Mezhepler nasıl ortaya çıktı?

Mezheplerin çıkış nedenleri nelerdir? 4 hak mezhep tanımı doğru bir tanım mı? 73 fırka hadisi sahih bir hadis mi? İşte tüm ayrıntılarıyla mezheplerin oluşumu.

VAN 9.02.2017 11:48:57 0
Mezhepler nasıl ortaya çıktı?
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Mezhepçilik, Müslümanları sürekli geriye düşüren tehlikeli bir hastalık... Kendi mezhebinin dışındakini kabul etmeyen Müslümanlar, parçalanmış bir ümmetin doğmasına neden oldu. Peki, dini anlamak için birer araç olan mezhepler nasıl oldu da dinin yerine geçirilmeye başlandı?

Mezheplerin çıkış nedenlerini, mezheplerin gerekliliğini ve mezhepçiliğin tehlikelerini Prof. Hasan Onat'la konuştuk.



MEZHEPLER NASIL ORTAYA ÇIKTI?

"Mezhepler din anlayışındaki farklılaşmaların kurumsallaşması sonucunda ortaya çıkan beşeri oluşumlardır. İki tür mezhepten söz edebiliriz: Fıkhi / ameli mezhepler ve siyasi-itikadi mezhepler. Fıkhı mezhepler, fıkıhla ilgilenen İslam alimlerinin gündelik hayatta karşı karşıla gelinen ibadet. Mumelat, hukuk gibi alanlardaki sorunlara çözüm bulma amacıyla ürettikleri bilgiye dayalı olarak ortaya çıkan mezheplerdir. Hemen tamamı görüşleri daha sonraki gelişmeleri doğrudan etkileyen, kurucu kabul edilen alimlerin ismiyle anılmıştır. Mesela Hanefilik Ebu Hanife’nin, Malikilik İmam Malik’in, Hanbelilik Ahmed b. Hanbel’in, Şafiilik de İmam Şafii’nin görüşleri etrafında oluşmuş ve alimlerin isimleriyle anılır olmuştur.

Siyasi ve itikadi nitelikli mezhepler ise, daha çok muhalifler tarafından isimlendirilmelerine rağmen, daha sonra bu isimleri benimsemişlerdir. Mesela Haricilik ismi Hariciler tarafından “cihada çıkan”, “Allah’a ve Peygamberine hicret edenler”, “Hz. Ali’nin saflarından ayrılanlar” gibi olumlu anlamlarda kullanılmışlardır. Onların karşıtları ise bu ismi “devlete karşı ayaklananlar” anlamında kullanmışlardır. Siyasi ve itikadi mezheplerle ilgili isimler, büyük ölçüde temel görüşlerine referans olacak tarzda kullanılmıştır. Ezarika, Necedat gibi bazı küçük fırkalar kurucularının ismiyle anılmışlardır. Bütün mezhepler Hz. Peygamber’in vefatından sonra ortaya çıkmıştır."

İlahiyatçı Profesör Hasan Onat, Peygamberimizin sağlığında mezheplerin olmayışına vurgu yaparak şunları söylüyor.

DİNLERİNİ PARÇA PARÇA YAPANLAR GİBİ OLMAYIN...  

"İslam Tarihi’ni, İslam'ın erken dönemini birazcık bilen ve anlamaya çalışan herkes rahatlıkla görebilir ki, Peygamberimizin sağlığında herhangi bir mezhep yoktur. İşin gerçeği, olması da mümkün değildir. Çünkü Kur’an, Müslümanları “Dinlerini parça parça yapanlar gibi olmayın“ diyerek uyarmakta, “Hepiniz birden Allah’ın ipine sımsıkı sarılın“ buyurmaktadır. Tevhid vurgusu, İslam Ortak Paydası’nın çekirdeğidir. Kur’an da, Hz. Peygamber de, “mü’minlerin kardeş“ olduğunu belirterek birlik beraberlik çağrısı yapmıştır. Daha ötesi, birtakım ayrılıkçı duruşlar kınanmıştır. 

Hz. Peygamber’in sağlığında herhangi bir mezhep olmadığı gibi, herhangi bir tarikat da, cemaat de mevcut değildir. Aynı şekilde Dört Halife döneminde de, bu tür oluşumlar yoktur. Ne var ki, sonradan ortaya çıkan mezhep, cemaat, tarikat vb. beşeri oluşumlar, sahih olduklarını kanıtlayabilmek için, kendilerini Hz. Peygamber’in yaşadığı zaman dilimi ile irtibatlandırmak hiç çekinmemişlerdir.

