Tarih: 03.11.2014 19:06

Metin Demir: “İslam’da savaş, kâfir öldürme şenliği değildir!”

Facebook Twitter Linked-in

 Müslüman Genç Davetçi dergisi, tekfir düşüncesi ve yol açtığı sonuçlar konulu bir soruşturma yaptı. Aynı zamanda sitemiz yazarlarından olan Diyarbakır Özgür-Der yetkililerinden Metin Demir’in “Tekfir” soruşturmasına verdiği etraflı cevapları okurlarımızın ilgisine sunuyoruz.:

***

Günümüzün yaygın tartışma konularından biri olan Tekfirciliği anlamlandırma amacıyla genel bir değerlendirme yapabilir misiniz?

Tekfircilik, bilindiği gibi kendisini Müslüman olarak kabul eden insanların kâfir, müşrik, münafık veya mürted ilan edilmesi anlamına gelir. Arızi bir duruştan öte, sistematik ve usulî bir yaklaşımdır. Haricilikle birlikte İslami düşüncenin genetiğine sirayet eden bu hastalık, yüzyıllarca İslami düşüncesinin bir damarında hep “gerçek İslam” iddiasının alametifarikası olmuştur. Haricilerin tekfirde iki temel dayanağı vardır: Birincisi ameli imandan bir cüz saymak ve ikincisi de cehaleti mazeret kabul etmemektir. Bu konular kelamın da temel tartışmalarıdır. İslam âlimlerinin üzerinde anlaşamadığı mevzuların tekfir konusu yapılması zaten başlı başına bir sorundur.

Tekfir, genellikle Haricilikle ilişkilendirilse de, hemen hemen her kelamî ayrılık tekfirle sonuçlanmıştır. Tarihte bildiğimiz bütün kelamî mezhepler neredeyse birbirlerini tekfir etmişlerdir. Tekfir, bir dışlama, İslam’ın dışına çıkarma yöntemi olarak, muhatapların iman iddiasını reddetmedir. Bunun sosyal, siyasal, hukuksal, ekonomik sebep ve sonuçları vardır. Tekfir söyleminin dayandığı zengin bir siyasal ve ideolojik dini söylem geleneği söz konusudur. Tekfirin dini zeminini oluşturan en meşhur dayanak, Fırka-i Naciye hadisidir. Hadisin en yaygın şekli şöyledir: “Ümmetim 73 fırkaya ayrılacak; onlardan biri hariç hepsi cehennemliktir, o biri de benim ashabımın yolu üzere olanlardır.” Hadisin sıhhati tartışmalıdır. Hadis sübjektif bir kriter vermiş, herhangi bir somut ölçü belirlememiştir. Bu da hadis üzerinden her fırkanın kendini fırka-i naciye görüp diğerlerini tekfir etmesine yol açmaktadır.

Tekfirciliği dini kuralsız şiddetin felsefi arka planı olarak okumak mümkün müdür? Kör şiddet ile İslam cihad düşüncesinin mukayesesini yapabilir misiniz?

Tekfir edilen, dinden çıkmış yani mürted sayılır. Mürted sayılma iki şekildedir. Ya kişi dinden çıktığını ilan eder ya da onun dinden çıktığına karar verilir; ikincisi tekfirdir. Gelenekte, mürtedin cezası ölümdür. Dolayısı ile tekfir beraberinde öldürme fiili gibi bir hukuki sonucu da beraber getirir. Bu durum birkaç açıdan sorunludur. İlki, Kur’an’da mürtedle ilgili olarak bir had cezası öngörülmemiştir. Bakara suresinin irtidatla ilgili 217. ayetinde; “Sizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse, öylelerin bütün yapıp ettikleri dünyada da, ahirette de boşa gitmiştir. Bunlar cehennemliklerdir, orada sürekli kalacaklardır.”  denilmektedir. Yani mürtedin katledilmesinden değil herhangi bir nedenle ölmesinden bahsedilmektedir.  Buna karşın, mürtedin katli ile ilgili hukuksal düzenleme Buhari’de geçen “Dinini değiştireni öldürün.” rivayetine dayanmaktadır. Zannilik taşıyan haber-i vahid ile ölüm gibi bir suçun düzenlenmesi başlı başına bir usuli problemdir.

Diğer bir sorun da kimin neye göre mürted ilan edileceğidir. Bu, tekfir mevzusunun da temel problemidir. Yorumu/içtihadı beğenilmeyen nice ehl-i kıblenin tekfir edildiği, tekfir edilenin de tekfir edeni tekfir ettiği sorunlu bir alan üzerinden ölüm cezası tanzim etmek, bugün de “cihad alanları”nda sıkça karşılaştığımız kör şiddetin temel nedenlerinden biridir.

