Tarih: 21.02.2017 09:53

NE MESİH NE MEHDİ AZGIN BİR SAMİRİ: FETULLAH GÜLEN

Facebook Twitter Linked-in

 Bir bedende “iki ruh” taşır gibi, adeta 3.000 yıl öncesinden “kopup” gelen ve “ete kemiğe bürünüp” FETULLAH GÜLEN diye “görünen” çağımızın “AZGIN SAMİRİ”si
İzzet AKÇAY
Kavmini, uğradığı onca eziyet ve atlattığı sayısız badireden sonra NİL’in “öteki” yakasına ulaştıran Hz. MUSA, Rabbinden “yeni” mesajlar almak üzere heyecanla TUR’a tırmanırken, halkının bundan sonraki yaşamını “artık” özgür ve güvenli bir beldede sürdüreceğinin sevinciyle, adeta uçuyordu. Onları “zulmün” derin bataklığından “çekip” almış ve kötü günler bir daha gelmemek üzere “geride” kalmıştı.
Bu arada, kardeşi Hz. HARUN’u yerine “vekil” tayin etmiş ve: “Seni, yerimi almak üzere, halkımın arasında halifem olarak bırakıyorum. Onların arasında dürüstlükle hükmet ve fesada kalkışanların yolundan gitme!” diyerek de, bilhassa uyarmıştı. (ARAF- 142)
Tur’a vardığında ALLAH: “Kavmini böyle geride bir başına bırakacak kadar seni aceleci kılan nedir ey Musa?” dedi. (TAHA- 83)
MUSA: “Ben SENİ hoşnut etmek için Ey Rabbim, SANA varmakta tezlik gösterirken, onlar benim izimden yürümeye devam ediyorlar.” dedi. (TAHA- 84)
ALLAH: “Öyleyse şunu iyi bilki, kavmin senin yokluğunda sınandı ve SAMİRİ onları YOLDAN ÇIKARTTI.” dedi.  (TAHA- 85)
Duyduklarıyla bir anda büyük bir şok yaşayan Hz.MUSA’nın, o ana kadar  bütün benliğini sarıp sarmalayan  ve mübarek yüzüne akseden o güller saçan “sevinci”, bir anda yerini tarifi imkansız bir “üzüntüye” bırakmış ve adeta sırtından hançer yemiş gibi, her tarafını derin bir “acı” kaplamıştı.
Yeryüzünün o güne dek gördüğü en “gaddar” ve “zalim” DİKTATÖRÜ olan FİRAVUN’un tuzaklarını boşa çıkarmış, onun “koltuk değneği” ve “şirk dininin” baş mimarı HAMAN’ı yenilgiye uğratmıştı ama; böylesine “İÇERİDEN” gelebilecek kalleşçe bir “İHANETİ” hiç hesaba katmamış gibiydi. Hayal kırıklığının verdiği öfke ve hüzün karışımı duygularla, artık bir an önce kavmine dönmekten başka bir şey düşünemiyordu.
Anlaşılan, bir FİRAVUN AJANI gibi daha MISIR’dan çıkarken İsrailoğulları’nın arasına “SIZARAK” karışan ve  Hz. MUSA’nın Tevhid Mücadelesini “içeriden” çökertmeyi kendisine “HİZMET” belleyen takiyyenin “ustası” PUTÇU SAMİRİ, (1) O’nun kısa süreliğine kavmini geride bırakıp aralarından ayrılmasını  hemen bir FIRSATA çevirmiş ve “davası” yeryüzünden putçuluğu söküp atmak olan bir Peygamber’in halkına yapılabilecek en büyük “kötülüğü” yaparak, onları çok kısa bir sürede “put-perest” bir kavme dönüştürmüştü.
Samiri’nin yaptığı, tam  anlamıyla gerçek bir “DARBE TEŞEBBÜSÜ”  idi.
Tabii bu arada Hz. HARUN’un, nasıl hayatını tehlikeye atacak kadar olağan üstü bir çaba ile bu kalleşçe “kalkışmayı” engellemeye çalıştığını da, buradan belirtmeden geçemeyiz: (2)                                                                                              
Üstelik, Harun onlara: “Ey kavmim!“ demişti. “Bu puta tapmaya razı olmakla, çok kötü bir şekilde tongaya getiriliyorsunuz. Unutmayın; sizin Rabbiniz, O Sınırsız Rahmet Sahibi Olan  Allah’tır. Öyleyse gelin BANA UYUN ve EMRİME İTAAT EDİN!”
Ama onlar, “Asla!” dediler : “Musa bize dönüp gelinceye kadar bu puta tapınmaktan hiç bir şekilde vaz geçmeyeceğiz.” (TAHA- 90, 91)
Peki ama, o güne dek sözde “tevhid ehli” gibi görünen ve Peygamber’lerinin peşi sıra ta buralara kadar gelip bin bir zahmetle “hicret” eden bu insanlar, nasıl olmuştu da bu kadar kolay bir şekilde ve böylesine sorgusuz/sualsiz SAMİRİ’nin tuz/ağına düşmüşlerdi dersiniz? Bunun görünen iki sebebi vardır:
Birisi, bizzat Samiri’nin kendisinden kaynaklanan o akıl almaz “YALAN”larıyla ortaya koyduğu ve özde PEYGAMBER İSTİSMARI’ndan başka bir dayanağı olmayan meşhur HİPNOZ’udur.