DİN TAMAMLANMIŞTIR

Kur’an’ın hiçbir mezhepten söz etmemesi, Hz. Peygamber’in sağlığında mezheplerle ilgili hiçbir tezahürün mevcut olmaması, beşeri oluşumlar olan mezheplerin hiçbir şekilde İslam’la özdeşleştirilemeyeceğinin en açık kanıtıdır. Çünkü Hz. Muhammed ile birlikte İslam tamamlanmıştır. Artık İslam’dan değil, bütünüyle beşeri nitelik taşıyan anlama biçimlerinden söz edilebilecektir. Artık vahiy kapısı kapanmıştır. Hiç kimse Allah’tan vahiy aldığını iddia edemez. Kur’an’ın dışındaki bütün bilgiler beşeri bilgi olduğu için, sonuna dek her türlü tahlil ve tenkide açık olmak durumundadır. Kur’an’ın dışındaki hiçbir bilgi, Kur’an’la eşdeğerde tutulamaz."

Peygamberimiz'e atfedilen 73 fırka hadisini hatırlatan Onat, mezheplerin kendilerini din ile özdeşleştirmesindeki tehlikeye dikkat çekiyor. 

73 FIRKA HADİSİ DOĞRU MU?

"Mezheplerin, zaman zaman dinle özdeşleştirilmesinde, her mezhebin, sadece kendisini İslam’ın tek temsilcisi gibi görmesi etkili olmuştur. Bu doğrultuda Hz. Peygamber’e atfedilen bir hadis, hemen her oluşum tarafından fütursuzca kullanılmıştır. 73 fırka hadisi olarak bilinen bu hadis üzerinden bugün de mezhepçilik yapılmaktadır. 

O hadis "Yahudiler 71, Hristiyanlar 72, benim ümmetim ise 73 fırkaya ayrılacaktır. Birisi hariç hepsi cehennemliktir" şeklindedir. Mezheplerin din gibi algılanmasında, dinin yerine ikame edilmesinde, gelenekten alınan en etkili veri bu hadistir. İşin ilginç yanı sadece mezhepler değil, her tarikat, hatta her mezhep kendisinin hadiste zikredilen kurtuluşa eren fırka (fırkayı naciye) olduğunu iddia etmektedir. Bu hadisle ilgili 72 fırkanın cennete gideceğini belirten bir rivayet vardır; fakat hiç kimse bunu kullanmamaktadır. Hadisin içeriği, rakamların gerçekle alakasının olmayışı, Hz. Peygamber’in sağlığında hiçbir mezhebin olmayışı, onun sürekli Müslümanları birlik-beraberliği davet etmesi gibi hususlar bu rivayetin uydurma olduğunu anlayabilmek için yeterlidir. 
Nitekim Kur’an da, Müslümanları “Dinlerini paramparça eden, her grubun kendi sahip olduğu ile övündüğü kimseler gibi olmayın“ (Rum, 32) diyerek uyarmaktadır."

Hasan Onat, bir kimsenin Müslüman olabilmesi için herhamgi bir mezhebe ihtiyacının olmadığını söyledi.  

HİÇBİR MEZHEP İSLAM'LA ÖZDEŞLEŞTİRİLEMEZ

"Bu tespitlerimizden şu sonuçlar çıkmaktadır: Birincisi, bir insanın Müslüman olabilmesi için herhangi bir meşrebe, mezhebe, tarikata bağlı olması gerekmez. Mezhep, cemaat, tarikat gibi oluşumlar, beşeri oluşumlardır. En ileri aşamada İslam’an anlaşılma biçimleri ile ilgili tezahürler olarak anlaşılmak durumundadır. 

İkincisi; bu mezhep, meşrep ve tarikat gibi oluşumlar beşeri oluşumlardır. Her mezhebin doğruları da vardır; yanlışları da vardır. Ruh sağlığı yerinde olan hiçbir mezhep sahibi, her söylediğinin mutlaka doğru olduğu gibi, ya da söylediklerinin vahiy mahsulü olduğu gibi bir iddiada bulunmuş değildir. Büyük alimler, kendi görüşlerinin yanlış olduğunu fark ettikleri zaman, onların yanlış olduğunu söylemekten asla geri durmamışlardır. Mesela İmam Şafii Mısır’a gittikten sonra, daha önceki görüşlerinden vaz geçtiğini, daha önceki fetvalarına itibar edilmemesi gerektiğini söylemiştir. 

Üçüncüsü, adı ne olursa olsun, hiçbir mezhep, hiçbir şekilde İslam dini ile özdeşleştirilemez. İslam hiçbir mezhebin tekelinde değildir.  

İTİKATTA MEZHEP OLMAZ

Dördüncüsü, itikatta mezhep olmaz. Her insan, aklını kullanarak, ancak kendi hür iradesi ile inanmak durumundadır. Bu yüzden de Kur’an, “Dileyenin iman edeceğini“ belirtmiştir.  İmanın bireysel olduğunu düşünecek olursak, itikatta mezhebin olamayacağını / olmaması gerektiğini daha iyi anlamış oluruz.