İslam’da kuvvetin ahlaki bir temeli vardır ve cihad bu ahlaki temele yaslanır. Amaç, İslam’ın anlatılması, anlaşılması ve yaşanmasının önündeki engellerin ortadan kaldırılması; ifsadın, fitnenin (baskı ve zulüm) sona erdirilmesidir. Cihad ile amaçlanan İslam’a muhalif olanların ortadan kaldırılması değildir. Böyle olsa suçu önlemek için suçluları ortadan kaldırmak esas olurdu. İslam, isteyen herkesin kendisinde hayat bulduğu bir dindir. Topluma ölüm değil, hayat sunar.

Tek başına küfür veya şirk öldürme sebebi değildir. Hazreti Peygamberin hayatı, İslam’ın bu yaklaşımının en güzel pratikleri ile doludur. Hazreti Peygamber döneminde savaşlarda ölen insanların sayısının çok düşük olmasının nedeni de budur. Muhammed Hamidullah’ın verdiği bilgilere göre, Hz. Peygamber döneminde yapılan 27 gazve, 60 seriyye’de karşı taraftan toplam 150 kişi öldürülmüştür. Demek ki İslam’da savaş, kafir öldürme şenliği değildir.

Tekfirciliğin duygu ve düşünce haritasını çizmek istersek karşımıza nasıl bir tablo çıkmaktadır?

Tekfircinin anlayışında dine giriş zor, çıkış ise oldukça kolaydır. Bazen fıkıhta bile detay sayılıp kale alınmayacak konular, tekfircinin elinde dinden çıkaracak itikadî bir mevzuya dönüşür.

Tekfirci kendisini dinin sahibi sanır, kendisi dışında her Müslüman’dan inanç ve amelin en mükemmelini talep eder. İnsanları melekleştirip, günah işleme hakkını ellerinden alır. İdeal Müslüman tasavvuru tekfircinin elinde,  “iman” kavramı üzerinden büyük bir kıyıma dönüşür. Tam ve mükemmel bir iman tanımı öyle steril kurulur ki her leke, tekfircinin zihninde küfür, şirk, fısk, nifak şeklinde karşılık bulur.

Tekfirci, bu denli sert olmasını “Ben Allah’tan daha merhametli olamam” şeklinde açıklar. Aslında bununla, Allah’tan rol çaldığını maskelemiş olur. Allah’tan daha merhametli olmamak psikolojisi, tekfircide müthiş bir merhametsizlik ve tahammülsüzlük olarak ortaya çıkarır. Allah adına konuşur, Allah adına karar verir ve elinde imkân varsa da Allah adına ceza verip infaz eder.

Tekfirci iman bencilidir. Adeta, imanın kendisine benzemeyen kişilerde olmasını kaldıramaz. İman en çok kendisine ve kendisi gibi düşünenlere ait bir haslettir. Çünkü tekfirci kendini adeta hakikatin merkezinde oturur görmektedir. En doğru ve samimi imanın nasıl olduğunu kendisi bilir ve belki sadece kendisi yaşar. Kendi yorumlarını dinin aslı ve esası görür. Bu patolojik ruh hali Müslümanlara, ehl-i kıbleye, gayr-ı müslimlerden daha fazla merhametsiz davranma sonucunu doğurur.

Tekfircide anlama çabası yoktur. Aksine yargılamayı tercih eder. Yorum farklılıkları karşısında o kadar tahammülsüzlük gösterir ve o kadar rahatsız olur ki; bu ruh hali, karşısındakini dinleme ve anlama çabasını ortadan kaldırır. Gösterdiği tepki yani tekfir, aynı şekilde muhatabın da onu anlayıp dinlemesine engel olur. Oysa Kur’an bize; “Onlar ki sözü dinler ve sözün en güzeline uyarlar” der. (Zümer; 18)

Tekfirci davetçi olma misyonunu yitirmiştir. Yerine hem daha kolay hem de kendini paklayıcı, üstten bakan bir yöntem olarak kadı olmayı, insanların imanı hakkında karar verici mercide bulunmayı tercih etmiştir. Bu son derece hastalıklı ve ucuz bir tavırdır. Tekfircinin elinde elfaz-ı küfr kitabı, şu sözü söyleyen kâfir, bu işi eyleyen sapık olmuştur diye mühür vurmakta, insanları bir koyun sürüsü gibi damgalamaktadır.