Diğeri ise, Kur’an’ın müthiş bir sosyo-psikolojik “analiz” yöntemiyle, çok “yalın” bir şekilde ifade ettiği, bizzat İsrailoğulları’ndan kaynaklanan kayda değer davranış bozukluklarıdır:
“Sonunda, İsrailoğulları’nı NİL’den geçirip, karşıya ulaştırdık. Derken bir takım PUTLARA TAPINIP DURAN bir kavme rastladılar. “Ey Musa! Bize de bunların taptığı tanrılar gibi PUTLAR yapsana!” diye yalvardılar. Musa onlara: “Gerçekten de sizler eğri nedir, doğru nedir bilmeyen (çok sapkın) bir güruhsunuz.” dedi.” (ARAF-138)
Demek ki, o güne dek “şahit” oldukları sayısız “MUCİZE” ve NİL’in önlerinde dev dalgalar halinde ikiye yarılarak “YOL” vermesi bile İsrailoğulları’nı hiç “etkilememiş”;  üstelik, aynı zaman dilimi içerisinde iki Peygamber’e birden “SAHABE” olmak gibi bir ayrıcalık dahi kendilerine bir “değer” katmamış gibidir.
Ya da, akıl almaz işkencelerle hayatlarını birer “zindana” çeviren Mısır’daki “EFENDİLERİNİN” hayat tarzlarına olan aşırı “HAYRANLIK”ları, belki de İsrailoğulları’nı  iflah olmaz bir “aşağılık kompleksine” mahkum etmiş ve tıpkı “yakalarını” bir türlü bırakmayan kalıcı bir “tasma” gibi, onları karşılaştıkları her PUTUN peşinden “koşuşturan” şuursuz birer “sürüye” dönüştürmüş olmalıdır. (3)
İşte, İsrailoğulları’nın bir türlü yerli yerine oturmayan bu “zayıf ve kaypak” imanlarıdır ki, belki de “putçu” Samiri’yi, tam da gökten aradığını yerden bulan “mal bulmuş bir mağribi” misali hayli “cesaretlendirmiş” ve uygun “zaman”ını kollayıp gözettiği o gün, “HAREKETE” geçmesinde önemli bir “rol” oynamıştır. (4)
“Samiri, halktan topladığı (HİMMETLERDEN İBARET) altın ve mücevherlerle, BÖĞÜREN BİR BUZAĞI HEYKELİ yapıp  önlerine koydu. Sonra da, (yandaşlarının da desteğiyle): “İşte, sizin de Musa’nın da tanrısı budur. Ne varki, Musa geçmişini unuttu.” diyerek,  onları o puta tapmaya ikna etti(ler)”.     (TAHA-  88)                                                                        
Öte yandan, kavminin bu inanılmaz “dönekliğini” haber alır almaz, hemen “obasına” dönen Hz. Musa, büyük bir öfkeyle : “Ey kavmim!” dedi. “Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmamış mıydı? Yoksa, bu sözün gerçekleşmesi size çok mu uzak göründü? Yahut, Rabbinizden bir gazabın üstünüze inmesini mi istediniz de,  bana verdiğiniz sözden döndünüz böyle?” diyerek, bir güzel fırçaladı. (TAHA – 86) 
Sonra da, onları “emanet”ine bıraktığı kardeşi Hz. Harun’un üzerine yürüdü:
“Ey Harun! Bunların yoldan çıktığını gördüğün halde, engel olmaya seni alıkoyan sebeb neydi?” dedi. (TAHA – 92)  
HARUN : “Ey anamın oğlu!” dedi. “Saçımı sakalımı çekiştirip durma böyle. Gerçek şu ki, ben senin “bak işte, yokluğumda kavmimin arasına ayrılık soktun, sözüme riayet etmedin” demenden çekindim.” (TAHA – 94)
“Hem halk, beni güçsüz ve zayıf gördüğü için, NEREDEYSE ÖLDÜRECEKLERDİ. Bunun için, acımla düşmanlarımı  sevindirip beni zalimler topluluğuyla aynı kefeye koyma!” dedi. (ARAF – 150)
Bunun üzerine öfkesi biraz yatışan Hz. Musa, hemen kardeşi ve kendisi adına Allah’tan af dileyip pişmanlığını dile getirdi. (ARAF – 151)
Derken, sanki yaptıklarından hiç bir pişmanlık duymamış gibi, hala ortalıkta pişkin pişkin dikilip duran PUTÇU SAMİRİ’nin yakasına yapıştı:
“Peki ya senin derdin neydi bu İHANETİNİ ortaya koyarken ey Samiri?” diye sordu. (TAHA – 95) 
İŞTE BUNDAN SONRASI, DANANIN KUYRUĞUNUN KOPTUĞU YERDİR:
Zira, Samiri’nin Hz. Musa’ya verdiği “cevap”, bir yandan şimdiye kadar “gelmiş” ve bundan sonra “gelecek” ne kadar mehdi ve mesih bozuntusu “DİN TÜCCARI” sahtekar  varsa, hepsinin “ipliğini” pazara çıkarırken; diğer yandan da hile ve desiselerinin nasıl aynı “ortak payda”da buluştuğunu gösteren çok ama çok önemli bir “ayrıntı”yı açığa çıkarmaktadır:  PEYGAMBER’LE ALDATMAK!
