olmadığını düşünen Kürtler, “Devrimci Doğu Kültür Ocak ları” {DDKO}’nı kurarlar. 12 Mart 1971’de Türkiye KDP yöneticileriyle yakalanmasıyla birlikte DDKO şubeleri de kapatılır. Yönetici ve üyeleri tutuklanır.

En çarpıcı, bu toplumun sosyal ve kültürel temellerini dinamitleyen, bir başka gelişmede yargı aşamasında cumhuriyet savcılarının: “Kürt diye bir kavmin/ulusun ve Kürtçe adıyla bir dilin olmadığını” iddianamelerinde resmi söylem olarak ortaya koymalarıdır. 1974’den sonra oluşturulan Kürt örgütlerinin büyük çoğunluğu marksist çizgidedir. Bunlardan TKSP, Kemal Burkay liderliğinde; legal planda koşulların elverdiği tüm imkânları kullanmayı ve Kürtleri bilinçlendirmeyi esas alan bir partidir. Parti sol fraksiyonlardan Sovyetçi kanatta yer alan bir örgütlenme olarak federatif bir yapıyı savunmaktadır. 1978’de PKK, o dönemdeki adıyla “Apocular” adıyla bir örgüt kurulur. Silahlı mücadeleyi reddeden TKSP’nin aksine bu örgüt, kuralsız şiddeti savunmakla kalmaz; hedefleri doğrultusunda her fırsatta terörü kullanmaktan çekinmez. PKK bir süre sonra Kürt örgütlerine karşı da silahlı mücadele başlatır. Bir bakış açısına göre PKK, böylelikle devletin yapmak isteyipte yapamadığını yapar. Zaman içinde PKK, bölgede kendi hâkimiyeti karşısında engel olarak gördüğü tüm Kürt örgütlerini ortadan kaldırır. Ve 12 Eylül 1980 adeta bir dönüm noktasıdır. Şiddeti, terörü bir yöntem olarak benimseyenlerin lehine, diğerlerinin aleyhine… Diyarbakır cezaevinde yaşanan insanlık dışı işkenceler, bölgede hâkimiyetini güçlendiren PKK’nın silahlı baskısıyla birleşince, barışçı yöntemleri tercih eden alternatif örgütler ezildiği gibi bölge insanını da adeta illegaliteye, teröre iten, provoke eden bir vasat oluşur/oluşturulur. Çok ağır işkencelere, baskılara maruz kalan bölge insanının bir kısmında artık solculuk – sağcılıktan çok “Kürtçülük” bilinci yaygınlaşmaya başlar. Yani bizim ısrarla “üretilmiş Kürt sorunu” diye tanımladığımız olgu ortaya çıkar ve giderek taban bulur. Bu arada şiddetin diğer kanadını temsil eden ceberut, yok sayıcı, asimilasyoncu, ulusalcı devlet yapısına karşı silahlı mücadele veren PKK’nın mücadele tarzını “meşrulaştıran” gelişmeler yaşanır. Ya da değişen dünya ve bölge dengelerinin ulusalcı – statükocu güçlerin “ülke bölünüyor” korkusuyla sistemdeki güç ve çıkarlarını koruma güdüleri, bu yanlış politikaların kısa aralıklarla delinme girişimlerine rağmen devam etmesini sağlar. Tabi bunda bölgedeki gelişmeler ve Türkiye’nin bunlar karşısında alması istenen pozisyonun sağlanması için küresel güçlerin manüplasyonuda önemli bir etkendir. Yani 12 Eylül darbesi ve sonrası gelişmeler dengeleri iyice değiştirir. Sahnede, savaşarak sonuç elde edeceğini düşünen güçlere kalır. Daha doğru bir ifadeyle, gerginlikle, şiddetle, kutuplaşmayla beslenen ve güç kazanan sistem – içi unsurlar ve karşıtları görünümündeki PKK etkili aktörler haline gelir/getirilir.

Bir tarafta bu toplumun değerlerine saygısı olmayan, tepeden inmeci, ulusalcı, yok sayıcı, asimilasyoncu devlet, diğer yanda da örgütlenmesinde ve yöntemlerinde stanilist ilkesiz şiddet kullanmaktan çekinmeyen PKK… PKK’nın militarist devlet yapısı tarafından {ABD ile birlikte} belirli amaçlarla kurulduğu ya da oluşumun önü açıldığı iddiaları bir tarafa, bu örgütle ilgili değerlendirme yapan Kürt entelektüeller ve siyasetçiler, PKK’nın devletin uygulayamadığı politikaları bir şekilde realize eden, örgütlü ve örgütsüz Kürtlere karşı baskı ve şiddet uygulayan bir örgüt olduğu hususunda büyük oranda birleşmektedirler. Onların bu yargılarını doğrulayan birçok olaydan bahsetmekte mümkündür. PKK’nın, bölgede adeta bir iç savaş oluşturduğu dönemlerde, ulusalcı – statükocu derin devletin buna seyirci kaldığı, zaman zaman da darbe yapmaya gerekçe oluşması için bu kaosu desteklemek adına derin PKK ile işbirliği yaptığı internete düşen ses kayıtlarında ve mahkeme iddianamelerinde de karşımıza çıkmaktadır. Bu konjonktürel işbirliğine başta İsrail olmak üzere bölgesel güçler, küresel güçler ve bazı AB ülkeleri de istihbarat örgütleri vasıtasıyla dahil oldukları bir gerçektir. Aynı zamanda PKK, Kürtlerin yaşadığı diğer bölgelerde faaliyet göstermeye başladıktan sonra Suriye’de, Çekiç Güç’ün oluşturduğu sözde kontrolsüz bölgeden yararlanarak Kuzey Irak’la ve konjonktürel olarak karşı karşıya gelmesine rağmen İran ile de işbirliği söz konusu olmuştur.

Bölgede şartlar değişir ve Türkiye’nin konumu ve misyonu farklılaşır. Bir tarafta sistem – içi güç ve çıkar mücadelesi devam ederken öte yandan da bölgedeki dengeler yeniden kurulmaya çalışılır. İşte böyle bir vasatta ABD – Türkiye işbirliğiyle Öcalan Suriye’den çıkarılır ve paketlenerek Türk makamlarına, asılmaması kaydıyla teslim edilir. Geçmiş dönemlerde çeşitli nedenlerle yapıldığı gibi PKK, Öcalan’ın yakalanmasıyla üçüncü kez olmak üzere tek yanlı ateşkes ilan eder. Artık Öcalan Türk devletine karşı savaşmayacağını, sadece barışçıl siyasal çalışmayı önüne koyduğunu duyurur. Aynı zamanda Öcalan, kameralar karşısında pişmanlığını ifade eder; “devletin hizmetindeyim, ne istiyorsanız yapayım, yeter ki canımı bağışlayın” türü açıklamalarda bulunur. Nitekim PKK Öcalan’ın talimatıyla adını ve programını değiştirir. Artık ne bağımsız Kürdistan ne de federe ya da otonom yapı talep etmektedir. Bütün bunların modasının geçtiğini, demokratik Türkiye’den yana olduğunu ve kültürel hakların Kürtler için yeterli olduğunu söyler. Daha da öteye geçerek Öcalan, üniter devleti önemsediğini belirterek kemalizme övgüler yağdırır ve devletten genel af talep eder…

Evet, gelinen bu aşamada Öcalan, dolayısıyla PKK devlete hizmet etti. Ama sistem – içi güç ve çıkar mücadelesinin bütün şiddetiyle sürdüğü bir dönemde hangi {derin} devlete hizmet ettiği sorusunun cevabı çok önemli. Öcalan’ın yakalanmasından sonra askeri güçlerini sınır ötesine taşıdı. Yalnızca beş yüz kişinin Türkiye’de kalmasını Öcalan ile İmralı’da görüşen ve statükocu derin yapıyla bağlantılı hareket eden subayların istedikleri yazıldı, çizildi. PKK, yeni adıyla Kongra-Gel, militanlarını elinde tutmaya devam etti. Bu da militanların sınır ötesine çıkarılmasından sonra neler olduğu sorusunun gündeme gelmesine neden oldu. PKK’nın Türkiye içinden ve dışından bazı odakların desteği ve talebiyle bir süre sessiz kaldıktan sonra sistem – içi mücadele sürecine müdahil örgüt olarak yeniden güçlendirilmesinin irdelenmesi gerekmekte {son gelişmeleri anlayabilmek için bu önemli}. Ama bu yazı çerçevesinde bunu yapma imkânı olmadığından 1990’lı yıllardan itibaren dönem dönem oluşan farklılıkları satırbaşlarıyla hatırlayalım. 1990’lı yıllar ile 2004 arasında devletin terörle mücadele konusunda bir şey yapmadığı, yapamadığı söylenebilir. Ve 2005 yılına kadar da İmralı ile irtibat halinde olanın askerler olduğu ifade edilmektedir. 2005 yılından sonra sistem – içi değişim ve dönüşümün bir yansıması olarak askerlerle birlikte sivil unsurların da İmralı’yla görüşmeye başladıkları bilinmektedir. 2009 yılındaki “Kürt açılımı” ile birlikte inisiyatif artık tamamen sivillerin eline geçmiştir. Ancak bundan rahatsız oldukları bilinen iç ve bağlantılı dış unsurlar bunu Habur’da sabote ettiler.