Oysaki her amel, işleyenin vasfı olmayabilir. Mesela bir kez yalan söylemekle yalancı olunmaz. Birine yalancı demek için, yalan o kişinin vasfı haline gelmeli yani o kişi yalancılıkla mevsuf olmalıdır. Şu halde, iman etmek de, kâfir olmak da yaşamı kuşatan tercihlerle ilgilidir.

Tekfir olgusunu bir Nassı anlama sorunu olarak görüyor musunuz? Örneklerle açıklayabilir misiniz?

Tekfir, nassı yanlış anlamakla ilgilidir ama bunun da ötesinde ve öncelikle, Kur’an’ın ruhunu anlamamakla ilgilidir. Kur’an’a bakınca, sanki insanları dünyada mümin ve kâfir diye iki kategoriye ayırmak için geldiğini düşünen bir yaklaşım söz konusu. Kur’an’ın ve onun en güzel pratiğini ortaya koyan Allah Resulünün sünnetinin, insanları cennetlik ve cehennemlik diye ayırmaktan öte, insanların cehenneme gitmesini engelleme, onların dünya ve ahiret mutluluğunu murat etme misyonu sarf-ı nazar edilmiş olmaktadır.   

Dolayısıyla, güzel söz ve hikmetle Allah’ın yoluna çağırmak gibi temel görevimiz bir kenara itilmektedir. Kur’an’daki bir takım ayetler sloganlaştırılarak onlar üzerinden toplumda her bir fert ve görüş iman testinden geçirilmekte, bir genel iman – küfür tespit çalışması yapılmaktadır. Böylece toplumun, hem ilgili ayetlere hem de tevhid söylemine alerjisi oluşmaktadır. Bu şekilde nefret uyandıran, müjdelemek yerine nefret ettiren tekfirci yaklaşım, Kur’an’ın mesajını taşıma iddiasının aksine, toplumu Kur’an’ın tevhid mesajından uzak tutmuş olmaktadır.

Bu bağlamda Kur’an’ın muhataplık biçimi dikkat çekicidir. Mekke ortamında inen ayetlerde “Ey kafirler” şeklindeki hitabın muhatabı Mekke toplumu değil, Mekke’nin önde gelen İslam düşmanları ile nebi ve getirdiği mesajla doğrudan savaşan tağuti kişilikler ve onların temsil ettiği misyondur. Mekke halkına ise genel olarak “Ey insanlar” diye hitap edilmektedir. Şirk ve küfür içinde oldukları halde onlara “Ey müşrikler, Ey kâfirler” ifadeleri yerine ey insanlar denilerek daha doğru bir muhataplık ilişkisi kurulmaktadır. Kur’an’ın bu incelikli tavrı Peygamber efendimizde de vardır. Muhataplarına onların kendisini dinlemesini engelleyecek bir şekilde ithamlarda (veya durumlarını ifade eden tespitlerde) bulunmak yerine, mesajını anlamalarına yoğunlaşmaktadır. Zaten asıl amaç, onların küfür veya şirklerini vurgulamak değil, mesaja odaklanmalarını sağlamaktır.

Öte yandan nas ile ilgili usuli yaklaşım da tartışmalıdır. Nas olarak genellikle kitap ve sünnetin ifadeleri anlaşılır. Teşriin temelini oluşturduğundan, karşıtı içtihaddır. Nassın olduğu yerde içtihad olmaz. Nas, bu anlamda, Allah ve Resulünün sözünü ifade eder ki; içtihad, kıyas ve istidlal gibi akıl yürütmelerle bu nassın neye takabül ettiği anlaşılır. Eh-li Sünnette nas böyleyken Şia’da imamların sözleri de nastır.

Nas konusunda iki sorun söz konusudur. Neyin içtihad ve yoruma kapalı nas olduğu ile nassın anlaşılması sorunu. Öncelikle, ahad haberlerin (haber-i vahid) tartışmasız nas olarak kabul edilmesinde sorun vardır. Fıkhın üretilmesinde ahad haberlere ihtiyaç vardır şüphesiz. Dini anlamada yardımcı unsur olarak da ahad haberler önem taşır. Ancak bunların özünde zanni bilgi olduğu ve o sözün peygambere ait olmayabileceği veya bağlamından koparak, anlam kaymasına uğrayarak vb. sıkıntılarla kayıtlara geçtiği bilinmelidir.