SAMİRİ: ”Ben, onların göremediği bir şeyi G Ö R D Ü M ve  PEYGAMBER’den geriye kalan (öğretiler)’den bir şeyler KOPARTIP, put(çu söylemlerimin) içerisine K/ATTIM. Esasen, bunu yapmak nefsime de (çok) hoş göründü.” dedi. (TAHA- 96) (5)
Görüldüğü üzere, “kerameti kendinden menkul” bir “iddia” ile ortaya atılarak sahneye çıkan Samiri, “tezini” daha “inandırıcı” kılabilmek için bulduğu “uyduruk” rivayetlerden de “destek” alarak, önce büyük bir “algı” operasyonuna girişmiştir. Bu, öylesine “etkileyici” bir algı operasyonu olsa gerektir ki, dönüp dolaşıp kendisini bile etkilemiş ve bundan büyük bir “haz” duymasına yol açmıştır. Bu durum, aslında nasıl  “mazoşist” bir karakterle karşı karşıya olduğumuzun ip uçlarını vermesi açısından da ayrıca büyük bir önem arzetmektedir.                                                              
Kısacası, Samiri kimsenin göremeyeceği bir şeyi “GÖRDÜĞÜ” iddiasıyla yola çıkarken, esasen ilk önce kendisini orada bulunanlara “pazarlamakla” işe başlamış, sonra da kendi imalatı olan “putunun” kabul görebilmesi için, onların gözünde (sanki) kendisinde “olağan üstü” haller varmış gibi bir “imaj” da oluşturarak, “hipnozunun” temellerini atmıştır. Arkasından gelen cümleden de anlaşılacağı gibi, burada “görmekten”  kasdettiği “şeyin” Elçi/Peygamber olduğu kesindir. Yani, ayetin tamamını göz önüne aldığımızda, burada Samiri’nin açık bir ifade ile: “Ben, kimselerin (şu anda) göremediği Elçi’yi “GÖRDÜM” iddiasıyla ilk hamlesini gerçekleştirdiği, arkasından da Elçi’ye isnad ettiği inanılmaz derecede “uyduruk” hikaye ve rivayetlerle orada bulunanların kafalarını iyice karıştırdığı anlaşılmaktadır.
Burada sorulması gereken asıl soru şudur: Hangi “Elçi”? Ya da kimdir bu “Elçi”? Bu, Hz. Harun olabilir mi?  Hayır, çünkü Hz. Harun zaten o an olay vuku bulurken, yanlarında idi. Öyleyse, Samiri’nin “gördüm” dediği “Elçi”, orada bulunmayan, o an oradakiler için “gayb” olan bir “Elçi” olmalıdır. Bazı yorumlarda, bu “Elçi”nin Hz. Cebrail olduğuna dair bir kısım iddialar da yok değil ama, ilgili ayetin tamamı ve Kur’an’ın genel mantığı da göz önüne alındığında (6)  Samiri’nin kasdettiği “Elçi”nin, esasen bu olaylar cereyan ederken halen TUR’da bulunan ve dolayısıyla oradakiler için “görülmez” olan Hz. Musa’dan başkası olmadığı kesindir.
Peki ama, Samiri bunu söylerken acaba Hz Musa’yı nasıl bir şekilde “gördüğünü” iddia etmiş olmalıdır dersiniz? Tabii ki “RÜYASINDA”. (7) İşte burada, ayetin tamamını göz önüne alarak okuduğumuzda, karşımıza çıkan gerçek manzara şudur: İşin aslı, Samiri, “gördüğü”nü iddia ettiği Hz. Musa RÜYALARI “yalanı”ile bir taraftan putçu eylemini güzelce allayıp-pullarken; diğer yandan da, yaptıklarına “meşruiyet” kazandırabilmek adına Hz. Musa’nın “arkasından”, (4) O‘na atfen “UYDURDUĞU” bir takım “hadis” ve “söylem”lerle putçu eyleminin hamurunu iyice “mayalayıp” yoğurmuş ve büyük ihtimalle, salya-sümük ağlama seansları eşliğindeki sihirli/etkin  “VAAZLARI”yla, zaten akılları hala Mısır’da kalan ve putçuluğa meyyal bir “inanca” sahip olduklarını her defasında ortaya koyan (8) İsrailoğulları’nı kolayca “HİPNOZUNUN” etkisine alarak, yoldan çıkmalarını sağlamıştır. Acaba yanılıyor muyuz?
Ama o da ne? Bütün bunlar, bize hiç de “yabancısı” olmadığımız çok “TANIDIK” birilerini  hatırlatmıyor mu sizce de? Hani şu bir yandan Firavun, Karun, Münafık, Nemrud gibi ne kadar “OLUMSUZ” sıfat varsa, hepsini “ONA” buna bol keseden “ünvan” niyetine dağıtırken, diğer taraftan SAMİRİ gibi “Putçu” bir  “TAKİYYECİ”yi özen ve ihtimamla “kendisine” saklayarak, bir de utanmadan MUSA rolü “oynayan” BİRİLERİNİ? Tam tahmin ettiğiniz gibi…
Ta kendisi!!! Boşu boşuna dememişler: “Bozacının şahidi şıracı”! diye…
Evet, evet! Bir bedende “iki ruh” taşır gibi, adeta 3.000 yıl öncesinden “kopup” gelen ve “ete kemiğe bürünüp” FETULLAH GÜLEN diye“görünen” çağımızın “AZGIN SAMİRİ”sinden söz ediyoruz!!!
Samiri! Ah Samiri!
Kuzu postunda “sakladığın” o vahşi karakterinin, takiyye maskesiyle “gizlediğin” o korkunç şirkinin; vel hasıl, insanı hayrete düşüren o insafsız “ihanetinin” gözlerimizi açıp derin uykularımızdan “uyandırması” için, illa ki bu günleri mi beklemeliydik? Sen, o gün kimselerin göremediğini “GÖRDÜĞÜNÜ” iddia ederek yola çıkarken, acaba hangi ateşin “fitilini” tutuşturdun da, bugün bile o “meşaleyi” taşıyan “birileri” hala aynı argümanlarla “alıcı” bulabilmektedir böyle? Yoksa, ortalıklarda “görünüp” de bizim “Azgın Samiri”mizin kulağına bu tür “hezeyanları” üfleyen Zat-ı Şahaneleri, sakın SEN olmayasın ey SAMİRİ?                                                                                                                                    
İşte, Şeytana bile pabucunu “ters” giydirebilecek kadar ZEKİ olduğundan kuşku bulunmayan Fetullah Gülen’in, İblis’in “tüylerinden” harmanlayarak “derlediği” ve kırk yılda “örmeyi” başardığı o meşhur HIRKASININ “hikayesi” de, tam buradan başlıyor esasen:  PEYGAMBER’LE ALDATARAK!!!