Açılım sürecinde dönüm noktası, yine 12 Eylül ama bu kez 2010 yılında gündeme gelen anayasa referandumu ve sonraki gelişmelerdir. Bu aşamadan sonra, konjonktürel gelişmelerin başlamış olan PKK’nın tasfiyesi sürecini hızlandırdığını gören örgüt, yeni Türkiye’nin bölgeye ve terörle mücadeleye yaklaşımındaki ciddi farklılığa rağmen pazarlık çıtasını yükseltip şiddeti arttırarak sonuç alma yolunu seçti. Ya da bölgesel şartlar ve örgütün içerisindeki bağlantıları buna mecbur kıldı. PKK’nın bu hamlesini doğru okuyan liberal derin yapı ve AKP çok net bir karşılık verdi. Bazılarının sığ bir bakışla AKP’nin eski güvenlik eksenli politikalara dönüşü olarak yorumladıkları bu karşı hamle, sorunu çözmek isteyen, ama kendine güveni giderek güçlenen yeni Türkiye’nin stratejisinin yansımasıydı. İşte AKP hükümetinin açıkladığı liberal derin yapının PKK ve işbirlikçilerine verdiği mesaj çok açıktı: Demokratik açılım devam edecek. Anayasa referandumundan sonra yeni anayasa hazırlama çabalarıyla legal siyaset alanları genişletilecek, sonra şartlara göre, genel af ve Öcalan’ın şartlarının da iyileştirilmesi dahil pek çok konu gündemimize gelebilir. Yeter ki süreç kansız ilerlesin ve sorunlar daha da derinleşmesin. Lakin bu mesajı doğru okumaz, içerdeki ve dışarıdaki unsurlarla birlikte saldırılara devam ederseniz demokratikleşme sürecine devam etmekle birlikte her türlü karşı tedbiri de almaktayım ve alacağım… Farklı bir amaçla/amaçlarla sızdırılmış olsa da Oslo’da yapılan MİT – PKK görüşmesi de bu mesajı ve niyeti yansıtmaktadır. Giderek netleşmektedir ki PKK, hem kuruluş felsefesi, hem tercih ettiği yöntem hem de süreç içerisinde bazı bölgesel ve uluslararası güçlerin istihbarat örgütlerinin etkisinin belirleyici olduğu bir yapı haline gelmiştir. Sanıldığının aksine silahların susmasıyla bölge insanı nezdindeki itibarı ve tabanın desteği seçimlerde ortaya çıkandan daha azdır. Dolaysıyla PKK çizgisinin kansız bir sürece evet demesini beklemek gerçeklerle bağdaşmaz. Bölgede, kendisinin evet demediği, atılan her olumlu adımın önüne dikilen, statükocu – ulusalcı güçlerle ortak cephe halinde değişimci unsurları ve onları destekleyen bölge insanını tehdit eden bir örgüt var karşımızda. PKK, cinnet halindeymiş gibi saldırıyor. Sanki başka çaresi kalmamış, kısa dönemde sonuç almak istermiş gibi ya da buna mecburmuş gibi… Zira bu eylemler, PKK çizgisini bu güne kadar meşrulaştırıcı gerekçelere sahip gözükmüyor.

Her ne kadar giderek yoğunlaşan eylemler, kısmen bölgedeki konjonktürel gelişmelerin ortaya çıkardığı vasat ve bunun yansımalarıyla izah edilse de asıl etkeni gözden kaçırmamak gerekir. Özellikle son eylemlerin gündeme alındığı bir toplantıda istihbaratçısından entelektüeline, akademisyeninden gazetecisine, kanaat önderlerine ve sivil toplum kuruluşu temsilcilerine kadar ortak görüş: “PKK açılım yapan değil, askeri vesayetçi bir Türkiye istiyor, tercihini bu yönde kullanıyor. Ya da geçirdiği sürecin bir sonucu olarak buna mecbur bırakılıyor” şeklinde… Şurası çok açıktır ki yeni Türkiye, yeni konumu ve misyonu gereği bu sorunu çözmek zorundadır. Bölgedeki kendi insanını yeniden kazanmak ve komşusu konumundaki akraba unsurların {başta Kürtlerin} bölgedeki uluslar arası projelerde ve konjonktürel gelişmelerde kendi aleyhine maniple edilebilir pozisyonundan çıkarmak durumundadır. Terör baskısının kendi geleceğini tehdit etmesine uzun süre katlanması söz konusu değildir. Ancak yeni Türkiye’nin asıl sorunu, henüz sistem – içi güç ve çıkar mücadelesi tam olarak sonuçlanmamışken bölgenin kontrollü değişiminden demokratikleşmeye doğru seyreden dönüşüm sürecini konjonktürel sorunlarıyla karşı karşıyayken bunu nasıl yapacağıdır. PKK’yı tasfiye ederken ve legal siyasi alanı olabildiğince genişletmeye çalışırken, PKK – BDP – KCK çizgisini nereye kadar muhatap alacak, taleplerini nereye kadar karşılayacaktır? Bu aşamada zorlansa, statükocu derin devletin hareket alanını iyice kısıtladığının farkında olsa da Türkiye’nin bu konudaki esnekliğinin fazla olmadığı görülmektedir.

Giderek güçlenen ve kendine güveni artan yeni Türkiye’nin kısa vadede ve konjonktürel gelişmelerin olumsuz etki yaptığı bir dönemde zorlanması mümkün olsa da bölgedeki stratejik bir güce, PKK – BDP – KCK çizgisinin taleplerini bırakın kabul ettirmeyi, müzakeresi bile zor olacaktır. MİT – PKK görüşmesi bunu tekzip eden değil, tekit eden bir niteliğe sahiptir. Orta ve uzun vadede ise alternatif Kürt örgütlerinin güçlenmesini, demokratikleşmeyle birlikte bölgedeki hataların telafi edilmesini Irak devleti ve Kuzey Irak bölgesel yönetimiyle ilişkilerinin güçlendirilmesi yeni Türkiye’nin stratejisinin bir parçası gibi algılanabilir. Suriye’deki değişim ve dönüşüm sürecinin belirli bir aşamaya gelmesi, İran ile konjonktürel sıkıntıların aşılması da bu stratejinin başarısı için önemli etkendir. En önemlisi de görüntüde kavgalı olduğu, ancak ABD – Türkiye – {İsrail} ekseninde ortak politikaların {yeni versiyonuyla} hala gündemde olan İsrail ile ilişkilerin düzelmesiyle Türkiye sorunlarının çözümünde daha güçlü hale gelecektir. Yaşanan bu kritik dönemde her şeye rağmen PKK’nın tasfiye sürecini dikkatli ve ürkek bir tarzda yürüten yeni Türkiye, bir süredir devam eden eylemlerden sonra daha kararlı bir görüntü ortaya koyduğu söylenebilir. Daha önce bilinmesine rağmen, içinden geçilen dönemin nezaketi ve müzakerenin selameti açısından net olmayan bir çizgide devam eden KCK tutuklamaları yeni bir aşamaya taşınmış durumda. Mahkeme safahatındaki belgelere dayanılarak KCK {Kürdistan Topluluklar Birliği}nin aslında sanıldığının/ yansıtıldığının aksine konfederal bir sistemi öngören toplumcu – sosyalist bir devlet yapılanmasını öngördüğü daha net ifade edilmektedir. KCK sözleşmesine göre devlet olmadığı söylenen örgütlenmiş siyasal, toplumsal çatı örgüt; bayrağıyla, yargısıyla, yürütmesiyle, özel kuvvetleriyle ulusalcı Kemalist yapıya benzer bir model olduğu da iddia edilmektedir. 17 Mayıs 2005’de kurulan bu çatı örgütün yürütme konseyinin başında da Murat Karayılan’ın olduğu ifade edilmektedir. Bu resmi söyleme yakın ve KCK tutuklamalarını onaylayan, hatta sorunun çözümü için gerekli olduğunu savunan yaklaşımlara karşın ısrarla KCK tutuklamalarının sivil siyaset alanının genişletilmesini engellediğini iddia eden bir başka görüşte mevcut. Bunlar sorunun çözümünde PKK – BDP – KCK çizgisinin muhatap alınması gerektiğini ifade ediyorlar. Yeni liberal kimliklerine karşın geçmişteki çizgilerine baktığımızda Milli Demokratik Devrimci ve Maocu solcuların yanısıra milliyetçilerinde var olduğu etkili isimlerinde yer aldığı heterojen bir kesim…