FIKHİ MEZHEPLER SİYASİ MEZHEPLERDEN ÖNCE ÇIKMIŞTIR

Beşincisi, Dört Halife Dönemi’nden sonra önce siyasi-itikadi mezhepler, sonra fıkhi mezhepler ortaya çıkmıştır. Fıkhi mezhepler, ictihatlar üzerine kurulmuşlardır. İnsanların tecrübesini birikimini içinde barındırırlar. Dinin yerine ikame edilmedikleri, kurucularının görüşleri din gibi telakki edilmediği müddetçe elbette insanlara fayda sağlarlar.. Sahabeden sonraki nesiller İslam’ı mezheplerin oluşturmuş olduğu gelenekler üzerinden anlamaya başlamışlardır. Öyle ise özellikle fıkhi mezhepler bir vakıadır.  Her Müslüman hangi gelenekten geldiğini iyi bilirse, sahip olduğu mirasın, sahip olduğu din anlayışının doğru ve yanlış yönlerini daha kolay anlayabilir. 

Altıncısı, hiçbir mezhep, doğduğu, kurumsallaştığı haliyle daha sonraki nesillere ulaşmaz. Her mezhep, tarihin her döneminde yeni bir mezheptir. Her mezhep, daha sonraki nesillere farklılaşarak, değişerek, dönüşerek ulaşır."

Mezheplerin  çıkış nedenlerinin sorgulanması gerektiğini ifade eden Onat, İslamda belirleyici tek kaynak Kur'an'dır dedi. 

İSLAM'IN BELİRLEYİCİ TEK KAYNAĞI KUR'AN'DIR

"Burada ister istemez akla mezheplerin nasıl ortaya çıktığı, hangi sebeplerin mezheplerin doğmasına yol açtığı sorusu gelmektedir. Hem fıkhi/ameli mezheplerin, hem de siyasi-itikadi mezheplerin doğuşundaki esas belirleyici insanın kendisi, insanın varlık yapısıdır. Her insan biricik özgün bir varlıktır. İnsan her şeyi, ama her şeyi zihnindeki anlam çerçevelerine göre yorumlayarak anlar. İnsan belleği de her şeyi yorumlayarak kaydeder. Bu demektir ki, her Müslümanın, istese de, istemese de, din anlayışı büyük ölçüde özgündür. Bu anlama faaliyeti, eğer Müslüman olmak, Müslüman kalmak gibi bir niyetimiz var ise, elbette keyfi olmayacaktır. İslam’ın belirleyici tek bilgi kaynağı vardır: Elimizdeki Kur’an-ı Kerim. İslam’ın kurucu ilkeleri aynı zamanda aklın da kurucu ilkeleridir ve Kur’an’da mevcuttur.

BÜYÜK GÜNAH İŞLEYENLERİN DURUMU

Mezheplerin doğuşunda etkili olan bir diğer husus, Müslümanların içinde yaşadıkları ortam, çözmek zorunda kaldıkları sorunlar, sosyal değişme gibi hususlardır. Mesela Dört Halife dönemindeki olaylara şöyle bir bakalım: Cemel Savaşı’da, Sıffin Savaşı’da, savaşan her iki taraf da ağırlık olarak Hz. Peygamber’in arkadaşları, yani Sahabe. Bu savaşlarda Müslümanlar birbirlerini öldürdüler. Ölenin ve öldürenen dinen durumunun ne olduğu tartışılmayacak mı? Aşere-i Mübeşşere (cennetle müjdelenen on kişi) kavramı, olayların üstünü örtmeye yetecek mi? İşte özellikle itikadi mezheplerin doğuşunda bu tartışmalar ve sorunlar oldukça etkili olmuştur. Ortaya büyük günah meselesi çıkmıştır. Büyük günah işleyenin durumu nedir sorusunun etrafında tartışmalar yapılmıştır. En keskin çıkış Hariciler'den gelmiştir;  büyük günah işleyenlerin müşrik olduklarını, İslam’dan çıktıklarını iddia etmişlerdir. Mürcie ise büyük günah işleyenlerin durumunun Allah’a havale edilmesi (irca) gerektiğini, onların günahkar olduğunu ancak dinden çıkmayacağını söylemişlerdi. Mutezile ise, büyük günah işleyenin ne mü’min, ne kafir olacağını, bu  iki yerin arasında bir yerde olduklarını (el-menziletu beyne menzileteyn) iddia etmişlerdir.

HAYATTAKİ SORUNLAR MEZHEPLERİN ÇIKIŞ NEDENLERİNDENDİR

Dolayısıyla mezheplerin oluşmasındaki büyük etkenlerden biri yaşanan hayat ve bu hayatın ortaya çıkardığı ciddi sorulardır.
Müslümanların yaşadıkları çok hızlı sosyo-kültürel değişme; İslam’ın kısa sürede çok farklı coğrafyalara yayılmış olması da mezheplerin doğuşunda etkili olmuştur. Bu, farklı kültürlerle karşılaşmak anlamına geliyordu. Bu durum ise farklı sorunlarla yüz yüze gelmek demekti. Bu da dini anlamada farklılıkları ve farklılaşmaları beraberinde getirmiştir."

