… Ve diri diri gömülen kız çocuklarına sorulduğunda hangi suçtan dolayı öldürüldükleri: Sorunun ölen çocuğa yönelik olmadığı ortada… Soru bu eylemi yapana yöneliktir ve bu eylemi yapan açısından bu sorunun hiçbir cevabı yoktur, aksine bir cevap bulmaya çalışmak bu eyleme ortak olmak anlamına gelir. Her açıklama biraz masumlaştırmadır zaten…
Eylem/fiil toplumsal olduğu gibi, bilim/bilgi de sosyokültürel belirleyicilik taşır. Bu noktadan hareketle kız çocuklarının varoşlarda kötü ellere düşeceği, kötü amaçlar için kullanılacağı düşüncesinden yola çıkarak diri diri gömüldükleri şeklindeki açıklamalarda asıl gerçekliğe işaret etmemekte, aksine failin zihinsel yapısını gizleyen bir argümana dönüşmektedir. Örneğin Ömer’e ‘bunu neden yaptın’ diye sormak; soru her ne kadar bir olguya işaret etse de, soruyu soran ile bu eylemi yapan arasında bir yakınlığı gerektirir: ki bu yakınlık bile bu suça ortak olmak, bu zihinle örtüşmek anlamına gelir. Anlayabilmek ve anlaşılabilmek aynı kuvveden fiile çıkar.
Bunu neden yaptın: Cahil Ömer, Müslüman Ömer’e nasıl bir açıklama getirebilir? Herkes öyle idi’den başka bir açıklaması var olabilir mi? Herkesin öyle olduğu bir toplumsal yapı da ahlaki/insani olan hiçbir şey olamaz. İnsanın, toplumsalın içinde eridiğini ve kendisini açıklanamazlık içinde hapsettiğini söyleyebiliriz. Cahil Ömer açısından bu açıklanamazlık tanrısallığa işaret ediyor gibi görünebilir hatta ne kadar açıklanamaz ise o derece tanrısala yakın olduğu iddia edilebilir ama Müslim Ömer açısından hiçten başka söylenecek söz bulunamaz.
Hiç’ten ve ‘herkes öyle’den başka sözün olmadığı yer de her eylem doğal bir zorunlulukmuş gibi anlaşılacak; güneşin doğup batması, mevsimlerin birbirini takip etmesi gibi anlaşılan bu zorunluluk, irade ve özne kavramını kapı dışarı ederken herkese kafasına/keyfine göre takılma; tanrıların içinde bir tanrı olma lüksünü de bahşedecektir. Yeter ki her söz Lat, Menat, Uzza gibi taşlara işaret ediyor olsun. Herkesin tanrısal olduğu bir yerde toplumsal ve tarihsel olandan söz edilebilir mi? Bir anlamda toplumsal, tanrıların çokluğu ile yok edilirken tarihin sonuna da zaten gelinmiştir. Bu yönü ile tarihin sonunu ilan edenler Fukuyamagiller olmayıp aslında Mekke’nin müşrikleridir.
Günümüz global kapitalist dünya ile Mekke arasında birebir örtüşürlük olduğu, birine bakarak diğerinin açıklanabileceği söylenebilir: Bir tarafta Latçılar, Menatçılar, Hubelciler… Alın size çok kültürcülük ve çok hukukluk… Özne ancak bir taraftar olabilir. Medeniyetler Çatışması yerine Kavimler Çatışması konulabilir değil mi? İnsan da tanrısallığını zaten ilan etmişse tarihin sonu çoktan gelmiş demektir. Bu zihinsel coğrafyada, Ömer’e ‘neden yaptın’ diye bir soru var olabilir mi? Adam inancına/keyfine göre yaşamakta ve bu keyfine görelikte, kendisi; sosyokültürel coğrafyanın içinde kaybolup giderken, Ömer’in keyfine göre olan her şeyin aslında Ömer’e göre olamayacağının da farkına asla varamamaktadır. Ömer’in keyfine göre olan yerde Ömer’e yer yoktur.