SEKÜLER ÇİZGİDE FARKLI ÇÖZÜM ARAYIŞLARI VE MÜSLÜMANLARIN DURUŞU

Söz konusu görüş sahipleri {ikinci} çözüm arayışlarında, “üretilmiş Kürt sorunu” ile PKK’nın/terörün birbirlerinden ayırt edilemeyeceğini, bunların süreç içerisinde iç içe geçtiğini iddia etmektedirler ve bu görüşlerini güçlendirmek içinde PKK’yı dışlayan politikaların bu örgütü yeniden şiddete iteceğini, artık bir tek insanın bile ölmemesi için her yolun denenmesinin gereğine vurgu yapıyorlar. KCK’yı dağdan inenlerin siyaset yapmalarının önündeki mevcut siyasal engellerin aşılması için bir ara formül olarak görüyorlar. Bu çevrelerin PKK çizgisini konjonktürel şartların oluşturduğu imkânlardan yararlanarak kendi çözümünü dayatması ve şiddeti arttırması böyle düşünmeye devam etmelerini anlamak gerçekten çok güç. Liberal sol çizgide bir yayın organı olarak Taraf gazetesinin, bir dönem demokratikleşmenin önünü açmak adına yukarda görüşlerini özetlemeye çalıştığımız ikinci kesimin benzeri yayınlar yapmaktaydılar. Ne zamanki PKK, demokratik çözümü engelleme yolunda ısrarlı bir çizgi takip etti, bahse konu gazetenin tavrı değişti. Şiddetin bir tehdit unsuru olarak kullanılması karşısında tepkisini çok net ve yüksek sesle ortaya koydu. Aynı zamanda mahkeme iddianameleri ve KCK sözleşmelerinde bu yapılanmaların gerçek yüzünün farklı olduğu güçlü bir şekilde dillendirilmesiyle hiç komplekse kapılmadan tavrını değiştirdi. Çözümü örgütün isteklerine endeksleyen veya engelleyen PKK’ya karşı net bir duruş sergiledi. Değişen şartlar, bölgede şiddeti izole eden bir cepheyi giderek güçlendirmesi de bu çerçevede çok önemli. Bu cephede başta İsmail Beşikçi olmak üzere birçok Kürt siyasetçi, entelektüel ve sivil toplum örgütü temsilcisinin yer alarak PKK’nın şiddeti kullanarak taleplerini elde etmesini telin ettiler. Geçmişte de şiddeti/terörü reddeden, barışçıl yöntemleri savunan Kemal Burkay’ da şartların ve yine derin devletin politikasının değiştiğine vurgu yaparak PKK’nın her zaman olduğu gibi yanlış yaptığını ortaya koydu. Resmi yaklaşım ve buna destek veren kesim ise açılıma ve demokratikleşmeye, her şeye rağmen devam edilmesinin önemine işaret etmektedir. Bu kesim, diğerlerinden farklı olarak Kürt vatandaşların sorunlarıyla terör sorununu esasta birbirinden ayırt etmekteler. “Terörle mücadele, siyaset ile müzakere” olarak formüle ettikleri çözüm arayışını dillendirmekteler. Ayrıca, istenirse {kansız çözüm konusunda irade gösterilirse} terör sorununda barışçıl yöntemlerle çözülebileceğini ifade etmekteler.

Bahse konu tartışma zemininde birinci kesimin çözüm arayışı ikincisine göre daha gerçekçi ve uygulanabilir gözükmektedir. Birinci kesimin yaklaşımı, uygulamadaki tüm eksik ve kusurlarına karşın gerek değişen dünya ve bölge koşullarını ve gerekse de yeniden yapılandırılmaya çalışılan devletin tercihi yönündedir. Oysa ikinci kesim, PKK’nın tasfiye sürecinin kansız olması hususundaki hassasiyetleri nedeniyle ilk bakışta makul bir çözüm öneriyor gibi gözükse de temelde iki önemli zaafı içinde barındırmaktadır. Bunlardan birincisi bu görüşü savunanlar, bilerek ya da bilmeyerek PKK’yı iç sorunların doğurduğu bir örgüt olarak algılamaları ve bahse konu örgütün bağlantılarının belirleyiciliğini küçümsemeleridir. İkincisi bunlar “Üretilmiş Kürt Sorununu” oryantalist bir mantıkla çözebileceklerini sanmalarıdır. Bu coğrafyada yaşayan insanımızın kültürel köklerini yeterince önemsemeyen ithal çözümler peşinde koşmalarıdır. Bu Osmanlının son dönemlerinden bu

yana karşımıza çıkan ve sorunların çözümüne hep “Fransız kalan” klasik aydın yanılgısını da içinde barındırmaktadır. Aydın yanılgısı içinde olduklarını ifade ettiğimiz kişileri, toplu olarak bazı odaklarla dirsek temasında olmakla ve bu malum odakların kaygılarını seslendirmekle itham edenler haksızlık yapmaktalar. Zira bunların arasında gerçekten çözüm istediğine inandığımız ve bu yolda, kendi mantalitesi çerçevesinde ciddi mücadeleler verenler, bu yolda bedeller ödeyenler mevcut. Ama bunlar unutmamalılar ki geçmişte olduğu gibi PKK’nın arkasında eski yapısıyla bir derin devlet desteği söz konusu değil. Silahlar sustuğunda daha net görülecektir ki PKK, ideolojisiyle, hedefleriyle ve yöntemiyle büyük oranda Kürt toplumuyla ve Kürt toplumunun geniş ailesinin değerleriyle ters düşen bir örgüttür. Ve bu örgütün orta ve uzun vadede bir geleceği olmadığı artık fark edilmelidir; ona göre bir yaklaşım sergilenmelidir. Birbirlerine “Allah’a emanet olun!” diye dua eden ve yüzyıllardır Müslüman kardeşliği içerisinde yaşayan bu iki kavmi ve benzerlerini “milliyetçi”/ ulusalcı politikalarla ayrıştırmak, karşı karşıya getirmek için çok şeyler yapıldı. Ancak elde edilen sonuç yapılanların yanında bir hiç. Bu insanlara tekrar gerçekler, fıtratına uygun çözümler sunulduğunda bahse konu savrulmalar, travmalar, saptırma gayretlerine karşın {geleneksel de olsa} inanç kardeşliği hala geçerliliğini sürdürmektedir. Garip olan, büyük ekseriyeti bidat ve hurafelerle malül olsa da geleneksel din anlayışına kayıtsız kalamayan bölge insanına, yaşanılan süreçte dayatılmaya çalışılan, farklı versiyonlarıyla seküler çözümlerdir. Gerek PKK ve gerekse de barışın ancak bu örgütün muhatap alınmasıyla sağlanabileceğini savunan sol ve liberal çevrelerin büyük bir çoğunluğu, bu topraklarımızda yaşayan insanımızın kültürel kodlarından uzak, batıdaki örneklerinden paralel çözümler peşindeler. Bu anlayışın karşısında gözükenlerin çözümleri de seküler niteliğe sahip {sözde evrensel} batılı değerlerle Müslümanların değerlerini uyumlaştırmayı hedefleyen anlayışıyla bölge insanının ve Müslüman coğrafyayı etkileyen bir aldatıcılığa sahip bulunmaktadır. Sonuç olarak her konuda olduğu gibi bu konuda da çözüm örneklerini batıdan ithal eden çevreler, bölgenin yeni şartlarının sorunun çözümündeki etkisini yeterince anlayabilmiş değiller. Aynı zamanda sol gelenekten gelen bu liberal entelektüeller, çözüm sürecinin “Ilımlı İslam” ekseninde ilerlemesine de pek sıcak bakmadıklarından ciddi çelişkide yaşamaktadırlar. Peki, değişik versiyonlarıyla seküler eksende yürütülen çözüm arayışları karşısında, hangi kavme mensup olursa olsun Müslümanlar nasıl bir duruş sergilemektedirler? Bu sorunun cevabı gerek yaşadığımız coğrafyadan ve gerekse de Müslümanların yaşadığı tüm coğrafyalarda sorunlarını çözüme doğru mu ilerlediği yoksa nitelik mi değiştirdiğini ortaya koyacaktır. Korunmuş yegâne ilahi kitap ve temel referansımız Kur’ân’a rağmen, kendilerini İslam ile tavsif eden Kürdü, Türkü, Arabı, Acemi insanlığın karşısına, milliyetçi – mukaddesatçı, bidat ve hurafelerle malül gelenekçi, modernist – tarihselci kimlik algılarıyla çıkıyor; {sözde evrensel} batılı değerlerle Müslümanların değerlerini telif etmeye ve Müslümanları laik – demokratik sistemlerde bir alt kimlik olarak yaşamaya iradeleriyle razı ediyorlarsa bizim asıl çözmemiz gereken sorunumuz İslami Kimlik Sorunudur. Kur’ân gerçekliğine, netliğine rağmen sorunlu din algılarımızdır. Eğer asıl sorunumuz bu olmasaydı, İslam’ı ana kaynağını esas alarak “okumaya” çalışsaydık, bir Müslüman, etnik kimlik üzerinden meselelere bakabilir miydi?! Bu temel gerçeklik nedeniyledir ki biz İktibas ailesi, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin ürettiği Türk ve Kürt meselesini etnik kimlik üzerinden tartışmaktan hep kaçındık. “Daha iyi tanışasınız diye sizlerikavim kavim yarattık” mesajının sınırları dışına çıkarak konjonktürel, reaksiyoner ve duygusal etnik kimliklerini algılayan refiklerimiz ve onlara şirin gözükerek toplumsallaşacağını düşünen çevrelerin haksız ithamlarına maruz kaldık. Ama bütün bu süreçlerde konjonktürel duruş ve tavırlardan sakınarak ilkesel bir duruş sergilemeyi ısrarla sürdürdük, elhamdülillah! Zira biliyorduk ki sorunun kaynağı batı düşüncesi ve bu düşüncenin ürünü olan ulus – devlet modelidir. İnsan fıtratına, iradi konulardaki sorumluluğuna dikkat çekilmesine rağmen batıda yaşanan bir ulusun oluşum sürecini doğru kavrayamadık. Dolayısıyla özellikle Müslümanların yaşadıkları coğrafyalarda ulusculuk – “milliyetçilik” akımlarının nelere mal olacağı ve ulus devlet yapılanmalarının nelere mal olacağı, asıl maksadını ve sonuçlarını çoğumuz öngöremedik. Hatta bazı kesimler konunun özüne vâkıf olmadan “milli duyguları” ve düşünceleri meşrulaştırma bedbahtlığına bile yeltendi. Sonuçta, İslam kardeşliği temelinde birada yaşayan toplumlar süreç içerisinde birbirine karşı kışkırtılarak tam bir kaos ortamı oluştu. Tabii ki bundan da küresel küfür, gücü oranında çıkar sağladı. Yukarda da belirttiğimiz gibi sorunun kaynağı belli. Ulusculuğun görünür hale gelmesinde ise inkârcı, baskıcı, asimilasyoncu politikalar etkili olmuştur. Türk ulusalcılığının Türk kavminde doğurduğu kimlik sorununun yanı sıra batılı değerler ekseninde inşa edilen Türkiye Cumhuriyeti’nin zamanla ürettiği Kürt sorunuda karşımıza çıkmıştır. Ve bu sorun, küresel ve onların işbirlikçisi güçler tarafından kaşınarak bugünkü düzeyine taşınmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin değişen dünya ve bölge koşullarına uygun olarak yeniden yapılandırılmasıyla, yani jakoben – radikal laiklik ekseninde oluşturulan bir modelden ılımlı laik ekseninde yeni bir modele evirilmesiyle de çözülecek değildir. Olsa olsa nitelik değiştirecektir. Aynı zamanda batılı düşünce ekseninde oluşturulmaya çalışılan laik – demokratik Türkiye, Müslümanlar açısından yeni sorunlara gebe gözükmektedir. Bu bağlamda yeni laik – demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin “ılımlı laiklik” ekseninde yeni bir din algısı oluşturmaya çalıştığı ve bunun geçmişteki “jakoben laiklik” ekseninde inşa edilmeye çalışılan “resmi din” algısından daha saptırıcı, insanımızı aldatıcı bir niteliğe sahip olduğunu ıskalamamız gerekmektedir.

