Tarih: 24.11.2016 10:39
NUH TÛFÂNI’NIN BÜYÜKLÜĞÜ
Tâğutların hüküm sürdüğü yâni “tuğyân” olan her-yerde aslında bir “tûfân” da var demektir ve orada hâli-hazırda “tandır” kaynamaktadır. Bu nedenle tuğyânın sonu hem Dünyâ’da hem de âhirette acı azaptır.
“Sonunda emrimiz geldiğinde ve tandır feverân ettiği zaman, dedik ki: ‘Her birinden ikişer çift (hayvan) ile aleyhlerinde söz geçmiş olanlar dışında, âileni ve îman edenleri ona yükle’. Zâten onunla birlikte çok azından başkası îman etmemişti” (Hûd 40).
Allah “Rahmân ve Rahim”dir. Fakat aynı-zamanda adâletlidir de ve âlemi bir “oyun ve oyalanma olsun diye” yaratmamıştır. Dünyâ bir imtihan alanıdır ve bu imtihanı onca yardıma ve rahmete rağmen veremeyenler, Dünyâ’da azâba çarptırılacakları gibi, âhirette de ebedî cehennemlik olurlar. Dünyâ’da Allah’ın gönderdiği peygamberlere, vahiylere, uyarıcılara ve “yakın belâlar”a aldırmayanlar, en sonunda “sünnetullah gereği” “büyük azâp”a yakalanırlar ve “son saat”ten sonra da âhirette işleri hiç de kolay olmaz. İşte Dünyâ’da İslâm’a aldırış etmeyen, uyarıları dinlemeyen ve de bu nedenle zulmü bayraklaştıranların, hem Kur’ân’ın çeşitli yerlerinde anlatılan, hem de çeşitli efsânelere konu olmuş olan bir azap/helâk-şekli vardır. Bu, “Nûh Tûfânı” olarak bilinen “suyla gelen bir azap” şeklidir.
Bu tûfân olayından çeşitli dersler almak yerine, genelde tûfânın büyüklüğü ve her-yeri kaplayıp-kaplamadığı tartışmaları yapılıp durulur. Birileri; “sâdece belirli bir bölgeyi yâni Nûh Kavmi’nin yaşadığı yeri kapsıyordu” derken, diğerleri ise; “hayır, tüm Dünyâ’yı kapsıyordu” derler. Bu konuda pozitif düşünceye sâhip olan modern bilimsel araştırmalar bile yapılır ve bâzı farklı sonuçlara varılır.
Aslında kıssanın anlattığı şey, tûfânın büyüklüğü ve kapsama alanı değildir. “1.000 seneden 50 yıl eksik” yâni 950 yıl boyunca bir peygamberin, toplumuna sürekli olarak çeşitli şekillerde tebliğde bulunarak onları İslâm’a dâvet etmesi, bu uğurda her yolu denemesi, fakat sonunda küçük bir azınlık dışında ona îman eden olmaması ve en sonunda da “sünnetullahın tezâhür etmesi” anlatılıyor. Yâni bir tebliğ ve dâvet yolunda olan karalılık, azim ve sebattır asıl konu. Anlatılan şey, dâvetin metodu, îman ve kararlılıktır. Yine; Allah’a olan güvendir. Zîrâ “karada” gemi yapılmaktadır. “Allah’a îman edip O’nun emrinin gereği olarak karada gemiyi yaparsanız, Allah suyu ayağınıza getirir” denmek isteniyor. Îmânın ve görevin hakkını vermekten bahsediyor kıssa. Bu konuda hakkı verilerek yapılmış tefsirler, kitaplar ve sohbetler vardır ve Hz. Nûh’un mücâhede ve mücâdelesi Kur’ân-merkezli olarak bu kaynaklardan öğrenilebilir. Bu tûfândan alınacak ana-ders herhâlde şudur: “Nûh tûfânı, alt-yapı eksikliğinden dolayı olmadı” ve “Îman ve güven varsa korkmayın, Allah sizinledir”.
Tâğutların hüküm sürdüğü yâni “tuğyân” olan her-yerde aslında bir “tûfân” da var demektir ve orada hâli-hazırda “tandır” kaynamaktadır. Bu nedenle tuğyânın sonu hem Dünyâ’da hem de âhirette acı azaptır.
Peki bu tûfânın büyüklüğü nedir?. Tüm Dünyâ’yı mı yoka sâdece Hz. Nûh’un kavminin yaşadığı belirli bir bölgeyi mi kapsamıştır?. Bu yazıda bunu tartışmak istiyoruz..