Kur’an ayetleri de dâhil nas olarak kabul edilen ve ahkâma müstenid deliller, mutlaka doğru anlaşılmalı; nüzul ortamı, tarihsel ve anlamsal bağlamı mutlaka dikkate alınmalıdır. Aksi takdirde Haricilerin Ali’yi tekfir etmesindeki gibi, ayeti bağlamından kopararak kendi yorumunu Allah’a söyletme gibi bir yanlışa düşülür. Ayeti anlama ve yorumlamada zaman, zemin, kişi gibi faktörlerden dolayı farklılıkların olabileceği dikkate alınmak zorundadır. Yorum farklılıklarının nedenlerinden biri de, yorumlayanın bilgi, birikim ve tecrübesidir. Hepimiz biraz düşündüğümüzde, bazı ayetleri bugün geçmişte yorumladığımızdan daha farklı yorumladığımızı görebiliriz; ki o gün o ayetlerin en doğru anlaşılma biçiminin kendi yorumumuz olduğundan şüphe duymadığımızı da anımsayalım. Dolayısıyla yorum farklılıklarına daha esnek ve müsamahakâr yaklaşmamız ahlaki olarak da gereklidir.

Mesela, “Hüküm ancak Allah’ındır” veya “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler…” ayetleri üzerinden laik yargıya giden kişileri  tekfir etmek, ayeti bağlamından koparmak doğduğu zemini dikkate almadan farklı zeminlere taşımak gibi bir yanlışın ürünüdür. Oysa insanlar, şeriat hükümlerinin uygulandığı bir mahkeme varken, laik veya farklı dinlerin şeriatlarını uygulayan mahkemeleri tercih ediyorlar ise bu hükümlere muhatap olurlar. Ama böyle bir seçenek yoksa burada kendi yorumlarımızı din haline getirip insanların imanları hakkında konuşmak haddi aşmak olacaktır.

Yorumu itikadlaştırmanın bir sonucu olarak, kendisi gibi düşünmeyeni "sapkın", “yoldan çıktı, tağutla uzlaştı” gibi suçlamalarla itham etmek de tekfirciliktir! Mezhebi, meşrebi, yöntemi ve yorumu din edinmektir.

Dinin aslına taalluk etmeyen mevzulardaki yorum ve içtihat farklılıklarını, siyasi konulardaki usul farklılıklarını itikadi soruna dönüştürmek Haricilerin usulüdür. Tekfir sadece Haricilerin ve Harici geleneği sürdürenlerin sorunu değil.  Aynı zamanda birçok mezhebi/kelami yaklaşım, kendi dışındaki usulleri benimseyenleri tekfir etmiştir ve etmektedir. Bunun için de kendi usulleri için Kur’an ve sünnetten naslar icad etmişlerdir. Bu konuda o kadar ileri gidilmiştir ki, inancın alanına girmeyen bilimsel mevzularda belirtilen görüşler bile tekfirden nasibini almıştır. Mesela, “Med-Cezir hareketinin nedeni aydır” dediği için Kindi tekfir edilmiştir.
Tekfir olgusunun ümmete dün ve bugün itibariyle düşünsel ve pratik maliyetleri hakkında neler söylenebilir?

Dini anlama ve yaşama konusundaki farklı düşünce ve yöntemlerin, hemen tamamen tekfirle reddedilmesi İslam düşüncesinin gelişmesinin de önünde engel teşkil etmiştir. Din, Arap Yarımadasında Mekke toplumuna inmiş olmakla birlikte bütün bir insanlığa hitap etmektedir. Bütün bir insanlık demek, farklı kültürler, farklı zamanlar, farklı toplumlar demektir. Bu farklılıkların her biri, farklı fıkıhların gereğine işaret eder. Dini anlamak ve yaşamak, dini, indiği dönemin tarihsel koşullarıyla farklı zaman ve zeminlere taşımakla değil; bilakis Allah Resulünün dini anlama ve yorumlama usulünü anlayıp, kendi koşulları içinde dini anlamak ve yorumlamakla mümkündür. Aksi halde, dini anlama çabası, tarihin bir noktasında donar. Dini anlamak için Kur’an’ın yaptığı “akletme” çağrısı, Resul dönemi toplumu ile sınırlı kalır. Yeni kültürler, koşullar ve zamanlar için fıkıh üretemeyen, dolayısıyla gelişmeyen statik bir dini anlayış ortaya çıkar. İçtihad kapısının kapanması olgusu olarak yüzyıllarca İslam dünyasını zihnen gerileten illet, tam da bu anlayışın ürünüdür.