İşin aslı, son bin yıllık tarihimizin eşi ve benzerine asla şahit olamadığı bir “SAPKINLIĞIN” baş mimarlığını yapan Fetullah Gülen’in, ortaya koyduğu “PEYGAMBER İSTİSMARI” öylesine “ileri” bir boyuttadır ki, Kur’an’ın bize anlattığı Samiri, değil bunun eline su dökmek, ayağının “topuğu” dahi olamaz!
Zira, “ihanet ve istismar”da SAMİRİ’ye “rahmet” okutacak kadar “sapkın” bir ahlaka sahip olan çağımızın bu “AZGIN” Samiri’si, bir yandan PEYGAMBER’i  mezarından çıkartıp KAMYON KASALARINDA “gezdirmekle”, diğer yandan şarkılı-türkülü EĞLENCE OLİMPİYATLARINA “konuk” edip, istediği zaman ayağına “getirtmekle”, zaten Samiri’nin “pabucunu” çoktan dama “attığını” cümle aleme ispatlamıştır.
Hatta, Peygamber’i putçu düşüncesinin ana harcı yapıp insanları “HİPNOZ”lamanın PİRİ sayılan Samiri,  eğer bugün Fetullah Gülen’i “GÖREBİLME” şansına sahip olsaydı; yeminler olsun ki, “küçük” dilini yutar ve bir daha asla tarih sahnesine çıkmamak üzere, arkasına bakmadan kaçardı! (9)
İşte, takiyye’den “din”, yalandan “imparatorluk”, kalleşlikten “karakter” çıkaran çağımızın bu AZGIN SAMİRİ’sinin, daha kırk yıl öncesinden yola çıkarken: “SIZA SIZA YOL OLUR, AKAR BİR GÜN GÖL OLUR” (10) sloganıyla bugün “hinterlandını” ta okyanuslar ötesine kadar genişletme başarısını gösterebilmiş ise eğer, bunun altında yatan asıl “itici güç” ve ana “sermayesinin” aslında akla hayale gelmeyen o “uyduruk” PEYGAMBER RÜYALARI ve ortaya koyduğu o “sapkın” PEYGAMBER TASAVVURUNDAN başka bir şey olmadığını, şimdi çok daha iyi anlamış bulunmaktayız…
Daha ne diyelim, insandan hiç bir “eser” taşımayan o iğrenç ve çirkin YÜZÜNDEKİ “maskeleri” bir bir düşerken dahi, tıpkı “sinsi” bir TİMSAH’ı andıran o melanetli “bakışlarıyla” hala yeni oyunların peşinden “düşler” kuran, Peygamber ve Cebrail “düşmanı” (11)  çağımızın “AZGIN” SAMİRİ’sinden söz ediyoruz:
“Ve işte böylece biz, hem insanlar, hem de cinler içerisinden ZİHİN ÇELMEYİ AMAÇLAYAN VE YALDIZLI PARLAK UYDURMALARI bir birine FISILDAYAN şeytani kişilikleri, HER PEYGAMBER’E düşman kıldık. Ama, Rabbin dilemedikçe, onlar bunu asla yapamazlardı. O halde, onlardan ve onların o mesnedsiz HAYALLERİNDEN uzak durun!” (EN’AM- 112)
Evet, kimselerin “görebilme” ayrıcalığına sahip ol(a)madığı SON NEBİ’yi, bazen yüz yüze, bazen de rüyalar yolu ile  sürekli ve ısrarla “GÖRDÜĞÜNÜ” iddia ederek, “Samiri”likte çıtayı çok daha üst seviyelere taşıyan günümüzün bu AZGIN SAMİRİ’sinin insanları nasıl gerçek hayattan kopartıp, RÜYALARLA AMEL EDEN “uyur-gezer” birer “yaratık” haline getirdiğinin hal-i pür melali:
“İnsanlardan öylesi vardır ki, bu dünya hayatı ile ilgili söyledikleri, senin hoşuna gider. Dahası, kalbinde gizlediği YALANLARINA ALLAH’I ŞAHİT TUTAR. Üstelik, tartışmada da son derece USTADIR. Ancak, fırsatı eline geçirir geçirmez, hemen yeryüzünde FESAT ÇIKARMAYA ve insanların BİRİKİMLERİNİ İÇ EDİP, NESİLLERİNİ  YOK ETMEYE BAŞLAR. Ama, şunu iyi bilin ki; Allah, fesadı  asla hoş karşılamaz!” (BAKARA- 204, 205)
Bu arada hazır yeri gelmişken, Çağdaş Samiri’miz Fetullah GÜLEN’in Peygamber’e olan düşmanlığının yanında, ayrıca nasıl “azılı” bir “KUR’AN DÜŞMANI” olduğunu da gösteren diğer sapkınlıklarına bir göz atmaya ne dersiniz?
Aslında, hayatı boyunca her türlü “ihanetin” önünde, yanında ve arkasında yer almış olmasına rağmen,   RÜTBESİ ve MAKAMI ne olursa olsun, böylesine geniş bir kalabalığı neredeyse hiç “fire” vermeden istediği gibi SEVK VE İDARE edebilmesinin altında yatan “neden”lerden birisi de, işte Peygamber “istismarı” nın yanında, ayrıca ortaya koyduğu Kur’an “düşmanlığı”dır ki, esasen başlı başına başka bir yazıya konu olacak kadar “önemlidir”. (12)
Öyle ki, ortaya koyduğu “HİZMET” adındaki Putçu “HAREKETİ”nin bekası için yapmadık “İHANET” bırakmayan  bu AZGIN SAMİRİ, Kur’an’ın “yasakladığı” ne kadar iğrenç ve çirkin “eylem” varsa, hepsini “meşru” hale getirmiş ve “tevhid ehli” bir toplumdan, kendisine “ölümüne” inanıp itaat eden bir  “put-perest” topluluk çıkarmayı başarmıştır.