Yeni model, sorunlu din algıları ve bunların sonucu olan savrulmalar bizi, hiçte anlamlı olmayan bir tartışmayla da karşı karşıya bırakmıştır. Daha doğrusu, çoğu zaman olduğu gibi yanlış bir zeminde, yanlış kavramlarla ve yanlış kişilerle yapılan bir tartışma gündeme sokulmuştur: Müslümanların Kürtlerin sorunlarına yeterince sahip çıkmadığı hususu… Hele bu tartışmanın içine Kur’ân merkezli İslam algısına sahip insanımızı çekmeye çalışmak, “Kimlik Sorunu”na batılı düşünce ve kavram dünyası içinde çözüm tartışmalarına taraf olmasını beklemek beyhudedir. Çünkü Kürdüyle Türküyle Acemiyle Müslümanlar için çıkış yolu bellidir. İslami kimlik ve değerler etrafında bir kardeşlik vasatını yeniden ve hep beraber oluşturmak. Kürt milliyetçilerine Türk milliyetçilerini ve eklektik düşünce ve kimlikleriyle “ucube” tipleri seküler eksendeki tartışmalarıyla baş başa bırakıp kendi işimize bakmak… Ama Kur’ân’i manasıyla zalime karşı mazlumdan yana olmayı netleştirmek. Bir konuda hüküm vereceğimiz, kanaat belirteceğimiz zamanda adaletli olmak; sorumluluklarımızı yerine getirmeye çalışmak olmalıdır.

*İktibas Dergisi Kasın 2011

Prof. Dr. Mehmet Özcan

Ankara Strateji Enstitüsü Başkanı

KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜM MANTIĞINI ANLAMAK

Ülkemizin en yakıcı sorunu kuşkusuz terör ve Kürt sorunudur. 30 yıldan bu yana şiddeti tırmandıran PKK, sorunun çözümü varlık gerekçesini ortadan kaldıracağı endişesi ile Kürt sorunu ile terör sorununu bir arada tutarak çözümü silahın ve şiddetin gölgesine hapsetmeye çalışmaktadır. Ayrım tanımayan şiddet ile hem güvenlik güçlerine hem de sivil vatandaşlara yönelik saldırılarını artıran PKK, bölgesel konjonktürün de sunduğu imkanları kullanarak zemin kazanmaya çalışmaktadır.

Terör sorunu ile Kürt sorunu iç içe geçmiş olsa bile, bu ikili arasında bir ayrıma gitmek kaçınılmazdır. Ayrım yapılamazsa bile neden-sonuç ilişkisini doğru tespit etmek gerekmektedir. En basit haliyle Kürt sorunu mu PKK’nın doğmasına neden olmuştur, yoksa PKK mı Kürt sorununun ortaya çıkmasına neden olmuştur? Bu soruya verilecek yanıt aynı zamanda teşhisin doğru yapılıp tedaviye nereden başlanacağı konusunda da yol gösterici olacaktır. Terör sorunu varlığını sürdürdüğü müddetçe, hem bireyin ve hem devletin

güvenlik karşılanmak zorundadır. Ancak bu mücadele Kürt sorununun çözümü adına sonuç getirici bir adım oluşturmayacaktır. Terörle mücadele gerekli, ancak Kürt sorununun çözümünde yeterli değildir. Çözüm için Kürt sorununun nedenleri, sosyal arkeoloji yöntemiyle derinlemesine incelenmelidir. Bu açıdan sorunun sosyal, siyasal, ekonomik, temel ve kültürel haklar boyutlarının ele alınması gerekmektedir. Kültürel haklar çözümün en önemli halkasını oluşturmaktadır.

Etnik sorunların en önemli kaynağını ulus-devletin etnik milliyetçi politikaları ve ona karşı aynı mantıkla hareket eden etnik grupların başlattıkları milliyetçilik oluşturmaktadır. Türkiye’deki Kürt sorunu da, karşılıklı olarak birbirinden beslenen ve bir kısırdöngü oluşturan bu etnik milliyetçiliklerden kaynaklanmaktadır. O nedenle temelde bu anlayışı değiştirmeden hiçbir çözüm çabası ve önerisi uygulamada karşılığını bulamaz. Çünkü sorunun nedeni, çözümün parçası olamaz. Bu bağlamda hem devletin etnik milliyetçilik ve ulus-devlet modelini revize etmesi, gerçekçi olmayan “kültürel türdeşlik efsanesi”nden ve bunun yansıması olan norm ve uygulamalardan kurtulması hem de Kürt siyasetinin milliyetçi ideallerden uzak durması çözümün önkoşulu olarak kendini dayatmaktadır.

Bir etnik sorunun optimum çözümü, öncelikle hem devletin hem de etnik grubun endişelerinin giderilmesine bağlıdır. Bu durumda çözüm ancak “devletin güvenlik ihtiyacı” ile etnik grubun “kimlik ihtiyacı”nın karşılandığı noktada oluşabilir. Bu açıdan çözüm konusunda iki yanlış noktadan hareket edildiği düşünülmektedir. Bunlardan ilki, “Kürt sorununu PKK’ya endekslemek”tir ki bu, devletin güvenlik ihtiyacının karşılanmasını imkânsız kılarak çözüm yolunu tıkamaktadır. İkincisi, “hakları terörle mücadeleye endekslemek”tir ki, bu da Kürtlerin kimlik ihtiyacının karşılanmasını imkânsız kılmaktadır. Bu durum tarafların kısırdöngü içine girmelerine ve sorunu çözümsüzlüğe mahkûm etmelerine neden olmaktadır. Bu fasit daireden çıkmak ve çözümün yolunu açmak ancak devletin güvenlik ihtiyacını karşılamaya dönük olarak “PKK ve Kürt sorununu birbirinden ayırmak”la ve Kürtlerin kimlik ihtiyacını karşılamak için “demokratik devlet olmanın gereği olarak hakları vermek”le mümkün görünmektedir.

Kürt sorununu PKK’ya endekslemekten alıkoyan ve ikisini birbirinden ayırmamızı mümkün kılan iki önemli gerekçe bulunmaktadır: Kürt sorunu her şeyden önce “insani bir sorun”dur ve Kürt milliyetçiliği ve PKK yeterli halk desteğini halen elde edememiştir. Bu nedenle Kürt sorununda PKK’nın Kürt sorununa yol açtığından hareketle çözümün PKK ve terör odaklı aranması yerine Kürt sorununun PKK’ya yol açtığından hareketle çözümün Kürt sorunu odaklı aranması gerekmektedir.

Tarafların çözümü zorunluluklar yerine kendi ideallerinde aramaları sorunu kısırdöngüye mahkûm eden bir başka husustur. Hâlbuki çözüm için en iyi hareket noktası “olmazsa olmazlar”dır. Kürt sorununun çözümünde olmazsa olmaz ise kültürel haklardır. Bu çerçevede Kürtlerin kimlik ihtiyacını karşılamaya dönük olarak Kürt kimliğinin korunmasını ve güvence altına alınmasını sağlayacak kültürel hakların, herhangi bir muhataba gerek olmaksızın tam, eksiksiz ve gecikmeden verilmesi gerekmektedir.