Evet! Ömer’e yer yoktur: Bir garibe-i beşer çölde kumları hıçkırtarak yürümektedir. Kum yığınıdır ki kazmak için eller bile yeterli olabilir. Kumların Ömer’in ellerinden sakallarına bulaştığını görebiliriz. Burada fail ile fiilinden etkilenenler arasında bir geçişlilik olduğu söylenebilir. Öyle ki kuma/toza dönüşen sadece çocuk olmayıp Ömer’in kendisidir; çünkü insan; ellerinin bulaşığıdır daha çok…
Evet! İnsan ellerinin bulaşığıdır ve ellere bulaşan kum ise insanın kumdan hiçbir farkı kalmamış demektir. Kumun da kumdan hiçbir farkı olmayıp, çöl; niceliklerin üst üste yığınından başka nedir ki… Kendisinin, kendi içinde yaşayan bir kaktüse bile hiçbir katkısı olmayıp, aksine kaktüsün yaşayabilirliği, tamamı ile kendi içyapısından kaynaklanmak da hatta kuma rağmen sürmektedir. Bu yönü ile kaktüs çölün belirleyiciliğini gerileterek Ömer’den daha insani bir duruş sergilemektedir.
İnsan ellerinin bulaşığı ve Ömer’in ellerinde olan Lat’ın, Menat’ın, Uzza’nın kiridir. Ömer’in okumaları Lat’a, Menat’a, Uzza’ya göredir. Peygamber’in Hira’da ‘yaratan Rabb’inin adı ile oku’ması işte bu okumalara karşı bir meydan okumadır aslında. Her okumanın aslında ideolojik/felsefi olduğunu burada görebiliriz İnsan kaçınılmaz olarak bir Paradigma’nın içinden okur.
Her okuma siyasi bir duruştur aynı zamanda… İslami okumanın da bilimsel/felsefi olduğunu hatta bilimselliğinin olmazsa olmaz türünden bir zorunluluk olduğunu burada yakalamamız gerekir. Ancak gizli olanın, üstü örtük olanın bilimi yapılabilir. Bu yönü ile gerçekliğin görsel ve duyusal olanın ötesinde olduğunu anlamamız gerekir. Demek ki Lat’a, Menat’a, Uzza’ya göre yapılan her okuma; okuyanın kafasına/keyfine göreliği öne çıkarmakta, bu kafasına keyfine görelik insanın türsel tekliğini yok ederken özne de yok olup gitmektedir. Lat’a göre olan Menat’a göre ters olabilir hatta ters olması bir zorunluluktur çünkü Menat’ın bir anlamı yoksa varlığı da tartışmalı hale gelir. Menat’ın varlığı Uzza’nın da farklılığını gerektirecek ve gerçekte saçma sapan olan, aklın içine yerleşmiş olacaktır. O halde özne için hiçbir sınır, hiçbir ölçüt kalmamış demektir. Adamın eyleminin ölçütü/nedeni eylemin kendisi, yani eylemişliği olurken nedeni de zaten eyleyeceğidir. Bu keyfine/kafasına göreliğin arkasında korkunç bir determinizm durmakta, eylemin varlığının arkasına kendi hiçliğini saklamaktadır. Bilimsel/felsefi olan işte burada türsel tekliği sağlayacak olan düzenliliği ortaya koymalıdır, düzenlilik nedenler arasındaki bağı zorunlu hale getirecek ve tevhit ortaya çıkacaktır. Burada İslami olan ile felsefi olanın at başı gittikleri görülür çünkü bilime göre olan, kafasına/keyfine göre olamaz. Tam burada ilim/bilim ikilemi karşımıza çıkabilir; fakat Kuran okuma sessel/işitsel okumanın tamamen ötesinde olup bir anlam okuması şeklinde gerçekleşir. Kişinin anlam okuması kendi anı; yani kendi bilincinin bütünü olduğuna göre anlayıp anlamaması veya yanlış anlamış olması da sadece kendisinin eylemi, var ise eğer bir kendiliği ile mümkün olacaktır, yoksa Cahil Ömer’e karşı Müslim Ömer’in varlığı ‘ben benimdir’den öte hiç bir anlam taşımayacaktır. Ben benimdir’in olduğu yerde ‘herkes öyle’ zaten olduğu/olacağı için hidayet kavramı da açıklanamazlık içinde kaybolup gidecektir.
İşte bu yol alıştan sonra ‘ diri diri gömülen kız çocuklarına sorulduğunda hangi suçtan dolayı öldürüldükleri cümlesini Asr Suresine taşımak bir zorunluluk haline gelir. Toplumsalın/çağın içinde kaybolan insanın kendisi de dâhil sabrı tavsiye ettiği kadar hakkı tavsiye ediyor oluşu bir gerekliliktir artık. Bu sabrı ve hakkı tavsiye ediş ile insanın türsel tekliği garanti altına alındığında insanın var oluşundan bahsedebiliriz, yoksa insan global kapitalizmin kulu/kölesi olmaktan asla kurtulamayacaktır.