Çünkü, bir yandan tamamı “hipnoz”lardan ibaret olan “vaaz”larıyla, tıpkı SAMİRİ’nin BUZAĞISI gibi, “bağıra/böğüre” salya/sümük ağlama numaraları “çekerken”; diğer yandan akıllarını başlarından alarak birer robota çevirdiği o geniş yığınların ruhlarına ve bedenlerine öylesine “nüfuz” etmiştir ki, artık onun hergün “ALLAH’LA KONUŞUP, PEYGAMBER’LE GÖRÜŞTÜĞÜ” yönündeki “hezeyanlarını”  dahi tartıya vurabilecekleri bir “TERAZİLERİ” kalmamıştır ve iflahları da mümkün görünmemektedir:
“(…)Zira, ALLAH’IN VAHYİNİ reddetmeleri yüzünden, onların kalpleri ve gönülleri BUZAĞI SEVGİSİ/HİZMET AŞKIYLA dolup taşmıştır artık.” (BAKARA- 93) 
Şimdi, konuyu bitirmeden önce, sıra geldi en son ve can alıcı soruya:
İsrailoğulları’nın o “kaypak” ve “oynak” imanlarından aldığı “cesaretle”, putunu yapıp “başarıyla” ortaya koyan Samiri hadisesinde olduğu gibi, acaba bizler, Türkiye Müslümanları olarak, çağımızın Azgın Samiri’sine nasıl bir “FIRSAT” kapısı araladık da, ona bu denli “umut” ve “cesaret” kaynağı haline gelip “İHANETİ”ne giden yolu açtık böyle?                                      
NEDENİ ASLINDA BELLİ AMA, ÜZERİNE ALINAN YOK!
Bizler, ümmet ve millet olarak, Allah’ın tüm insanlık için “çağlar üstü”bir REHBER olarak gönderdiği Kerim Kitabı’na, ne zaman ki asırlardır “eskilerin masallarını” anlatan bir “HİKAYE KİTABİ” muamelesi yapıp; anlatılan  “kıssaların” sadece ve sadece ”geçmiş kavimleri” ilgilendirdiği yönündeki “yamuk” bakışlarımız ve dahi “çarpık” inancımızla, Ona ve Ayetlerine gereken “ehemmiyeti” vermekten uzak kaldık, işte böyle bir “musibete” kapı aralayarak bugünlerin yolunu açmak bir yana, aynı zamanda o ihanetin suç ortağı da olduk!
Yanisi şudur ki, bizler Samiri’yi sadece İsrailoğulları’nı ilgilendiren bir “mesele” olarak değil de Allah’ın Elçilerinin izinden sapan her kavmin önünde pusuya yatan takiyyeci bir “HAİN” olarak  okusaydık eğer, bugün yaşadığımız şu korkunç “felakete” bu denli aciz ve hazırlıksız yakalanmaz ve böylesine “derin” bir uçuruma bu kadar “kötü” bir şekilde savrulmazdık herhalde! Ne dersiniz? Ba’de harab-il Basra!!!
Esasen, Kur’an Şairi’nin anlatmak istediği de tam bu “yaraya” parmak basacak cinsten değil mi ya?
İnmemiştir hele KUR’AN, bunu hakkıyla bilin:                                                                                                     
 Ne MEZARLIKTA OKUNMAK, ne de FAL BAKMAK için!  
İbret olmaz bize, her gün OKURUZ EZBER DE!                                                                                              
Yoksa, bir MAKSAT aranmaz mı bu AYETLERDE?
Ya açar NAZM-I CELİL’in, bakarız yaprağına;                                                                                               Yahud ÜFLER GEÇERİZ bir ölünün toprağına…
Çünkü biz bilmiyoruz dini, evet bilseydik;                                                                                                             Çare yok, gösteremezdik bu kadar sersemlik! (13)
SÖZÜN ÖZÜ :
Son olarak, Samiri ile Fetullah Gülen’in bir birlerinin “kopyası” olan ortak paydalarını bir kez daha özetlemek gerekirse:
1- Her ikisi de, zamanlarının FİRAVUN DEVLETLERİNE “hizmet” etmek üzere, “özel olarak” yetiştirilmiş ve bulundukları toplumların içerisine “takiyye” maskesiyle gizlenerek “sızdırılmış” birer işbirlikçi HAİNDİR.      
2- Her ikisi de, bir taraftan “Peygamber İstismarından” nemalanırken, diğer yandan Peygamber’i putçu eylemlerine  “ALET” etmekten haya etmeyecek kadar ARSIZDIR.
3- Her ikisi de, “Peygamber Rüyaları” yalanıyla insanları “HİPNOZ”lamıştır.
4- Her ikisi de, Peygamber’in “mesajını” çarpıtarak, anlamlarından kopartarak ve O’nun adına “sözler” UYDURARAK putuna “meşruiyet” kazandırma yolunu seçmiştir.
5- Her ikisi de, kendi elleriyle yaptıkları putlarına “aşık” olacak kadar, yaptıkları işten acayip “zevk” almıştır. Öyleki, putlarına “duydukları sevdadan” dolayı evlenmeye(!) dahi fırsat bulamamışlardır.              
6- Her ikisi de, putçu “hareketlerini” halktan topladıkları HİMMETLERLE başlatarak sonuca varmışlardır.