Çünkü öncelikle “kimlik eşiği” çok güçlü biçimde aşılmış, Kürtlerin büyük bir çoğunluğu etnik kimliğiyle tanınmak istemektedir. Ayrıca günümüzde artık kültürel farklılaşma, toplumda bir bölünme değil, zenginlik kaynağı olarak görülmekte, devletlerin demokratik nitelikleri ve insan haklarına saygı göstermeleri bu farklılıkların korunmasıyla ölçülmektedir. O nedenle artık etnik, kültürel, dilsel ve dinsel kimliğe saygı gösterilmesi, bu kimliklerin ifade edilmesi, korunması ve geliştirilmesini sağlayacak uygun şartların oluşturulması, çoğulcu ve gerçek anlamda demokratik bir toplumun olmazsa olmazıdır. Kültürel hakların temel amacı da, vatandaşların bir kısmının yaşadığı toplumsal güvenlik sorununu ortadan kaldırarak etkin eşitliği ve toplumsal bütünleşmeyi sağlamaktır. Katılımcı ve çoğulcu demokrasi ile sosyokültürel farklılıkların barış içinde bir arada yaşadığı bir siyasal sistem ancak bu haklar sayesinde kâmilen mümkün olacaktır.

Kültürel haklar Kürt sorununda çözümün yolunu açacağı gibi, hem Kürt milliyetçiliğini teskin edecek hem de onu şiddetten arınmaya zorlayacaktır. Çünkü kimliğini güvencede gören ve kültürel haklarını kullanabilen toplumun PKK’ya verdiği desteği büyük oranda çekmesi muhtemeldir. O nedenle PKK’nın ve Kürt milliyetçiliğinin zamanla toplumsal tabanını kaybederek marjinalleşmesini bekleyebiliriz. Böylece Kürt sorununun en azından Türkiye’de ülke güvenliğini ve istikrarını tehdit eden niteliği ortadan kalkacaktır.

Fakat kültürel hakların Kürt sorununun çözümünde etkili olması, bu hakların zoraki tanıma politikalarının parçası olmaktan kurtarılıp, samimi ve istekli bir devlet desteğini içerecek biçimde, koruma politikası çerçevesinde, tam ve eksiksiz verilmesine bağlıdır.

Ayrıca Kürt sorunu bağlamında kültürel hakların yeterli olması ve beklenen işlevi görmesi, “güven eşiği” adını verdiğimiz bir zamanın/ durumun aşılıp aşılmamasına bağlıdır. Bu eşik aşılmadan evvel kültürel hakların verilmesi, kanaatimizce hak arayışlarını büyük oranda sona erdirecektir. Fakat elbette marjinal çabalar ve hak talepleri devam edecektir. Ama burada önemli olan bunların kitleselleşmesinin önlenmesidir. Güven eşiği aşılmadan önce hakların tatmin edici bir biçimde verilmesi kitleselleşmeyi önler. “Güven eşiği” aşıldıktan sonra daha ileri bir aşamaya geçilmesi, yani “ayrılma eşiği”ne ulaşması halinde artık sadece kültürel haklarla sorunun çözülmesi mümkün olmayacağı gibi, bu hakların milliyetçiliğin ayrılıkçı ideallerine hizmet etmesi de mümkün hale gelir. O nedenle etnik sorunun geldiği aşama ile kültürel hakların çözüme katkısı arasındaki ters orantı dikkate alınmalıdır. Bir kere “kimlik eşiği” aşıldıktan sonra kültürel hakların verilmemesi düşünülemez. Fakat bu tip etnik sorunların çözümünde “güven eşiği”ne gelene kadar kültürel hakların işlevselliği oldukça yüksekken, “güven eşiği” aşıldıktan sonra bu hakkın ancak belli bir statü içinde verilmesi halinde işe yaraması mümkün olabilir. “Ayrılma eşiği” aşıldıktan sonraysa çözümün asgari düzeyini daha güçlü bir statü {güçlü siyasi özerklik ya da federasyon} oluşturacaktır.

Öte yandan kültürel haklara ilişkin bazı riskler olsa da, bu riskleri göze almamanın alternatifi, bugüne kadar uygulanıp da bir türlü istenen sonucun alınamadığı, muhtemelen de alınamayacağı güç ve güvenlik politikalarıdır. Bu artık hem uluslar arası ve bölgesel konjonktür hem de ulusal düzeydeki gelişmeler göz önüne alındığında sürdürülebilir bir politika değildir. Ayrıca toplum bunun artan maliyetine daha fazla katlanmak da istemeyecektir. O nedenle bu risk göze almaya değer görünmektedir. Kaldı ki, devlet bu haklar konusunda yapması gerekenleri yapmadığı sürece, birileri bu haklarla gerekçelendirilmiş eylemlerine meşruluk kazandırabilecek ve istediği toplumsal tabanı kazanabilecektir. Kültürel haklar konusunda tatmin edici bir noktaya ulaşıldığındaysa, bunun üzerinden yapılacak siyaset de, şiddet de gerekçesini yitireceği gibi, kitlesel desteğini de kaybedecektir. Ve artık devletin terörle mücadelesi, hem Kürtler nezdinde hem de uluslararası düzeyde tartışmasız bir meşruiyet ve destek kazanacaktır. Bununla birlikte Kürt sorunu, kimlik ve kültürel haklar bağlamında çözüldüğünde PKK varlık nedenini büyük oranda kaybederek zayıflasa bile tamamen ortadan kalkmayacaktır. Çünkü PKK aynı zamanda artık Kürt milliyetçiliğini de temsil ediyor ve onun en güçlü damarlarından birini oluşturuyor. Milliyetçi hareketlerin en önemli ayıraçlarından birisi ise, kendine ait olabildiğince bağımsızlaştırılmış bir yönetsel birim elde etme çabasıdır. Bu nedenle kültürel hakların PKK terörünü ve taleplerini kısa vadede sona erdirmeye yetmeyeceği, terör ve statü talebi konusunda yapılması gereken başka şeyler olduğu söylenebilir. Bu açıdan çözüm için statü talebini Kürt milliyetçiliğini teskin edecek düzeyde karşılayan, ama devleti de teröre boyun eğen bir aktör pozisyonuna düşürmeyen bir yaklaşım benimsenmek zorundadır.

Fakat amaç kimliğin korunması ve güvence altına alınmasıysa, bugün gelinen aşama itibarıyla selfdeterminasyona {kendi kaderini tayin etme} dayalı statü verilmesi optimum çözüm noktasının zorunlu bir parçasını da oluşturmaz. Çünkü ayrı statü vermek toplumsal bütünleşmeye çok da hizmet eden bir anlayış değildir. Ancak güven eşiğinin aşılması halinde bu mantık çerçevesinde ayrı bir statü verilmesi optimum çözüm noktasının parçasını oluşturabilir. Bu açıdan BDP’nin önerdiği “demokratik özerklik” ne optimum çözüm noktasını, ne çözüm dilini, ne de uygulanabilir gerçekçi bir çözüm modelini oluşturmaktadır. Bu talebin gerçekte karşılığı ise dünyada örneklerini gördüğümüz “güçlü bir bölgesel ve siyasi özerklik”tir.

Türkiye açısından siyasi özerkliğin devletin güvenlik kaygılarını artırması ve Kürt milliyetçiliğini güçlendirmesi ihtimali nedeniyle çözüme olumlu katkı sağlamasının zor olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca siyasi özerklik toplumsal düzeyde Türklerde Kürtlere karşı gelişmekte olan önyargıların pekişmesine yol açarak, Kürtlere karşı bazı olumsuz tutum takınmalarına neden olacaktır. Bu, özellikle Kürt yoğun iller dışında yaşayan Kürtlerin katlanmak zorunda kalacağı bazı maliyetlerin olacağı anlamına geldiği gibi, güven eşiğinin aşılmasına da neden olabilir. Fakat zaten henüz siyasi özerkliği zorunlu kılacak bir aşamada da değiliz. Ama burada da zaman faktörü çok önemli. Daha da geç kalınması halinde artık “siyasi özerklik”in düşünülmek zorunda kalınacağına kuşku yok. Bununla birlikte Kürt milliyetçiliğinin teskini ve statü taleplerinin rasyonalize edilerek optimum noktada tutulması açısından gerektiğinde “özerklik”in farklı biçimlerinden yararlanılabilir. Bu bağlamda “kendi kaderini tayin etme” {self-determinasyon} değil, ama demokratikleşme ve çağdaş yönetişimin gereği olan yerel yönetimlerin güçlendirilmesi mantığı üzerinden “kendi kendine yönetim” {self-government} anlayışıyla bir statünün ortaya çıkması mümkündür. Bu, çözüm için bir zorunluluk olmasa da, kimliğin korunması ve güvence altına alınmasının en kestirme ve en sağlam yolu olabileceği gibi, kültürel hakların daha kolay hayata geçmesine ve bölgesel sorunların daha kolay çözülerek şikâyetlerin giderilmesine yardımcı olabilir. Bu açıdan katı merkeziyetçi anlayıştan vazgeçilerek yerel yönetimlerin güçlendirilmesini öngören bir reform Kürt sorununun çözümü kolaylaştıracak bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Zaten Kürt sorunun güven eşiğine yaklaşması nedeniyle optimum çözüm, kültürel hakların yanı sıra yerel yönetimlerin mutlaka ve anlamlı düzeyde güçlendirileceği bir aralıkta yer almaktadır. Bu, üniter yapı içinde yerel yönetimlerin idari ve mali özerkliğinin gerçek anlamda artırılması yoluyla güçlendirilmesi anlamına gelmektedir. Bu şekilde yerel yönetimlerin güçlendirilmesi statü arayışını teskin edebilir ve PKK’nın varlık nedenini zayıflatacak bir araç olabilir. Ayrıca bu, devletin bu yolla katılımcı demokrasiyi derinleştirmesi, Kürt kimliğini güvence alması ve kültürel hakları hayata geçirmesi anlamına da geleceği için aslında PKK’nın tek varlık nedeni olarak kalacak statü talebinin gerekçesini de ortadan kaldıracaktır.