Emevi ve Abbasiler'in çekişmelerine de değinen Onat, mezheplerin oluşumunda siyasetin etkilerinden bahsetti. 

EN ÖNEMLİ NEDEN SİYASETTİR

"Mezheplerin ortaya çıkmasındaki bir diğer mühim belirleyici faktör siyasettir. Mezhepler daha çok doğdukları zamanlardaki ortamda bugünkü siyasi partilerin işlevini görmekteydi. Mesela Emeviler döneminde Emeviler iktidar, Abbasiler muhalefetti. O dönemde çıkan mezheplerin her biri de, bir tür muhalefet partisi gibi işlev görmüş; iktidarla kavga içerisinde olmuştur. Hariciler bunun en açık örneğidir. Bazı mezhepler de zaman zaman iktidara payanda olmayı tercih etmiştir. Bununla ilgili en çarpıcı örnek de Mu’tezile’dir. Mu’telize, aklı sürekli önplana çıkartmış olmasına rağmen, hayatına malolan akılsızlığı yapmış, Abbasi Halifesi Me’mun zamanında iktidar mezhebi haline gelmiş; tarihe kara leke olarak geçen Mihne olaylarında etkin olmuş; sonra da hem kendisi tarihin karanlıklarında kaybolmuş, hem de karşı Mihne sürecinin aklı mahkum etmesine meşruiyet kazandırmıştır. 

SİYASİ ERK DİNİN ETKİSİNİ KULLANMIŞLARDIR

Din insan için bir tür paradigma işlevi gördüğünden, siyasi erk, tarihin hiçbir döneminde dine ilgisiz kalmamıştır. Siyasi olarak egemenliği ele geçirmek isteyenler de, ele geçirdikleri egemenliği korumak isteyenler de, dini kullanmanın, dinden bir şekilde yararlanmanın yollarını aramışlardır. Bu durum da, çoğu zaman dini kontrol altında tutmak şeklinde tezahür etmiştir. Burada dinin siyaset açısından en cazip ve etkili tarafı meşrulaştıcılık yönüdür. Din, hem neyin meşru olup olmadığı konusunda bir kriter sunar, hem de yapılanların meşrulaştırılmasını kolaylaştırır. Siyasiler, din dilini kullanarak, dini grupların yanında ya karşısında durarak, ihtiyaç hissettiklerinde fetva alarak dinin bu meşrulaştırıcı yönünden yararlanmışlardır. Ancak unutmamak gerekir ki, siyaset dili ile din dili birbirinden farklıdır. 

DEVLETİN DİNİ ADALETTİR

Siyaset dili ayrıştırır; din dili birleştirir. Bu iki dil birleştiği zaman din da ayrıştırmaya başlar. Böylece birtakım ayrılıkçı duruşlar dinden meşruiyet kazanarak kalıcı olmaya, hatta dinin yerini almaya başlarlar. Tarih bize, din-siyaset ilişkisinden, dinin hep zarar gördüğünü göstermektedir. Belki de bu yüzden bazı alimler, “Devletin dini adalettir“ şeklinde muhteşem bir tespitte bulunmuşlardır. Devletin dine yapabileceği en büyük iyilik, din özgürlüğünü temin etmek, insanların güven içinde yaşamasını sağlamaktır."

Dinin insan için varolduğuna vurgu yapan Hasan Onat, fıkhi mezhepleri birer rahmet olarak görmek gerektiğini düşünüyor.

DİN İNSAN İÇİN VARDIR

"Din en temelde, din insan için vardır. Din, insanın insanlığını gerçekleştirmesi için bir araçtır. İnsanların Kur’an’ın kurucu ilkelerini esas alarak farklı anlayışlara ulaşmaları, farklı düşünmeleri doğal bir durumdur. Dolayısıyla özellikle fıkhi mezheplerin çıkması da, bu bağlamda bir rahmet olarak değerlendirilebilir. Zaten problem mezheplerde değildir. Problem her mezhebin kendisini dinin yerine koymasında ve mezheplerin siyaset tarafından kullanılmaya son derece açık olasındandır. Tekrar edelim, mezhepler dinin yerine ikamet edilmedikleri müddetçe, insan ürünü bir oluşum olarak, bir birikimdir, bir tecrübedir. Bizim esas sorunumuz mezheplerden değil, mezhepçilikten, mezhep taassubundan kaynaklanmaktadır."

Mezheplerin doğru anlaşılmadığı durumlarda Müslümanları bölmeye ve ayrıştırmaya başladığını söyleyen Onat, çarpıcı açıklamalarda bulundu.  

MÜSLÜMANLAR, İSLAM ORTAK PAYDASINI KAYBETTİLER

"Hayatın akışı içinde, çoğu zaman doğal olarak ortaya çıkan mezhepler, din yeri konuldukları andan itibaren Müslümanları bölmeye, parçalamaya başlamıştır. Müslümanlar, İslam ortak paydasını kaybettikleri zaman, mezhepler de bir zenginlik kaynağı olmaz vasfını yitirmişler; fayda yerine zarar vermeye başlamışlardır. 

Bugün Müslümanların en büyük sorunlarından birisi, İslam ortak paydasının kaybedilmiş olmasıdır. Bu durum, İslam dünyasındaki çatışmaların meşrulaştırılmasını kolaylaştıran sebeplerden birisidir. İslam Ortak Paydası bilinci zayıflayınca, tekfir mekanizması kolayca işlemeye başlar.

MÜSLÜMANLAR ÖZNE OLMA VASFINI YİTİRDİLER

Müslümanlar, son iki asırda çok ağır sorunlar yaşamışlardır; yaşamaya devam etmektedirler. Her şeyden önce medeniyet yarışının dışında kalmışlardır. Bu özne olma vasfını yitirmek anlamına gelmektedir. Daha kötüsü, Müslümanların yaşadıkların pek çok yer Batı’nın sömürgesi olmuştur. İslam dini, sömürge ortamlarında bir tür kurtuluş ideolojisine dönüşmüştür. Daha sonraki gelişmeler de, tepkisel din anlayışının belirleyici olmasının önüne geçememiştir. Şu anda İslam dünyasınının muhtelif yerlerindeki Şii-Sünni çatışmaları, Selefi zihniyetin şiiddetle bütünleşmesi, sömürge döneminin tepkiselliğinin, Batı’ya karşı öfkeyle bütünleşmesi anlamına gelmektedir. Buna, Müslümanlara biçilen sadece “tüketicilik“ rölünü de eklemek lazımdır. Üretmeyen insanlar, daha fazla tüketmek için birbirlerini de yiyebilirler."

Onat, mezhepçiliğin İslam dünyasını nasıl etkilediğini örneklerle açıkladı. 

IRAK VE SURİYE ÖZELİNDE Şİİ-SÜNNİ ÇATIŞMASI...


"İslam dünyasının içine sürüklendiği mezheplerle ilgili bazı açmazları, örnekler üzerinden anlamaya çalışmak mümkündür. Bugün Irak’ta, Suriye’de, Pakistan’da, Malezya’da fiilen Şii-Sünni çatışması vardır. Bu çatışma, domino tesiriyle bütün İslam coğrafyasına yayılma istidadı taşımaktadır. Bu doğrultuda Suriye ve Irak'ta yaşananlara daha yakından bakabiliriz. Irak’ın nüfusunun %60’ı Şiidir.  Bu durum, öncesinde de zaman zaman nükseden bir gerilim sebebiydi. Yedi yıldan fazla süren İran-Irak savaşı, bir milyondan fazla insanın ölmesine sebep oldu. İran İslam Devrimi, biraz da İran halkının dikkatini dışarıya yöneltmek amacıyla, Şiilikteki “Kerbela“, “şehitlik“ gibi kavramlar öne çıkartarak bu çatışmayı meşrulaştırmaya çalıştı. Saddam’ın ordusunda Şii askerler de vardı. Bu anlamsız savaşın, masum Müslümanların öldürülmesinden, Müslümanlar arasında nefret tohumlarının yeşermesinden başka, sadece Batılı silah tüccarlarının işine yaradığını söylemek yanlış olmasa gerektir. Halen Irak’ta bazı kimseler Şii oldukları için Sünniler tarafından ya da Sünni oldukları için Şiiler tarafından öldürülmektedirler.

IRAK'TAKİ SON DURUM: OLUK OLUK MÜSLÜMAN KANI AKIYOR

Daha sonra ABD Irak'a müdahale etti. Bu müdahale sonucunda iktidardan yararlanan Sunniler iktidar dışı kaldı. Daha sonra Maliki iktidara geldi ve bölgede siyasi boşluk oluştu. Sistemin dışında kalan Sunni oluşumu IŞİD denilen örgüt organize etti. Ve orada Irak Şam Devleti diyerek bir Sunni taban buldu. Irak'ta zaten bir Şii-Sunni gerilimi vardı. Oradaki gerilim Sunnilerin mağduriyetiyle daha da arttı. Bu durum en çok da IŞİD’in işine yaradı. Bağdadi kendisini Sünniliğin temsilcisi olarak Irak Şam İslam Devleti’nin “halife“si ilan etti. Sonuçta ortada ne Sünnilik, ne de İslam var. Oluk oluk Müslüman kanı akıyor. Irak’ta olup bitenlerden en büyük zararı yarısı Sünni, yarısı Şii olan Türkmenler görmüştür. IŞID, en büyük katliamı oradaki Şii Türkmenlere yapmıştır."