7- Her ikisi de, sonuç itibariyle başarısızlığa mahkum olmuş birer “DARBECİ”dir.
8- Her ne kadar, Samiri  “Buzağı”sını, Fetullah Gülen ise “Hizmet”ini “PUT” edinerek hareketlerini başlatmış olsalar da, ortaya çıkış ve işleyiş biçimleri açısından bakıldığında, söylemlerinde hiç bir “farkın” bulunmadığı ve netice itibariyle her iki “hareketin” de birer put/çuluk/tan ibaret olduğu gayet aşikardır.                          
FİNAL!
Samiri’nin  beklenmedik o “ihanetini” haber alır almaz, hemen obasına geri dönüp duruma “el koyan” Hz. MUSA, ilk iş olarak; hiç vakit kaybetmeden onu derhal toplumun dışına çıkararak, zorunlu bir “tecride” mahkum etmiştir. Böylece, bir yandan onu sahip olduğu bütün iletişim kanallarından “mahrum” bırakırken, diğer yandan halen hipnozunun “tesiri” altından kurtulamayan geniş “yığınlar” üzerindeki “etki” ve “nüfuzunu” “SIFIR”lamak suretiyle, bu “bela”yı DEF ETMİŞTİR:
Musa: “Defol git!” dedi. “Ama, şunu da iyice bil ki, bundan böyle senin hayatın; “Bana dokunmayın/Benden uzak durun!” demekten başka bir şey olmayacaktır! Üstelik, seni öteki dünyada asla atlatamayacağın korkunç bir buluşma daha beklemektedir. Şimdi, kendisine tapınmakta bunca ısrar edip durduğun şu putuna dön de bir bak! Onu cayır cayır yakacak ve ardından küllerini  denize savuracağız!”  (TAHA- 97)  
İşte, Peygamberi ve O’na ait ne kadar “değer” varsa, hepsini hoyratça putçu ideolojisinin ana harcı yapmanın “öncüsü” sayılan SAMİRİ hadisesinin, bir İBRET LEVHASI gibi binlerce yıl öteden alınarak, Kur’an tarafından bütün tazeliği ile  önümüze konulmasındaki asıl “hikmet sebebi”!
 ŞÜPHESİZ ALLAH, HER ŞEYİN EN DOĞRUSUNU BİLENDİR!
  NOTLAR:
1): Samiri’nin kişiliği ve kimliği ile ilgili olarak, tarih boyunca kimi müslüman alimler tarafından da “rağbet” gören yanlış ve tutarsız bir takım İsrailiyyat kaynaklı yorumlar olsa da, KUR’AN’ın anlatımlarında kesin olan şudur ki; Samiri, göç sırasında İsrailoğulları’nın arasına “SIZARAK” karışan  ve “harekete” geçeceği son “güne” kadar asıl niyetini “gizleyip” inanmış gibi “görünen” Mısır’lı bir putperest olup, tarihte belki de Peygamber’leri henüz hayatta iken, inanmış bir topluluğa “tapmaları” için put “imal” edip önlerine koyan “ilk” PUTÇU BAŞI’dır.
Bu özelliği ile Samiri, küfürlerini “gizleyip” iman etmiş gibi “görünen” ve amaçları genelde sadece sahip oldukları “sosyal statülerini” korumakla sınırlı kalan MÜNAFIKLARDAN da farklı olarak; bir taraftan kendisini  “gizlerken”, diğer yandan içerisinde bulunduğu toplumu “dizayn” etmeye; yani modern tabiriyle, “toplum mühendisliğine” soyunan tarihteki ilk DARBECİ olma özelliğine de sahiptir.  O halde, KUR’AN’ın onu özellikle “isim” vererek, “gündemine” almasındaki asıl “hikmetin” ne olduğu da şimdi daha iyi anlaşılmaktadır sanırım.
(2): Kur’an, Hz. Harun’un bu olay karşısındaki tavrını ve mucadelesini özellikle vurgulamak suretiyle, esasen Yahudilerin O’na attığı “aşağılık” iftiralarının etkisini de yok ederek, O’nu ebediyyen “temize” çıkarmıştır. (Allah’ın Selamı O’nun ve tüm Nebilerin üzerine olsun)
(3): Belli ki, İsrailoğulları’nın “altın buzağı”ya  olan bu “platonik” aşkları, esasen yüz yıllarca süren Mısır esaretlerinden kalma bir etkinin derin tezahüründen başka bir şey değildir: Bilindiği gibi, Eski Mısır’da insanlar tanrı Fah (Ptah)’ın yeryüzündeki “tecessümü” olarak görüp Apis diye adlandırdıkları kutsal bir boğa’ya taparlardı. Ancak, İsrailoğulları’nın  Mısır’daki “efendileri”ne karşı hissettikleri aşırı hayranlıklarının bir neticesi olsa gerektir ki, bula bula tapınmaya layık gördükleri putun, Ana/Boğa değil de, onun “yavrusu” olan bir “buzağı” olması da çok dikkat çekicidir. Bunda, İsrailoğulları’nın Mısır’lılara karşı duydukları “aşağılık kompleks”lerinin  bir payı olabileceği gibi, belki de Samiri kendince onları “aşağılık bir kavim” olarak gördüğünden,  kendilerine özellikle bu putun “daha aşağı” bir türevi olan yavru’usunu layık görmüş olması da pekala mümkündür.
(4): Buzağı’nın çıkarttığı “böğürtü”ye gelince; belli ki Samiri, Mısır tapınaklarında yer alan boğa heykellerinin bazı yerlerinden açık birakılan deliklerden giren “rüzgarın etkisiyle” çıkardıkları  “seslerden” esinlenmiş ve kendi putunu yaparken de aynı metodu izlemiş olmalıdır. Bu da gösteriyor ki aslında Samiri, daha Mısır’da yaşarken putlarla “haşir neşir” olmuş bir putçu başı olması bir yana, ayrıca “ihtisas” sahibi bir “mimar” olduğu  yönündeki ihtimalleri de güçlendirmektedir.