“(Gemi) Onlarla dağlar gibi dalga(lar) içinde yüzüyorken Nûh, bir kenara çekilmiş olan oğluna seslendi: ‘Ey oğlum, bizimle birlikte bin ve kâfirlerle birlikte olma’. (Oğlu) Dedi ki: ‘Ben bir dağa sığınacağım, o beni sudan korur’. Dedi ki: ‘Bugün Allah’ın emrinden, esirgeyen olan (Allah)dan başka bir koruyucu yoktur’. Ve ikisinin arasına dalga girdi, böylece o da boğulanlardan oldu. Denildi ki: ‘Ey yer, suyunu yut ve ey gök, sen de tut’. Su çekildi, iş bitiriliverdi, (gemi de) Cudi (dağı) üstünde durdu ve zâlimler topluluğuna da: ‘Uzak olsunlar’ denildi” (Hûd 42-44).
Tandırın kaynamasıyla yâni suların yerden ve gökten çağlamasıyla oluşan taşma, âyetin söylediği gibi; gemi dalgalar hâlinde yol aldığına göre a-normâl bir su-taşmasıdır. Hattâ Hz. Nûh, ona îman etmeyip gemiye binmeyen oğluna “gel gemiye bin” dediğinde, oğlu; “yok, ben bir dağa sığınacağım, o beni sudan korur” diyor ama o anda su onu içine alıyor. Çünkü suyun şiddeti ve yüksekliği öylesine çoktur ki, Hz. Nûh; “Bugün Allah’ın emrinden, esirgeyen olan (Allah)dan başka bir koruyucu yoktur” diyor. Demek ki Hz. Nûh’un oğlu dağa çıksa bile kurtulamayacaktı, çünkü sular dağlar boyunca yükselmişti-yükselmekteydi. Dağlar seviyesinde yükselen suyun, sâdece Nûh Kavmi’nin yaşadığı bölgede olduğunu düşünmek çok akıllıca değildir. Sular dağlar gibi yükselmiştir. “Allah’tan başka koruyucunun olmadığı” da söylendiğine göre, sığınılacak kuru-kara bir yer kalmamıştır. Hattâ gemi günlerce yol almasına rağmen -rivâyetlere söylendiği gibi- ancak 40 gün sonra demir atabileceği bir yer bulduğuna göre, su çok-çok yüksektir ve tüm Dünyâ’yı kuşatmıştır. Suyun, “sâdece yüksek dağların zirvelerinin açıkta kalacak kadar” yükselmesi, tûfânın tüm Dünyâ’yı kapladığının bir delîlidir. Zâten gemi de bir dağın üstüne oturmuştur. Âyetten, geminin, dağın yüksekçe bir yerine konmuş olduğunu anlıyoruz. Hattâ bu, “su çekildikten sonra” olmuştur. Yâni “sular çekildikten sonra” dağ belirmiş ve gemi oraya konabilmiştir. “Cudi” “dağ” demektir:
“Bir de: ‘Ey yer, suyunu yut ve ey gök, sende açıl!’ denildi ; su çekildi, iş bitirildi, gemi Cudi üzerinde durdu ve bu zâlim topluluğa: ‘defolun!’ denilmişti” (Hûd 44).
“Nûh ‘Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden yurt edinen hiç kimseyi bırakma’ dedi. ‘Çünkü Sen onları bırakacak olursan, Senin kullarını şaşırtıp-saptırırlar ve onlar, kötülükte sınırı aşan (fâcir’den) kâfirden başkasını doğurmazlar” (Nûh 26-27).
Hz. Nûh’un, “yeryüzünde kâfirlerden birini bile bırakma” diye bedduâ etmesi ve sonraki yaşananlardan o bedduânın tuttuğunu anlayabiliriz. Çünkü Hz. Nûh bu bedduâyı, olayın çok-çok büyük, olağan-üstü durum ve tüm yeryüzünü kapsayan bir olay olduğunu anladığından etmiştir. Kâfirlerden birinin bile bırakılmaması, gemidekiler hâricindeki tüm insanların ölmesi anlamına geliyor. Çünkü Hz. Nûh; “kavmimdeki kâfirlerden birini bile bırakma” demiyor; “yeryüzünde kâfirlerden birini bile bırakma” diyor. “Çünkü kâfirler yine kâfirler doğurup çoğalırlar ve böylece yeryüzü yeniden ifsâd olur” diyor. Buradan; tûfândan sonra yeryüzünden hiç kâfir kalmayacağını anlıyoruz, çünkü gemide hiç kâfir yoktur. Dolayısı ile tûfân ile birlikte yeryüzünde kâfir kalmamış ve bir gemi-dolusu mü’min kalmıştır sâdece.