Suriye konusuna da değinen Onat, Suriye'deki durumun perde arkasında İran ve Suudi Arabistan çekişmesinin olduğunu iddia ediyor.  

PERDE ARKASINDAKİ ÇEKİŞME: İRAN - SUUDİ ARABİSTAN

"Suriye'de de bir mezhep çatışması yaşanmaktadır. Bunun en büyük göstergesi ise İran'ın Hizbullah ile birlikte Esad'ın yanında savaşması. Meseleye baktığımızda Esad'ın yüzde 12'lik bir Nusayri tabanı vardır. Nusayrilik ise Şii İmamiyye’nin bir alt koludur. Buradaki dayanışma mezhep dayanışması gibi görünüyor. Ama birazcık perdeyi araladığınızda olayın arkasında İran ve Suudi Arabistan'ın iktidar kavgasının yattığını görebiliriz. Burada mezhep meselesinin sadece olayı meşrulaştırmak için kullanıldığını söyleyebiliriz. 
İran, Suriye'deki üstünlüğünü kaybederse Lübnan'daki üstünlüğünü de Irak'taki üstünlüğünü de kaybedecektir.  Mesela Bahreyn'de yüzde 70 Şii vardır. Suudi Arabistan'ın petrol anlamında en hassas noktalarında yüzde 20 Şii nüfus mevcuttur. 

İRAN VAHHABİLİK ÜZERİNDEN SUUDİ ARABİSTAN RAFIZİLİK ÜZERİNDEN...

Buradan bakarken anlaşılıyor ki bu iki devletin iktidar kavgası vardır.
İran’ın, Vahhabilik üzerinden Suudi Arabistan'a yüklenirken, esas amacı, onu Sünni dünyadan tecrit etmek; halkı Müslüman olan devletleri karşısına almamaktır. Suudi Arabistan ise Rafızilik üzerinden İran'a yüklenmekte ve diğer Müslüman devletlerin desteğini yanında görmek istemektedir. Mesela Hizbullah'ın Arap Birliği tarafından terör örgütü olarak kabul edilmesi çok ciddi bir meseledir. Aynı şekilde bir İslam ordusunun kurulmaya çalışılması da üzerinde düşünmeyi hak etmektedir.

İran ve Suudi arabistan arasında bir iktidar kavgası, nüfuz çekişmesi mevcuttur. Çatışma, mezhepler üzerinden diri tutulmakta ve meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Geriye dönüp baktığımızda Osmanlı Devleti'nin Vahhabiliği niçin Sünniliğin içerisinde görmediğini, bugün daha iyi anlayabilmekteyiz. İslam gibi bir dinimiz var. Müslümanların yaşadıkları her yer kan gölü. İnsan hakları ihlallerinin en çok olduğu, temel hak ve özgürlüklerin bir türlü gelişemediği yerler Müslümanların yaşadıkları yerler. Bugün Türkiye’de üç milyon civarında Suriye’den gelen insan olduğu bilinmekte. Bir milyon civarında insan Avrupa’ya sığınmış durumda... Müslümanlar, vatanlarını, yerlerini, yurtlarını ter edip Batı’ya sığınmaya başlamışlardır. Bu ondört asrı aşan Müslümanların tarihinde bir ilktir. Niçin Müslümanların vatanlarını terk edip Batı’ya gitmek istediklerinin cevabı verilmediği taktirde, Müslümanların üzerinde yaşadıkları yerler, yaşanabilir olma vasfını iyi yitirecektir." 

Onat ayrıca, mezhepçiliğin getirdiği son noktada mevcut Müslüman kültürünün şiddet ürettiğini belirtti.

GERÇEKLERLE YÜZLEŞMELİYİZ

"Açık konuşmak gerekirse, mevcut Müslüman kültür artık şiddet üretmektedir. Zaman geçirmeden bu gerçekle yüzleşmek, onurlu yaşayabilmek için bir zorunluluktur. Müslümanlar beşeri yaratıcılığın zirvesi sayılan bilim de, san’at nerede durmaktadırlar? Bilimde, san’atda var olamayan ve değer üretemeyenler, nesneleşmeye mahkum olurlar. 

ÜRETMEDEN TÜKETMEK EN HAFİF DEYİMLE AHLAKSIZLIKTIR

Evrensel yaratma sürecine, yaratıcı yetileri etkin kılarak, ilimle, sanatla ve salih amelle katılamayanlar, sadece tüketirler. Onlara varlıklarını kanıtlayabilmek için tek bir seçenek kalır: yakmak, yıkmak, yok etmek ve öldürmek. İşte Müslüman coğfaryanın özeti... Kur’an, yerlüzündeki canlıların en kötüsünün aklını kullanmayanlar olduğunu belirtir. Kur’an, aklını kullanmayanların üzerine pislik yağacağını hatırlatır. 

Üretmeksızın tüketmek en hafif deyimle ahlaksızlıktır, insanın nesne konumuna indirgenmesidir; yani köleliktir. Batıdaki silah fabrikaları harıl harıl çalışıyor. Bu silahların paraya dönüştürülmesi için, silahları kullanacak adam lazım onlara. İşte İslam coğrafyası bu silahlara para veriyor ve birbirlerini öldürüyor. Atalet var, hamakat var, cehalet var ve bunlar din ile meşrulaştırılıyor."

Günümüzde mezhep adı altında kadercilik pompalanıyor diyen Onat, sözlerine şu şekilde devam etti:

MÜSLÜMANIN KUR'AN İLE MÜNASEBETİ...

"Mesela mezhep adı altında kadercilik pompalanıyor. Son zamanlarda Mehdilik inancının bu kadar öne çıkarılması Müslümanların sömürülmesinde kolaylaştırıcı ana nedenlerden bir tanesi.

Müslümanların Kur'an ile olan münasebeti, kavanozun dışından bal yalama münasebetinin ötesine geçmediği sürece Müslümanlar bu çatışma süreçlerinden kurtulamazlar. İslam ortak paydasını sadece ve sadece Kur'an'ı merkeze alarak ve Hz. Peygamberi örnek alarak sağlanabilir. İslam hakkında sağlıklı bir bilgi süreci olmadan Müslümanlar, İslam ortak paydasında buluşamayacaklardır.
İslam Ortak Paydassı Bilinci, farklılıkların zenginlik olarak anlaşılmasını kolaylaştıracaktır. Farklılıkların zenginlik olarak anlaşılması için mezheplerin dinin yerine geçirilmesi yanılgısından kurtulabilmek gerekiyor."

Prof. Hasan Onat, akıllarda sürekli sorun olarak kalan 4 hak mezhep konusuna da açıklık getirdi.

4 HAK MEZHEP ANLAYIŞI DOĞRU MU?

"Mezhep çatışmasını önleyebilmek için Sünni anlayışı biçimlendiren “Dört Hak Mezhep“ anlayışı üzerinde biraz düşünmekte fayda vardır. Çok fazla tartışılmayan, pek masum gibi görünen bu anlayışın beraberinde gelen üç ciddi sorun vardır: 
Birincisi, hak mezhep – batıl mezhep nitelendirmesi yanlıştır. Her mezhebin doğruları, yanlışları vardır. Bu anlayış bilerek, ya da bilmeyerek sadece Hanefilik, Malikilik, Hanbelilik ve Şafiilik’in İslam dairesi içinde olduğunu; bunların dışındaki mezheplerin kendiliğinden batıl olacağını ifade etmiş olmaktadır. Mezheplerin değil, sadece bireyin inancının hak ya da batıl olduğundan söz etmek mümkündür.

İkincisi, bu dört mezhep ikinci hicri asrın sonları ve üçüncü hicri asrın ilk yarısında ortaya çıkmıştır. “Dört hak mezhep“  iifadesi ise, hicri 4. yüzyılda tarih sahnesine çıkmıştır. Üstelik bu mezheplerin haricinde onlarca fıkıh mezhebi çıkmış, çoğu yaşama şansı bulamamıştır. Bizler farkında olarak ya olmayarak hicri dördüncü asırda ortaya çıkan bir ifade biçimi üzerinden İslam'ı anlamaya ve değerlendirmeye çalıştığımızda, İslam’ı bu dört  mezhebe indirgemiş olmaz mıyız?

Üçüncüsü ise, İslam’ın anlaşılma biçimleri bu dört mezheple dondurulmuş olacağı için, düşünce alanında yeni gelişmelerin önü kapatılmış olmaktadır. Nitekim “içtihat kapısının kapalı“ olduğu tartışmaları tam da bu bakış açısının eseri olarak ortaya çıkmıştar. İçtihat kapısını kapatmak, İslam’ın ruhuna aykırı olduğu gibi, hiç kimsenin böyle bir hakkı da yoktur."

"Mezhepleri doğru anlama konusunda esas alabileceğimiz aynı zamanda aklın da ilkesi olan üç önemli ilkeye Kur’an dikkat çeker" diyen Onat, söyle devam etti.

İMAN VE SORUMLULUK BİREYSELDİR

"Birincisi iman bireyseldir. İslam dini iman konusunda bireyi esas almıştır. "Dileyen iman eder, dileyen inkar eder." Bir insanın Müslüman olması için herhangi bir mezhebe, tarikata bağlı olması gerekmez. Bir insan kim olursa olsun, hangi mezhepten olursa olsun Kur'an'da belirtilen iman esaslarına inanıyorsa İslam dairesi içerisindedir.

İkincisi, sorumluluk da bireyseldir. Kimse kimsenin günahını çekemez. 

Üçüncüsü, İslam, cennete toplu rezervasyona izin vermediği gibi, hoşlanmadığınız kimseleri cehenneme göndermenize de izin vermez. Hak eden, hak ettiği için, birey olarak cennete gider. Cehenneme gidecek olan da hak ettiği için gidecektir. Mezhep, cemaat, tarikat bağlamında toplu halde cennete gideceğini zannedenler, herhangi bir kimsenin (Şeyh, İmam vs. ) kendisini cennete götüreceğini düşünenler, yanıldıklarını anlamak için kıyametin kopmasını beklerler ise, çok geç kalmış olurlar.  

TEKFİR BUMERANG GİBİDİR

Müslümanların birbirlerini bu kadar kolay öldürebilmesinde, tekfir mekanizmasının bilinçsizce işletilmesinin etliki olduğunu düşünüyoruz. Tekfir mekanızmasının mezhepler üzerinden kolayca işletildiği bilinen bir husustur. Eğer mezhepleri dinin yerine ikame edersek tekfir mekanizmasının önüne geçemeyiz. Kur'an' göre affedilmeyecek bir tek günah vardır o da şirktir. Bir insan şirk içerisinde değilse ona "sen ne biçim bir Müslümansın?" diye sorma hakkımız bile yoktur. Tekfir mekanizması bumerang gibidir. Döner dolaşır tekfir edeni vurur."

Son olarak mezhepçiliğin önüne geçebilmek için neler yapılması gerektiğine değinen Onat, "İslam coğrafyasının bu durumdan kurtulması için maziye mahkum olmaktan da kurtulması gerekiyor." dedi.

ŞEHİTLİK VE CİHAD KAVRAMLARINI YENİDEN GÖZDEN GEÇİRMELİYİZ

"Mesela IŞİD denilen yapının yaptıkları vahşetleri meşrulaştırmak ve temellendirmek için bulduğu tüm malzemeler geçmişten gelen malzemelerdir. Siz, namaz kılmayanın katlinin vacip olduğuna inanırsanız bugün olmazsa yarın yeni IŞİD'ler çıkacak ve katletmeye devam edecektir. Bu sebepten, Müslüman kültürün şiddet ürettiğini söylemeye çalıştık. İslam hayatı ve barışı esas almasına rağmen, ölümün bu denli kutsanması, şiddeti meşrulaştıran bir husus olarak karşımıza çıkmaktadır. Müslüman insan, özgürlüğü, onuru, canı, malı, vatanı tehlikede ise, onurlu bir yaşam için, onuruyla savaşır; son nefesini verinceye kadar hayatta kalmak için çaba sarf eder; ölürse şehit olur. Şehitlik ve cihat gibi kavramların Kur’an’ın kurucu ilkelerinin ışığında yeniden gözden geçirilmesinde fayda vardır.

SİYASET TEK ÇÖZÜM YOLU DEĞİLDİR

Mezhep çatışmasının önüne geçebilmek, Müslümanların din adına birbirlerini öldürmesini önleyebilmek için, din ve siyaset dilinin birbirinden ayrılması gerektiğini düşünüyoruz. Günümüz Müslümanı, biraz da ezilmiş duygusunun etkisiyle, bütün sorunların siyasetle çözülebileceğini düşünmektedir. Siyaset elbette bir çözüm yoludur; fakat tek çözüm yolu değildir. Üstelik siyasiler, bilime ve kulak verdikleri zaman sorunlara kalıcı çözümler üretebilerler. Maturidi’nin dikkat çektiği “Diyanet-siyaset“ ayrımı bize bu konuda ışık tutabilir. Bu düşüncenin kökünde amel-iman ayrımı yatmaktadır. Ebu Hanife’nin ifadesiyle bir kimse “müm’min olduğu için namaz kılar, namaz kıldığı için mü’min değildir. 
İslam dini siyasi meseleleri insanın sorumluluğuna bırakmıştır. “Devletin dini adalettir“ ifadesi tam da bu hususla ilgilidir.
Müslümanların yeniden özne olabilmesi için bilginin ve bilimin gücüne sahip olmaları ve evrensel ölçekte değer üretmeleri gerekmektedir. Galiba İslam’ı fazlasıyla yorduk. Önce İslam’ın, sonra da Müslüman insanın özgürleşmesine ihtiyaç var. Özgürlüklerin olmadığı İslam olmayacağı gibi, insanca yaşamaktan da söz edilemez."

Hilalhaber / Cuma Obuz

Not: Röportaj Nisan 2016 tarihine aittir.