Sonuç olarak Kürt sorununda izlenecek stratejinin özünü, öncelikli olarak PKK ve terörün bitirilmesine dayalı arayışlar değil, Kürtlerin kimlik ihtiyacının karşılanması ve güvence altına alınması oluşturmalı. Çözüm bekleyen temel sorun budur. Bu halledilebilirse, sorunun insani boyutu çözüleceği ve demokrasi güçleneceği gibi sorunun şiddet boyutu zayıflayacak, PKK’nın varlık nedeni de, gerekçesi de ortadan kalkacaktır. Bu sayede teröre iç ve dış destek azalacak ve devlet de uluslararası baskılardan kurtulacaktır.

*KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜM MANTIĞINI ANLAMAK

Zorluklar, Zorunluluklar ve İdealler adlı çalışmasından alıntıdır.

KEMAL BURKAY

Hak Par Genel Başkanı

NASIL BİR SÜREÇ, BARIŞ VE ÇÖZÜM MÜ?

Hükümet bir süre önce Kürt sorunu kapsamında yeni bir süreç başlattı. Buna önce “İmralı süreci” dendi; çünkü görüşmeler MİT vasıtasıyla Öcalan’la yürütülüyor; ardından Başbakan bunu “çözüm süreci” diye adlandırdı.

Bu yeni girişimle birlikte kamuoyunda umutlar bayağı arttı, ortada “çözüm” ve “barış” sözcükleri uçuşuyor.

Peki gerçek durum ne, bu girişim neyi amaçlıyor? O gerçekten Kürt sorununa gerçekçi bir çözüm bulup ülkede barış ortamını kalıcı biçimde inşa etmeye mi yönelik?

Bir kere Kürt sorunu nasıl bir şeydir? İkincisi de “çözüm”den ve “barış”tan neyi anlıyoruz?

Kürt sorunu denince herkesin aynı şeyi anlamadığı ortada. Bazılarına göre {örneğin MHP} böyle bir sorun yok, bölücülük ve terör var, onunla da ancak savaşılır. Bazılarına göre dün vardı bugün yok. Örneğin Başbakan Erdoğan üç-dört yıl öncesi “Kürt sorunu var, salt askeri yöntemlerle çözülmez, biz çözeceğiz,” diyordu; ama şimdi, TRT-Şeş’i açtıktan, 2 saatlik seçmeli dersten, Artuklu ve Dersim’deki Kürt dili bölümlerinin ardından “Artık Kürt sorunu yok, terör sorunu var,” diyor. CHP’ye göre Kürt sorunu hem var, hem yok!

BDP’ye gelince, ona göre Kürt sorunu var tabi; ama BDP’nin çözüm konusunda kafası oldukça karışık, bir günden diğerine, Öcalan’ın tercihlerine göre değişip duruyor. Bir gün demokratik cumhuriyet, ertesi gün demokratik özerklik… Öcalan ve örgütünün ise geçmişten beri izledikleri ve bağımsız birleşik Kürdistan’dan demokratik cumhuriyete uzanan siyasi maceraları malumdur…

Kısacası, Kürt sorununa ilişkin olarak siyasi arena fili tarif eden körlerin durumunu andırıyor. Ellerinin dokunduğu yere bağlı olarak, kimine göre fil uzun bir burundur, kimine göre koca bir kulak, ya da bacak… Besbelli bu ülkenin siyasileri için bu tür bir tarif körlükten değil, görmek istememekten. Onlar da Kürt sorununun ne olduğunu bal gibi biliyorlar, ama doğru bir tarif işlerine gelmiyor. Çünkü doğru bir tarif doğru bir çözüm gerektiriyor.

Böyle bir durumda Kürt sorununun varlığını kabul edenlerin de çözüm üzerinde anlaşmaları elbet kolay değil. Bir şey üzerinde anlaşsalar bile, o gerçekte çözüm olmayacaktır.

Hatırlayalım: 2011 yılında MİT ve PKK Oslo’da görüşüyordu. Devrede Öcalan da Kandil de vardı. Yine barış ve çözüm umutları yükselmişti. Sonra ne olduysa bilgiler dışarı sızdı, masa devrildi, süreç kesintiye uğradı. 2011 seçimlerinin ardından Öcalan, “savaşa gerek yok, devletle anlaştık” dediği halde, PKK içindeki bazı derin odaklar Öcalan’ı baypas ederek bir dizi eylem başlattılar ve yeniden bir çatışma ortamına girdik.

Hükümet çatışma ortamına son vermek için bir ara BDP ile diyalogu tasarladı; ama kendisine güveni olmayan, inisiyatif kullanamayan BDP, sürekli olarak İmralı ve Kandil’i muhatap göstererek buna yanaşmadı; öyle olunca da hükümet BDP’den umudu kesti.

Şimdi, görünen o ki hükümet bu işi doğrudan Öcalan’la çözmek istemektedir.

Öcalan’ın taraftarları üzerinde büyük etkisi var. 1980’li yıllardan başlayarak zaman içinde Ortadoğu işi bir Öcalan kültü oluşturuldu. Kendisine “Serok” dendi, “Önder”, dendi, hatta “Önderlik” dendi. O PKK bakımından tek karar vericiydi. Suriye’den çıkarıldıktan, hele hele yakalanıp İmralı’ya konduktan sonra bu yüceltme işi daha da çığırından çıktı; kendisine “Ulusal Lider”, “Başımız”, “Güneşimiz” dendi. Tek muhatap gösterildi, “İrademiz” dendi…

Öcalan silahları susturun dedi, susturdular, savaşın dedi, savaştılar.

Aynı Öcalan, 1999 yılında yakalandığı zaman “fırsat verilirse hizmete hazırım” da demişti. Mahkemeye çıktığında, “Pişmanım, ne isterseniz onu yapayım,” demişti… Taraftarları bu sözleri duymazdan, anlamazdan geldiler.

Öcalan gerçekten de İmralı’da, idamdan sıyırmak için kendisinden istenenleri bir bir yaptı. PKK’nin silahlarını susturdu, güçlerini sınır dışına çekti; PKK’nin adını bıraktı {önce KADEK, sonra Kongra Gel yaptı}; programını bıraktı {“Ne bağımsızlık, ne federasyon, ne otonomi; bunlar ilkel şeylerdir; demokratik cumhuriyet en iyisi”} dedi ve üniter devleti savunur oldu. İdeolojisini terk etti, Kemalizmi savunur oldu…

Partisi de tıpış tıpış ardından gitti… Tek karar verici oydu, irade oydu, muhatap oydu…

PKK 1999’dan itibaren 4-5 yıl süreyle tek kurşun sıkmadı. Ama 2004’te AK Parti hükümetini devirmek için cuntalar harekete geçince, ortalığı karıştırıp darbe ortamı yaratmak için PKK de ihtiyaca uygun olarak hareketlendirildi…

Önemli bir nokta daha: Öcalan İmralı’da, son iki yıla gelinceye kadar hep orduyu övdü, AK Parti hükümetini ise eleştirdi, hedef gösterdi. “Ordu çözüm istiyor, ama AKP engel” dedi…

Peki son iki yılda neler oldu da Öcalan hükümetle böylesine güzel güzel anlaşır hale geldi?

Olan şuydu: Askeri vesayet geriledi. Darbeciler, Ergenekoncular, koca koca orgeneraller Silivri’yi boyladılar. İmralı’da Öcalan’ın çevresindeki Ergenekoncu kuşatma kırıldı. Öcalan güç dengelerinin değiştiğini gördü, partnerini değiştirdi. O, bu işlerde oldukça usta ve gerçekçidir!

Süreç içinde MİT üst yönetimi de askerin etki alanından hükümetin etki alanına geçti.

İşte şimdi hükümet, “tek muhatap ve irade” Öcalan eliyle “sorunu çözmek” istiyor. Öcalan’la tam bir uyum içinde çalıştığı anlaşılıyor…

Peki hükümetin sorundan ve çözümden kastı ne?

Başbakan Erdoğan bunu açık biçimde söyledi: “Amacımız PKK’ye silah bıraktırmak…

Evet, durum bundan ibarettir!

Peki bu çözüm olur mu? Sorun salt PKK’nin silahları mıydı? Bu silahlar susunca Kürt sorunu çözülmüş mü olacak? Bunu da varın siz düşünün…

Ama ben öteden beri silahların susmasından, PKK’nin silah bırakmasından yana oldum. Bu en başta Kürt halkı için hayırlı ve yararlı olacaktır. Eğer Öcalan silahları bırakın derse, bu siyasi hayatında yaptığı en doğru, belki de tek doğru iş olacak… Eğer PKK buna uyarsa bu da PKK’nin yaptığı en doğru, belki de tek doğru iş olacak…

Umarım ki silahları bırakma süreci bir kez daha sabote edilmez ve bu kez sonuç verir.

Gelelim “barış” denen şeye…

PKK’nin silah bırakmasıyla çatışmalar sona erecek. Peki “barış”tan kast edilen bu mu?

Eğer savaş denen şey, çoklarının sandığı gibi Türk devletiyle PKK arasında cereyan eden bir şey idiyse, bu gerçekten de barış olur, PKK ile devletin barışı…

Ama öyle olduğunu sanmıyorum. Görüntüde böyle olsa bile, savaş, özellikle son on yılda devletin iki kanadı arasında idi. Darbeci-militarist kesim AKP hükümetini devirmek için PKK ile savaş oyunu oynadı ve hiç yere o kadar can kurban edildi. Şimdi de hükümet bu oyunu bozmak, istikrarı sağlamak için PKK’ye silah bıraktırmak istiyor.

Evet, bunun için de olsa silahların susması, PKK’nin silah bırakması çok iyi olur. Böylece Kürt halkına hiçbir yararı olmayan, aksine siyaseti ve çözüm sürecini bloke eden bu savaş oyunu, yıllardır süregelen bu trajikomik tiyatro sona erer, Kürt siyaseti normalleşir, halkımızın özgürlük mücadelesinin sağlıklı bir kanala yönelmesi mümkün olur.

Sonuç olarak PKK’nin silah bırakması tek başına, Kürt halkı bakımından ne çözüm, ne de barıştır; ama çözüm ve barış yönünde önemli bir eşiğin aşılmasıdır.

Çözüm Kürt halkının tüm temel haklarını tanıyarak; devletin böylesi bir eşitlik temelinde yeniden yapılanmasıyla olur. Oysa Türk tarafında ne iktidarın ne muhalefetin bunu yapmak istediğini gösteren bir niyet ve proje yok. Bizim hayale kapılmamız için de bir neden yok.

İki yüz yıldır özgürlük için mücadele eden bir halkın söz konusu temel hakları tanınmadan çözümden ve barıştan söz etmek boş laftır.

* http://www. hakpar. org. tr/index. php? lang=TR&page=articles&is=makale&id=577

İBRAHİM GÜÇLÜ

EVİMİZİ {KÜRDİSTAN’I} KENDİMİZ YÖNETMEK İSTİYORUZ”

Bu makalemin başlığını, eşim Gülfer’den borç aldım.

Türkiye Yazarlar ve Gazeteciler Vakfı, “TOPLUMSAL UZLAŞI VE MEDYA” konulu bir konferans düzenledi. Konferans, 23 Şubat 2013 Tarihinde Diyarbakır Gren Park Otelinde yapıldı. Bu konferansa ben de davetliydim. Konferansa giderken hayat arkadaşım, eşim Gülfer’i de götürdüm.

Konferans’ın temel ve önemli iki alt başlığı vardı. Bu ana ve önemli alt başlıklardan biri:

Uzlaştırma ve Kışkırtma Arasında Medya” idi. Bu bölümün sunumunu ve moderatörlüğünü Zaman Gazetesi Yazarı Şahin Alpay yaptı. İkinci önemli alt başlık:

Medya ve Ortak Gelecek.” Bu bölümün sunumu ve moderatörlüğünü de Taraf Gazetesi Genel Yönetmeni Oral Çalışlar yaptı.

Konferansa, kendi tanımlarıyla “ulusal” ve “yerel” birçok Kürt gazeteci ve televizyoncu; ayrıca birçok yazar katılmıştı. Bunların çoğunlu iki konuya ilişkin olarak görüşlerini belirtme yerine, görüşlerini Hükümet-Öcalan görüşmelerine kilitleyerek, bu dönemde basının görevi, yapacakları ve dili üzerinde konuşmalarını yoğunlaştırdılar. Diyarbakır Belediye Başkanı da açılışta bir konuşma yaptı.

Ben ve Gülfer de birer konuşma yaptık.

Bütün konuşmacılar önemli görüşler ileri sürdüler. Onların tümünü aktarmam olanaklı olmadığı gibi, gerekli de değil. Ben asıl olarak benim ve Gülfer’in konferanstaki konuşmalarını özetle sunacağım. Asıl olarak da başlığa çıkardığım dikkat çekici, konferansın en önemli gördüğüm tespiti üzerinde duracağım.

Basın Türkiye gerçeklerini tanımıyor ve bundan dolayı yanlış tanımlar yapıyor. Hak ve Özgürlüklere saygı duymuyor, demokrasinin tekçi formatıyla yorumlar ve değerlendirmeler yapıyor…

Ben ilk konuşma yapan konferans katılımcılarından biriydim. İki ana başlık altında da iki kere konuşma olanağı buldum.

Özetle şunları söyledim: Öncelikle basını tanımlamak ve kategorileştirmek istiyorum. Türkiye’de üç kategori basın var. Birinci kategori basın, resmi devlet ideolojisine; alt, örgüt ve cemaat ideolojilerine bağlı olan basındır. Bu basının bağımlı olduğu ideolojiler, teokratik, otoriter sağ ve sol ideolojilerdir. Hatta otoriter liberalizmdir. Bu basın, gerçekleri yansıtmıyor, tersine gerçekleri çarpıtıyor. Kendilerine göre yorumluyor. Bu basın faaliyeti toplum mühendisliği kapsamında ele alınabilir diye düşünüyorum. Bu basın, ne yazık ki sürekli basın ve insanlık suçu işliyor. İkinci basın kategorisi, ortada olan basın. Bu basının da güçlü ve etkin olduğunu söylemek olanaklı değil. Bu basın objektiflik, tarafsızlık, gerçekçilik, subjektifizm arasından giden-gelen bir konumda. Üçüncü basın kategorisi, özgür ve otonom olan basın. Bu basın da Türkiye’de hayli zayıf. Olanaklardan yoksun. Basın ve toplum üzerinde büyük bir ağırlık oluşturamıyor.

Basının en büyük sorunu, Türkiye’nin gerçeklikleri; ulusal, etnik, dinsel, mezhepsel, sınıfsal, fikirsel yapısı hakkında bilgisiz olması ya da eksik bilgilere sahip olmasıdır. Basının bu bilgisizliği ve bilgi eksikliği, özel bir bilgisizlik değil, genel bir bilgisizliktir. Çünkü tekçi, otoriter, kolonyalist, ırkçı resmi devlet ideolojisi Kemalizm; fikirsel ve kültürel bir çoraklık yaratmıştır. “Sınıfsız, Zümresiz, Kaynaşmış toplum” tekçiliğinin yaratığı inkârcılık ve retçilikten dolayı, Türkiye’nin çoğulcu gerçekliğini gizlemiş, göstermek istenmemiştir. Böyle olunca, Kürtlere, diğer etnik gruplara, İslam’a, ve diğer dinlere, Alevilere, sunilere, farklı felsefelere, ideolojilere, farklı sınıf ve zümrelerle ilgili basında haber ve yorumlar yapıldığı zaman; bunların gerçekçi, doğru olması mümkün olmuyor.

Basında tanımlamalar oldukça yanlış oluyor. Bu da halklar içinde yeni yanlış algılara ve bilince yol açıyor. Yeni ve değişim adı altında bunların yapılması daha derin ve travmatik olumsuz izler bırakıyor.

Son günlerde, Hükümet ve Öcalan görüşmeleri; buna bağlı olarak Kürt meselesi hakkında yapılan tespitler, tanımlar ve yorumlar ürkütücü, dehşet verici. Örneğin, dün İmralı’ya giden BDP heyeti hakkında yazılanlar başlı başına bir sorun. İmralı’ya giden heyetten yola çıkarak BDP içinde farklı eğilimlerin, görüşlerin, siyasi blokların varlığından bahsedilerek; heyet üyeleri onların temsilcisi olarak tanımlanıyorlar. Bu tanım ve tespitlere bakıldığı zaman, karşımızda ne kadar çoğulcu, katılımcı, demokrat bir örgütle karşı karşıya olduğumuz kanaati yaratılıyor. Oysa PKK gerçeğinin bu tanımlarla alakası yok. PKK, tek lider, tek parti, tek ideoloji paradigmasını katı bir şekilde sürdüren otoriter, ant-demokratik bir örgütlenme ve yapılanmadır.

Basın, bireysel ve kolektif hak ve özgürlükler konusunda hassas olmadığı, gibi çoğu zaman bu hakla ve özgürlükleri çiğneyen, görmezlikten gelen, yanlış tanımlayan bir konumunda.

Basın, sağlıklı demokratik bir anlayış ve zihniyete sahip olmadığı gibi; çağa uygun, demokrasi tanımına da sahip değildir. Tek uluslu, tek dinli, tek mezhepli, tek sınıf ve zümreli demokrasi tanımına sahiptirler. Otonom, doğrudan, federal demokrasi ile alakası yok.

Basında olup bitenlerden, olumsuzluklardan hep medya patronları eleştirilir. Bu eleştirilerde çok haklı ve gerçekçi yanlar var. Ama ne yazık ki, bazı gazeteciler de “kraldan daha kralcı” olabiliyorlar. Bazı zamanlarda “kraldan çok kralcı olan” bu gazeteciler, patronları bile yoldan çıkarabiliyorlar.

Medya siyaset ilişkileri; siyasi parti ilişkileri ve özellikle de iktidar ilişkileri oldukça olumsuz. Çoğu zaman basın, iktidara yatıyor. Onların rotasında yürüyor. Özgür ve otonom olamıyor.

Basın açısından en tehlikeli olan durum da, basın bazen kendisini devlet, bazen de iktidar yerine koyuyor. Yargısız infazlar yapıyor, olayları gerçek özlerinden çarpıtıyor.

Son günlerdeki gelişmelere baktığımız zaman da gerçekler örtbas edilerek sorunların çözülebilineceği gibi bir yanlış yapılıyor. Son Hükümet-Öcalan, Türkiye’nin 100 yıldan fazla olan Kürt Meselesiyle ilgili çok ciddi gerçeklerin gizlenmesi ve manipüle edilmesi söz konusu.

Evimizi {Kürdistan’ı} kendimiz yönetmek istiyoruz…

Gülfer Hanım da toplantı bir konuşma yaptı. Bu konuşmasında, başlık için ödünç aldığım hayati tespitlerde bulundu.

O da konuşmasında şu konuları ifade etti: Diyarbakır Ergani doğumluyum. Diyarbakır’da Ziya Gökalp Lisesini 1965-66 döneminde bitirdim. Aynı yıl Ankara Hukuk Fakültesi imtihanlarını kazandım. 1970 yılında Hukuk Fakültesini bitirdim. Stajımı Diyarbakır’da yaptım. O sırada 12 Mart 1971 Askeri Darbe Döneminde Sıkıyönetim ilân edildi. Büyük bir zulüm başladı. Kitlesel tutuklanmalar oldu. Ben de stajyer avukat olarak Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Hapishanesi ve Mahkemelerindeki işleri yüklendim.

Ben, Diyarbakır’ın ilk serbest çalışan avukatıyım.

Bugün burada konuşmamın nedeni, Belediye Başkanı Osman Baydemir’in ve NTV Muhabiri Mete Çubukçu’nun Kürdistan’daki zulmü ve hareketi son 25-30 yılla sınırlandırmalarından dolayıdır. Bu yaklaşım doğru değil. Benim yaşım {67} boyunca zulüm vardı, Kürt Hareketi vardı. Oysa benden önce de Kürtlere zulüm yapılıyordu. Bu zulüm sadece Türkiye Cumhuriyeti dönemiyle de sınırlı değil, bu zulüm Osmanlılardan devam edip geliyordu.

Ben Kürt hareketini kendi yaşımla başlatmıyorum. Gerçekler ve Kürt tarih okuması bunu bana, bizlere anlatıyor. Kürtlere zulmün, Kürt Hareketinin daha öncesi var. Ben en azından hukuk fakültesinin son sınıfında Kürt örgütü DDKO ile tanıştım.

Benim anneme Kürtler ilgili sorduğum sorularda, “kızım biz bajariyiz {yani şehirliyiz}” derdi. Yani bu söylediğiyle, Kürt olmadığımızı korkudan anlatmak isterdi. Oysa yakınlarımızdan ünlü Kürt aydınlarından Dr. Nazif ve Nurettin Zaza, Arif Abbas, Şeyh Sait Ayaklanmasından sonra {1925}, Suriye’ye kaçmışlar, Fransızların mandası olan Suriye’ye iltica etmişlerdi. Aslında annem gizli-gizli onlar için ağlardı. Anneannem Şeyh Sait Ayaklanması döneminde Kılıç Ali tarafından gözaltına alınmıştı. Bunun ötesinden, annemin babası Kürdistan’ın Güneyindeki Berzenci ailesindendir ve İstanbul’a sürgün edilmiştir.

Bütün bunları, Kürtler üzerindeki zulmün ve Kürt Hareketinin 25-30 yılla sınırlı olmadığını anlatmak için yapıyorum.

Eşim İbrahim Güçlü’nün ailesi 300 yıl önce Kürdistan’dan Ankara’ya sürgün edilmişler. Ankara, Konya ve çevrelerinde yoğun bir Kürt kitlesi var. Bunlar Osmanlı İmparatorluğu döneminde sürgün edilmişler. Hatta Ege, Karadeniz, Trabzon ve Samsun yöresine de sürülmüş Kürtler var.

Avukatlık döneminde de yoğun baskılara maruz kaldık. Evimiz yakıldı, silahlı baskına uğradı, sabotajlar ve suikastlar yapıldı. Bütün bunlar niye oluyor, şimdi onu izah edeyim:

Herkesin bir evi var. Bizim ve sizlerin de evleriniz var. Bu evleri kendimiz yönetiyoruz. Kimsenin yönetmesine izin vermiyoruz. Bir de bizim Kürtler olarak büyük bir evimiz var, bu evimizi kendimiz yönetmek istiyoruz. Ama yönetemiyoruz, buna izin verilmiyor. Yönetme isteğimizi dışa vurduğumuz ve bunun için hareket geçmek istediğimiz zaman da, bize zulüm yapılıyor, öldürülüyoruz. İşte bütün bu kavga ve isyanların nedeni budur. Bundan dolayı medya/basın olarak önce bizi anlayın ve ondan sonra bu isteğimizi Türk halkına objektif, tarafsız bir şekilde anlatın.

Bakın siz Diyarbakır’da rahat gezdiniz. Ama biz de Anakara, İstanbul, İzmir sokaklarından Diyarbakırlı olduğumuzu söyleyerek rahat gezmek istiyoruz.

Sertaç Bucak Konuşmasında Kürt Hareketi’nin silahtan ve şiddetten arınmasını söyledi. Ama eski Diyarbakır Baro Başkanı M. Emin Aktar ‘Kürtler için silah güvencedir, silahı bırakmamak gerekir’ dedi. Bana göre de Kürt Hareketi’nin önünü kesen, gelişimini önleyen silah ve şiddettir. Silah ve şiddetten arınırsak Biz Kürtler daha fazla oturup düşünmek, tartışmak fırsatı bulur, önümüzü açarız.

Son bir sözüm daha medyaya var: Biz Kürtler tarih boyunca çok kandırıldık. Adına “barış süreci” denilen çok süreçler gördük ve yaşadık. Tarihte ‘alavere dalavere Kürt Memed nöbete çok olmuştur’. Lütfen bugünü iyi izleyin, gözleyin ve medya olarak da buna izin vermeyin.

*****

Başlıkta çok açık ve sade şekilde belirtildiği gibi, Biz Kürtler de kendi evimiz olan Kürdistan’ı diğer milletlerin kendi ülkelerini, vatanlarını yönettikleri gibi yönetmek istiyoruz.

Millet olarak, kendi ülkemizde hükümran, egemen, iktidar olmak istiyoruz.

Kendi yaşamımızı kendi irademizle ve kararlarımızla düzenlemek istiyoruz.

Kendi kaderimizi kendi elimizle tayin etmek istiyoruz.

Kendi ülkemizde hükümran, egemen, iktidar olduktan sonra; Türklerle, Araplarla, Farslarla, diğer Ortadoğu halklarıyla ve dünya halklarıyla hangi birlikler içinde olacağımıza o zaman karar vereceğiz.

Bağımsız devlet mi, federal devlet mi, kon-federal devlet mi kuracağız? Buna kendimiz karar vermeliyiz.

Ama ne yazık ki, halen birçok Kürt aydını ve siyasetçisi bu basit gerçeği bile kabul etmiş ya da anlamış değil. Ya da bu gerçeği kabul ettiği halde, Kürt milletinin çıkarlarını, kendi kişisel, grupsal, partisel, aşiretsel konumuna peşkeş çekiyor.

Bu gerçeği görmemezlikten geliyor.

Bu son günler de, Hükümetle görüşen ve Kürtlerin önemli bir bölümünün desteğini alan PKK lideri Öcalan, Kürtlerin bağımsız devlet, federal devlet, otonom bölge, kon-federal devlet olmasına; Kürtlerin kendi ülkesinde hükümran, egemen, iktidar olmasına kesinlikle karşı çıkıyor.

Bunun safça bir düşünce değişikliği olduğu ve Öcalan’ın korkmuş olmasından dolayı yaptığını düşünmek saflıktır. Bu proje, devletin PKK ile yürüttüğü 40 yıllık bir projedir. Devlet, şu an ektiği ürünü alıyor.

Kürtlerin buna karşı uyanık olması, 2. Lozan Antlaşmasına izin vermemesi, her millet kadar sahip olması gereken tüm haklarını haykırması, savunması, Kürtlerin iradesine ve çıkarlarına aykırı yapılan antlaşmaları gayrı meşru ilân etmesi gerekir.

Amed, 8 MART 2013

*http://www. rizgari. com/modules. php? name=Rizgari_Niviskar&cmd=read&id=2556