Tûfânın tüm yeryüzünü kapsadığını düşünmemizin bir nedeni de; îman etmeyen ve azap hak olmuş kavimlerden sünnetullah gereği olarak sâdece mü’minlerin kurtarılması, “peygamberlerin ve onlara îman etmiş olanların, azâba uğratılacak o kavimden ve bölgeden çıkarılıp kurtarılması” durumu vardır ki, bu kurtuluş, onların o bölgeden ayrılmaları ile oluyor. Kur’ân boyunca bu ayrılma, oradan yürüyerek yada “at-eşek-develerle ayrılmak” şeklinde olmuştur. Meselâ Hz. İbrâhim ateşten ve kâfir kavimden, “oradan ayrılarak” uzaklaşmıştır:
“Dediler ki: “Onun için (yüksekçe) bir binâ inşâ edin de onu çılgınca yanan ateşin içine atın”. Böylelikle ona bir tuzak hazırlamak istediler. Oysa biz, onları alçaltılmışlar kıldık. (İbrâhim) Dedi ki: “Şüphesiz ben, Rabbime gidiciyim; O, beni hidâyete erdirecektir” (Sâffât 97-99).
Tabi bu-arada şunu da söyleyelim ki; “Hz. İbrâhim’in ateşte yanmaması, oradan ayrılması” demektir. Kavminden ve o yerden ayrılınca “ateş yakmamış” oluyor. (Allâh-u âlem).
Yine; Hz. Lût da aynı şekilde kurtarılmıştır:
“(Elçiler) dediler ki: ‘Ey Lût, biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana kesin olarak ulaşamazlar. Gecenin bir parçasında âilenle birlikte yürü (yola çık). Sakın, hiç-biriniz dönüp arkasına bakmasın; fakat karın başka. Çünkü onlara isâbet edecek olan (azap), ona da isâbet edecektir. Onlara vaâdolunan (azab) sabah vaktidir. Sabah yakın değil mi?. Böylece emrimiz geldiği zaman, üstünü altına çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık” (Hûd 81-82).
İşte Hz. Lût da, sabah erkenden kavminden ve o bölgeden ayrılarak o acı azaptan kurtulmuştur. Fakat Hz. Nûh’a gelince iş değişmiş, ona; “bırak o kavmi, sana inananlarla birlikte ayrıl o bölgeden de şuraya git” gibi bir şey denmemiştir. Zîrâ gelecek azap tüm Dünyâ’yı kapsayacaktır ve bu nedenle gidilecek bir yer yoktur. Yürüyerek ve bineklerle gidilebilecek kuru-kara bir yer olmayacaktır. Dolayısı ile Allah o’na azaptan önce hem “imtihan” için hem de “kurtuluş” için bir gemi yapmasını söyler ve azap sırasında da gemiye binmesini ister. Çünkü başka alternatif yoktur. Yürüyerek yada bineklerle gidiverecek bir yer yoktur, olmayacaktır. Sular gökten ve yerden fışkırmış ve tüm yeryüzü sular altında kalmıştır. Ancak “gemiyle kurtuluş” söz-konusudur. Meselâ şimdi de bir peygamber olsa ve benzer bir azap gelecek olsa, herhâlde bir gemiye yada hava-taşıtına binerek kurtulmamızı emrederdi Allah. “Gemi”den başka bir seçeneğin olmaması, yeryüzünde, “uzaklaşılıp gidilecek kuru bir yerin olmaması” anlamına gelir.
Yine tûfânın tüm yeryüzünü kapsadığının delillerinden birisi de, Dünyâ’da tüm toplumların bir tûfân hikayesi olmasıdır. Gılgamış Destânı gibi: “Yerin dibindeki suyun kaynağını görenin öyküsünü dinle, yurdum” diye başlar destan. Tüm toplumlarda böyle bir tûfân hikâyesinin olmasının nedeni, tüm insanların, o gemidekilerin soyları olmasıdır. Tabi, tûfânın sâdece belirli bir bölgede olması ve gemiyle birlikte kurtulanlardan, geminin oturduğu bölgeden zamanla Dünyâ’ya yayılan insanların böyle bir bilgiye-destâna sâhip olarak Dünyâ’nın çeşitli yerlerine dağılmış olmaları da söz-konusudur.
Tuğyân ayyuka çıktığında, azap kaçınılmazdır. Azap, tuğyânın ve tebliğ-dâvetin şiddeti oranında olur. Günümüzde tuğyânın bu kadar yaygınlaşmasına rağmen bir azâbın meydana gelmemesinin nedeni, tebliğci ve dâvetçilerin olmaması yada yeterli oranda tebliğ ve dâvetin yapılmamasıdır. Yeterli tebliğ ve dâvet yapıldığında, ya insanlar o dâveti kabûl edip tuğyândan-şirkten vazgeçip İslâm’a dönecekler, yada günümüze-has bir azapla Dünyâ’ya yeniden “yeni bir format” atılacaktır.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
İKTİBAS DERGİSİ KAYNAK
Orjinal Habere Git
— HABER SONU —