(5): Samiri’nin yaptığı işten büyük bir “mutluluk” duyması, esasen bizim “AZGIN SAMİRİ”mizin: “Ben HİZMETE aşığım, onunla evlendim” yönündeki sapkın söylemlerine ne kadar da çok benziyor!
(6): Bazı tefsirlere de konu olan bir kısım İsrailiyyat kaynaklı yorumlarda, Samiri’nin “gördüğü”nü iddia ettiği  ELÇİ’nın, aslında Hz. CEBRAİL olduğuna dair farklı ve tutarsız görüşler verdır. Buna göre, güya Samiri, Hz. Cebrail’i bir ara ortalıkta dolaşırken “görmüş”  ve O’nu takip ederek, bastığı ayak “izinden” bir avuç toprak alıp, putunun içine “katmış” ve böylece buzağı putu meydana gelmiştir. Her şeyden önce, aslında Cebrail (AS)’a hakaret anlamına da gelebilecek böylesine korkunç bir iddianın saçmalığı bir yana, bu durum, insanların melekleri “asli” hüviyetleri ile görmesinin imkansızlığını kesin bir şekilde ortaya koyan Kur’an Ayetleri ile de çelişmektedir:
I- Kur’an’a göre, insanların MELEKLERİ bu dünya gözü ile “GÖRMESİ” asla mümkün değildir. Böyle bir şeyin vuku bulması ise, ancak insanın son nefesini vermek üzere olduğu “ölümü” anında mümkün olup, Kur’an’ın tabiriyle artık böylelerinin  “işi çoktan bitirilmiş ve dünya hayatı ile ilişiklikleri kesilmiş” olacaktır: “Onlar, ayrıca “Neden Peygamber’e (alenen görebileceğimiz) bir MELEK gönderilmiş değil?” derler. Ama, eğer onlara bir MELEK göndermiş olsaydık,  muhakkak ki, her şeyin hükmü verilmiş ve işleri bitirilmiş olurdu. Ve onlara başka bir fırsat da tanınmazdı.” (EN’AM- 8)            
“Yoksa onlar, Allah’ın bulutların gölgeleri arasından MELEKLERLE BİRLİKTE kendisini onlara göstermesini mi bekliyorlar? Ama (eğer böyle bir şey olsaydı) o zaman her şeye karar verilmiş ve onlar Allah’a döndürülerek/öteki dünyayı boylamış olurlardı.” (BAKARA- 210)
Onlar Sana: “Eğer doğru sözlüysen, bize MELEKLERİ GETİRİP GÖSTERSENE” derler. “Oysa, biz MELEKLERİ ancak ve ancak hakikatin gerçekleşmesi için indiririz; eğer böyle olsaydı, o zaman da onlar için asla bir erteleme olmaz/işleri çoktan bitirilirdi.” (HİCR- 7, 8)
II- Öte yandan, bir VAHİY MELEĞİ olarak, “görevi” sadece Allah’ın Vahyini Peygamber’lerine “ulaştırmak”tan ibaret olan Cebrail (AS)’ı “görebilmek”; ancak ve ancak, PEYGAMBER’lere mahsus bir “ayrıcalık” iken; Samiri gibi Peygamber’e baş kaldırmış aşağılık bir PUTPEREST’in CEBRAİL (AS)’ı “gördüğü” yönündeki bir “iddia”yı nasıl  ciddiye alabiliriz? Üstelik, böyle bir “iddia”, aynı zamanda Samiri’ye “Peygamberlik” payesi vermek anlamına da gelir ki, sonuçları itibariyle büyük bir vebal teşkil edecek kadar vahimdir. (Bkz.: Zemahşeri-  “El-KEŞŞAF”, cilt: 2 sh.: 549) 
Bu arada, Arapça’daki “BA-SA-RA” ile “RA-A” (RÜ’YEH) fiillerinin ontolojik ve etimolojik yapılarına binaen, burada “uyanık iken görmek” ile “rüyada görmek” arasındaki farkı öne sürerek,  ayette geçen “görme”nin “basurtu” şeklinde ifade edildiği ve  Samiri’nin “görmek”ten kasdettiği “şeyin” uyanık halde iken “gördüğü” bir şey olduğu; dolayısıyla burada Cebrail (AS)’ı kasdettiğini  iddia edenlere gelince,  bunlara verilecek en iyi cevap, Yusuf Suresi  4 ve 28. ayetlerdir. İlkinde, “rüyada görmeyi” İkincisinde “bizzat uyanık iken” görmeyi ifade ediyor.  Ama her ikisinde de kullanılan fiil aynıdır (RA-A). Öte yandan, “Era-eyte” “Elem-tera” gibi formatlarla gelen ve “görmedin mi?”, “görüyor musun?” anlamlarını veren (Fil Suresi 1 ve Ma’un Suresi 1) gibi kullanımlarda da görüldüğü üzere, rüyanın kasdedilmesi bir yana, bilakis “bilmek” ya da “bilgi sahibi” olmak anlamlarına da gelen  bizzat “görmeyi” kasdeden ayetler vardır. (Daha geniş ve özgün bir bilgi için, Bkz.: M. ESED- “Kur’an Mesajı” sh.: 638, not: 81, 82)   
O halde, çok zengin bir dil yapısına sahip olan Arapça’da manaları itibariyle iç içe geçmiş bir çok fiilin, kullanıldığı bazı değişik hallerde her iki anlama da gelebilmesi  ilkesinden hareketle, ayette geçen “BASURTU” fiilinden “RAEYTÜ” gibi bir anlam çıkarmak pek ala mümkün olup, Samiri’nin burada  Hz. Musa’yı “RÜYA”sında “gördüğü”nü “iddia” ettiği sonucuna varmak da Allah-u A’lem yanlış olmasa gerektir. (Bkz.: M. İslamoğlu- Hayat Kitabı Kur’an, sh.: 608, not: 7) 
Öte yandan, konuya merak duyup daha derinlemesine incelemek isteyenler için, Fuad ABDÜLBAKİ’nin El Mu’cemul Müfehres adlı Kur’an Fihristini tavsiye edebiliriz. Bu çalışmanın 154, 155 ve 156. Sahifelerinde Kur’an’da geçen ne kadar  (BASARA) fiil kökünden gelen kullanımlar varsa, hepsinin sure ve ayet numaraları verilerek listelenmiştir. Buradan hareketle, “kimsenin  bakmadığı yerden olaylara bakıp ortaya bir tez atmak”, “gözetlemek” , “keskin görüş” gibi anlamları da veren değişik kullanış biçimlerini bu fiilin türevlerinden görebiliriz.  (Bkz. Kasas; 11, En’am: 3 ve 104, Kalem:  5, Saffat: 179 gibi değişik formatlarıyla kullanılışı)    
(7): Ne İlginçtir ki, Samiri’nin o an TUR’da bulunan Hz Musa’yı “RÜYASINDA GÖRDÜĞÜ” yalanı ile ÇAĞİMIZIN “AZGIN” SAMİRİSİ Fetullah Gülen’in hayatı boyunca tekrarlayıp durduğu “benzeri” hezeyan dolu yalanlarının bire bir “benzerlik” arz etmesi dahi göstermektedir ki, tarih boyunca “Peygamber İstismarı”nda sınır tanımayan zalimlerin “hipnozlama” metodları da hep aynı olmuştur.
 (8): Bkz.  (ARAF-138):  “Sonunda, İsrailoğulları’nı NİL’den geçirip, karşıya ulaştırdık. Derken bir takım PUTLARA TAPINIP DURAN bir kavme rastladılar. “Ey Musa! Bize de bunların taptığı tanrılar gibi PUTLAR yapsana!” diye yalvardılar. Musa, onlara: “Gerçekten de sizler eğri  nedir, doğru nedir bilmeyen (çok sapkın) bir güruhsunuz.” dedi.”
(9): Dikkat ettiyseniz eğer, bugün bile halen bütün foyaları “açığa” çıkmiş olmasına rağmen, peşine taktığı “uyuşturulmuş”  yığınlar üzerindeki “hipnozlarını” devam ettirebilmek adına gün geçmiyor ki, hergün medyadan Fetullah Gülen’in uydurduğu o sapkın ve akıl almaz “rüyalarıyla” ilgili  “yeni” hezeyanlar duymuş olmayalım.
(10): Çağdaş Samiri’miz Fetullah Gülen’in “sapkın” görüşlerini ilk defa yayın hayatı ile buluşturan ve uzun süre “Putçu Hareketi” için “Amiral Gemisi” görevi gören Sızıntı Dergisi’nin “alt logosu”.                                                                                                                                                                                 
(11): Fetullah Gülen’in, Cebrail (AS)’dan söz ederken, sanki çok yakın bir arkadaşından bahs eder gibi, bir zamanlar: “Hz. Peygamber’den bu yana ilk defa yeryüzüne “inerek” kendi vaazlarına geldiğine” dair bir iddiası var ki, bu bile, nasıl AZGIN bir SAMİRİ ile karşı karşıya olduğumuzun en somut örneklerinden sadece bir tanesidir. Yine , 1995 yılında bir televizyon programına verdiği bir röportajında: “Cebrail (AS) sevdiğim bir Melektir, O’nu andığımda burnumun direği sızlar. HİÇ TANIŞIKLĞIMIZ YOKTUR (!) “ama”; eğer BİR GÜN BANA “gelip” de parti kurduğunu “söylese”, ben O’na “kusura bakma ben sana oy vermem, der geçerim” şeklindeki ifadesi de, en az diğerleri kadar “sapkınca” ve “ahlaksızcadır”dır! Daha ne diyelim? (Google ya da YouTube’da “Fetullah Gülen/Cebrail/Parti” yazıp, bu ve buna benzer daha nice hezeyanlarını bizzat kendi ağzından duyabilirsiniz.)
 (12) : Ortaya koyduğu “HİZMET” adındaki “KUTSAL PUTUNUN” bekası için söylemedik “hezeyan”, “uydurmadık” yalan bırakmayan Fetullah Gülen’in “KUR’AN DÜŞMANLIĞI” o kadar ileri bir boyuttadır ki, bir taraftan “Kur’an Müslümanlığı Sapıklıktır” diyebilecek kadar azgınlaşırken; diğer yandan, Hz. İsa ve Hz. Meryem için ortaya attığı akıl almaz ve ahlaksızca bir “iftira” ile; “Hz. İsa’nın babası Hz. Muhammed’dir” gibi korkunç ve pervasız bir iddiada bulunarak, Samiri’ye bile rahmet okutacak kadar alçalmıştır. (Bkz.: Google ve YouTube : Fetullah GÜLEN/”Hz. Meryem’in eşi Hz. Muhammed.” Fetullah GÜLEN/”Hz. İsa’nın babası Hz. Muhammed.” Herkül.Org: “Mehdi enflasyonu ve Kur’an Müslümanlığı İnhirafı.”)
(13): M.Akif ERSOY– Safahat, Süleymaniye Kürsüsünde, sh: 155 (Hazırlayan: M.Ertuğrul DÜZDAĞ)



Orjinal Habere Git
— HABER SONU —