Yine tekfir, farklı bir şekilde, belli ayetlerin bağlamından koparılarak, ayetlerin sloganlaştırması, belli yaklaşımlara indirgenmesi ve indiği ortam (nüzul ortamı) dikkate alınmadan bugüne taşınması şeklinde de karşımıza çıkıyor. Bu da ruhundan ve makasıdu’ş-şeriadan soyutlanmış bir din anlayışının oluşmasına neden oluyor.

Tekfir inancı zehirleyip anlaşılması ve yaşanmasını zorlaştırıyor. Toplumun farklı kesimlerinin İslam inancını kabullenmesine olanak vermeyen bir dayatmayı, dışlamayı ortaya çıkarıyor.

Tekfir, temelde yorumun itikatlaşmasından kaynaklandığı için, dinin belli bir yorumunu esas alıp diğer yorumları aforoz ediyor. Böylece dinin sınırları içinde farklı yorumların gelişmesi imkânı kalmıyor.

Tekfir, diyalog ve istişare zeminini ortadan kaldırıyor. Böylece Müslümanların birliğini ve ittifakını imkânsızlaştırıyor.

Tekfirin politik boyutu da vardır. İslam tarihi boyunca iktidar sahipleri, muhaliflerini sindirmek için imanı bir kılıç gibi kullanmış ve bolca tekfir yoluna başvurmuşlardır. Tekfir edilen müminler mürted, mürtedin hükmünün de ölüm olduğu kabul edilmiş ve böylece muhalifler sadece düşünce olarak değil, fizik olarak da ortadan kaldırılmak istenmiştir. Tekfirde, teoloji ve siyaset iç içe geçmiş; muhalefet ve iktidar, yekdiğerinin meşruiyetini tartışılır kılmak için de tekfiri kullanmıştır.

Hassaten Müslüman gençlere işbu hastalık/fitne bağlamında ne gibi nasihatleriniz olabilir?

İman, bir iddiadır. Mü’min yaşamı boyunca bu iddiayı ispat etmeye çalışır. Hesap gününde bu iddiasının doğruluğu yanlışlığı ortaya konacaktır. Yani bir kez iman etmek, hep iman üzere kalınacağını garanti etmez. Hayat bu yönüyle bir imtihandır. Bir takım inanç ve fiillerin sahibini şirke ve küfre sokacağı, hayatı kuşatan bir sapmanın imanı yerinden edeceği akıldan çıkarılmamalıdır. Yani insan, anlamını müdrik olarak “Lailahe illallah” demekle mü’min olur ancak mü’min kalması için daha fazlasına ihtiyaç vardır.

Bizim mü’min bildiğimiz kişi Allah nezdinde kâfir olabilir. Lakin bizlerin, kimin dinden çıkıp çıkmadığını, kimin sapıp sapmadığını tespit ve ilan gibi bir vazifemiz yoktur. İnsanlar mü’min olduğunu söylüyorsa, onlara mümin muamelesi yapmak gerekir. Bu kişi İslam hukukuna göre Müslüman muamelesi görür. Müslüman muamelesi görmesi, Allah katında da mü’min olduğu anlamına gelmez. Bu durumun doğuracağı düşünülen görece sakıncalar, tekfirin doğurduğu somut sakıncalarla kıyas bile edilemez.

Şunu unutmayalım ki; İslami bir yönetimde yaşamıyoruz. Yaptığımız birçok şey zorunluluktan kaynaklanıyor. Meslek ve bilgi sahibi olmak için laik sistemin beşeri ideolojileri yücelttiği okullara gidiyor, devletin zorlaması nedeniyle askerlik yapıyor, ticaret yaptıkça vergi veriyoruz…

Böyle bir durumda içinde yaşadığımız zindanlarda hayatta kalma mücadelesi, karanlığı yarma ve inancı yaşama azmi önemlidir. Buradaki yöntem farklılıkları tekfire konu edilmemelidir. Her yapının yöntemi, aşaması ve içtihadı farklı olabilir. Bu farklılıkları kabul etmeyebilir hatta hoş görmeyebiliriz ama buradan hareketle tekfire başvurmak ancak Müslümanlar arasında fitne ateşini yükseltir.

Müslümanlar için esas olan istikamettir. İstikametini yitirmeyen, yani Allah rızası için dini yaşamaya ve yaşatmaya çalışan camia ve kişileri, bütün farklılıklarımıza rağmen kardeş bilmek imanın gerektirdiği bir zorunluluktur.

Kaynak: Müslüman Genç Davetçi dergisi; Sayı: 5




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —