Kurtarıcı bekleme düşüncesi, kendilerine yapılan zulmü engelleyemeyen toplumların ideolojisidir. Ezilen toplumlar, siyasal ve dini yapılanmalarındaki başarısızlıklarını örtbas etmek için, kendilerini karanlıktan aydınlığa çıkarıp, zalimlerden intikamlarını alacak ve yaşadıkları bozuk toplumsal yapıyı kılıç zoruyla değiştirecek bir kurtarıcıyı daima beklemişlerdir.
İslam’a sokulan kurtarıcı fikri tamamen soyut bir mesele olmayıp, kökeni diğer büyük din ve kültürlerin mirasıyla paylaşılan bir inançtır. Ancak kavramı ifade eden kelimeler, din ve dillere göre değişkenlik arz etmektedir. Meselâ ilkel din mensuplarından sayılan Yeni Gine yerlileri, âhir zamanda geleceğini bekledikleri kurtarıcılarının “Mensren” olduğunu söylerler.[1] Yahudîlik ve Hristiyanlık’ta mehdî kavramını ifade eden kelime “Mesîh”[2] Hinduizm’de “Kalki” Budizm’de “Maitraya”, Eski Mısır’da “Ameni”, Sabiîlik’te “Praşai Siva” ve Şintoizm’de “Miroko”dur. Mazdaist veya Mecusîler de peygamberleri Zerdüşt’ün soyundan Saoşyant’ı kurtarıcı olarak beklemektedirler. Moğollar, mezarına kurbanlar adanan Cengiz Han’ın Moğolları Çin esaretinden kurtarmak üzere, sekiz veya dokuz yüzyıl sonra tekrar dünyaya döneceğine inanmaktadırlar.[3]
“Dinler Tarihi” araştırmalarında üzerinde durulması gereken temel konulardan biri de “kurtarıcı” fikridir. Aranan kurtarıcının şu ya da bu olması meselenin mahiyetini değiştirmez. Medeniyetlerin hiçbir zaman mutlak saf olmadığı, insanların ve toplumların değişik kültürlerden daima etkilendiği göz önüne alınırsa insanlık tarihinde “kurtarıcı” tasavvurunun dinlerde müşterek bir fenomen olduğu yadırganmamalıdır.
Kurtarıcı düşüncesinin insanlığın zihnine ne zaman yerleştiğini kesin olarak tespit etmek imkânsızdır. Bu düşünce muhtemelen insanoğlunun varlığından beri onunla birlikte yaşamaktadır. Dolayısıyla kurtarıcı düşüncesinin ilk defa Zerdüştlükle ortaya çıktığını söylemek elbette mümkün değildir. Zerdüştlük de kurtarıcı düşüncesini ortaya koyarken muhtemelen kendinden önceki inanışlardan etkilenmişti. Zira Zerdüştlük’ten önce de Mezopotamya coğrafyasında birbirinden farklı şekillerde kurtarıcı inançları mevcuttu. Mesela tarihin en eski kavimlerinden olan Sümerler krallarını insan Tanrı karışımı bir varlık olarak kabul eder, onları ideal bir idareci ve Sümer’in kurtarıcısı olarak görürlerdi. Onlar kusursuz ideal insanlardı.[4]
Kitleler, harekete geçtiklerinde, düşünmeye ve muhakemeye muktedir olamadıklarından, aklın kabul edemeyeceği şeylerin olabileceğine inanırlar. Abartı, efsane, fısıltı, dedikodu, soyut durumlar onlar için geçerliliği olan varlıklar olabilir. Onların kitle olarak tek hissiyata sahip olmaları için bazı uyarıcıların ortaya çıkması gerekmektedir.
Kitlenin oluşumunda; şuurlu ferdi şahsiyet kaybolur. Bireylerin, farklılıkları ne olursa olsun, kalabalık haline gelmeleri onlarda ortak bir ruh oluşturur. Bu ruh bireyleri kendi karakterlerince düşünme ve hareket etmeden alıkoyarak farklı bir şekilde davranışa sevk edici güce sahiptir. Birey tek başına iken yapamadığı bazı davranışları kitle içinde gerçekleştirme imkanını bulur. Birey, heyecanlarını ve düzene karşı çıkma isyan tavrını kitle içinde harekete geçirmek ister; kitle de kendisine bu imkanı sunar. Kalabalık içinde gittikçe bireyselleşerek yabancılaşan birey, dışarıdan bir tehdit uyarıcısına karşı kendini güvende hissetmek için kitlenin yıkıcı gücüne ve dayanılmaz cazibesine kendini bırakır.
Kitleler daha çok hayaller ile düşünebildiğinden, durdurulmaları için yine onların kurduğu hayallerden daha büyük ve başat bir hayal ile kendilerine hitap edilmesi gerekmektedir. Bu bakımdan hayali en açık biçimde zihinlerinde canlandıran tiyatro vs. temsiller, kalabalıklar üzerinde büyük etki uyandırırlar.
Zihinler kavram inşa ederler. Sonra da o kavramlar zihni inşa eder. Kitlelere yön vermek isteyenler, onları kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek isteyenler, onları mevcut düzene aykırı olarak örgütlemek isteyenler, genel olarak kitlelerin hayallerinden yola çıkarlar. Onların hayallerini bu amaçları doğrultusunda işlerler. Bu şekilde işlenen insanlar; aslında dışarıdaki dünyada değil, ruhlarına işle(n)dikleri dünyada yaşarlar.
Kurtarıcı bekleyenler çoğunlukla acziyet, zaafiyet, mazlumiyet ve zillet halleridir. Çünkü kendilerini çaresizlik içinde gören kitleler, kurtarıcı beklentisine girerler. Artık elleri kolları bağlı, gelecek kurtarıcı için gün saymaya, hesap yapmaya başlarlar. Çoğu zaman bu tutumlarını “haddini bilmek” adına sürdürürler… Böylece sorumluluğu başkasına havale etme psikolojisi oluşur. Bu pasivize edici ruh hali toplumları uzlaşmacı, uyuşumcu, uyutucu ve uysal bir karaktere dönüştürür. Kısacası bu “kurtarıcı bekleme” algısı hayra alamet değil.
Kurtarıcı bekleme düşüncesi, kendilerine yapılan zulmü engelleyemeyen toplumların ideolojisidir. Ezilen toplumlar, siyasal ve dini yapılanmalarındaki başarısızlıklarını örtbas etmek için, kendilerini karanlıktan aydınlığa çıkarıp, zalimlerden intikamlarını alacak ve yaşadıkları bozuk toplumsal yapıyı kılıç zoruyla değiştirecek bir kurtarıcıyı daima beklemişlerdir. Onun hâkimiyeti altında geçecek dönemi, inançsızlığın ortadan kaldırıldığı, düşmanlarının yok edildiği ve doğal düzende olumlu yönde değişikliklerin söz konusu olacağı bir çeşit altın çağ şeklinde hayal ederler. Bu zaman diliminin genellikle dünyanın sonuna kadar süreceği ve ardından da kıyametin kopacağı ifade edilir. Kurtarıcı bekleyen toplumlarda kurtarıcının geleceği bildirilen zaman diliminin ahir zaman (dünyanın sonu) olduğu dikkat çekici bir husustur. Çünkü toplumların büyük çoğunluğu kendilerinin ahir zamanda yaşadığına inanmaktadırlar. Bu yüzden her toplum, Mehdî’nin kendi zamanında geleceğine inanmak için sebepler bulmuş ve böylece ümitlerini geleceğe taşımıştır. Yaşadıkları her olayı, Mehdî’nin gelişine bir basamak veya hazırlık olarak algılayarak bu uğurda geçmiş ve gelecek tüm tarihi dramatize etmişlerdir.
“Kurtarıcı beklentisi!” bireysel ve toplumsal zeminde “cehd ve gayret”i değersizleştiren, direnme gücünü kıran, yap(a)madıklarını dini kılıflara(!) sığınarak örten/erteleyen bir kitle ortaya çıkarmıştır. Kurtarıcı bekleme hali sığınma psikozu içerisinde başvurulan bir yoldur. Konjonktürel şartların, siyasi başarı ve başarısızlıkların savunulması veya oluşması umuduyla yönelinen bir motivasyon yöntemidir. Bu olgu, tarih boyu hemen her inanç ve toplumda görülmüştür. Bir olgunun kabul ve reddinin asıl gerekçesi öncelikle onun hakikat olup olmamasıyla ilgilidir. “Kurtarıcı beklentisi!” zihinsel bir olgudur. Somut dünyada bilimsel veya vahyi bir dayanağı yoktur.
Mehdi beklentisi birçok Müslümanı ümitsizliğe ve görevini yapmamaya sevk etmiştir. Öyle ya mehdi gelecek ve dünyayı düzeltecek, zulümleri önleyecek, insanlara hidâyet dağıtacak… Bu hayal, nicelerini boş beklentilere sevk etmiştir. Niceleri bu umut sebebiyle yapması gereken en basit görevleri bile savsaklamış, kendisine zulmedenlerle mücadele etmeyi terk etmiş, zalimlere karşı çıkma görevini gelecek Mehdi’ye bırakmıştır.
Sömürülen grubun gücü, durumunu değiştirmeye yetmediğinden ya da herhangi bir değişiklik fikrine sahip olmadığından bu grup, efendilerine, ‘yaşamlarını sağlayan kimseler’ olarak bakma eğilimini gösterecektir. Kölenin efendisinden elde ettiği ne kadar az olursa olsun, o, kendi çabasıyla bunu bile elde edemeyeceğini düşünmektedir.[5]
Kurtarıcı beklemeye Fromm’un verdiği bir diğer ad, ‘büyülü yardımcı beklemek’ olmuştur. ‘Büyülü yardımcı’ (magic helper) beklemenin insan hayatındaki şaşmaz sonucu hayal kırıklığı ve hüsrandır. Akıl ve mücadelenin yerine ‘kurtarıcı bekleme’ yi koyan toplumların tarihi bunun en şaşmaz kanıtı ve tanığıdır. Dahası var: Ezilip horlanarak sömürülen kitle, hayal ettiği ‘kurtarıcı’yı bulamayınca, kendisini sömüren efendilerini bir tür kurtarıcı gibi algılamaya başlar. Kur’an bu insan tiplerinden şöyle haber verir. “(Firavun) Böylelikle kendi kavmini aşağıladı, onlar da ona boyun eğdiler. Gerçekten onlar, fasık olan bir kavimdi. Nihayet Bizi öfkelendirdikleri zaman, onların hepsini suda boğarak, onlardan intikam aldık. Böylece onları, sonradan gelecekler için (kötü bir)geçmiş ve örnek kıldık. (43/54-56)
Emevî yönetim genetiğini miras alan günümüz dinci iktidarlarının zorbaları, eskiye nispetle çok değişik unvanlar ve sistemler kullanmaktadırlar. İş adamları, din baronları ve mafyaları, parti şefleri bu çağdaş zorbaların başta gelenleridir. Toplumun değişik gruplarını egemen buyruğa göre güdecek erkin başı ile uyum içinde olacak bir ‘alt firavunlar ordusu’yla arzı endam etmektedir.
“Kurtarıcı bekleme olgusu” ve kaygısı insanoğlunun tarihi kadar eskidir. İçinde yaşanılan kötü ahvale çare ve çözüm bulamayan ya da çözüm ve çarelerini yaşama aktarma irade ve kudretine sahip olamayan kitleler, geleceği muhakkak olan kurtarıcılarını beklerler. Beklenilen şafak doğmasa da önemli değil, toplumlar kendi kurtarıcılarını ve kahramanlarını çoğu kez kendini imha etme pahasına kendileri yaratırlar.
Tüm karizmatik liderler, kahramanlar ve kurtarıcılar bir “umut sosyolojisi”nin uzantılarıdır. Herkese umut vaat ettiği sürece, varlıklarını öyle veya böyle devam ettirirler. İnsanlık tarihine bir kuşbakışı gezinti bile toplumların en çok kendi yarattıkları sahte kahramanlardan ve kurtarıcılardan çektiğini gösterir. Toplumlar, subaşlarını tutanlar değiştikten sonra, kurtarıcıları var etmek için gösterdikleri gayretten daha fazlasını onlardan kurtulmak için gösterirler. Çünkü tüm kurtarıcılar, azat etiklerinin başlarına basarak yükselirler.
Allah’ın yardımının hiçbir çaba harcamadan gelmesi her şeyden önce sünnetüllaha terstir. Zira Allah yardımını ancak insanların yapmaları gerekenleri yapmalarından sonra gönderir. Burada yapılması gereken “gereği gibi kulluk”tur. Yetersizlikler karşısında, “…Allah’ın da bir hesabı vardır elbet.” söyleyerek işi ihlâsla(!) Allah’a havale eden insanların kolaycılığı çoğu kez zorluklarla yüzleşmekten kaçmanın bahanesidir. Ümitsiz ve teslimiyetçi bir ataletin İslam’da kabul edilir tarafı yoktur. Kur’an, değişimin bir yasaya bağlandığını, bir gerçeklik zemininde mücadele içinde olunması gerektiğini bildirir. İslam, çağı şekillendirmeye muktedir olan tek hak dinin adıdır. Müslüman’a gelince o, hayatın nesnesi değil öznesi olmak durumundadır.
“Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez.”(13/11). “Bu da, bir millet kendilerinde bulunanı (güzel ahlâk ve meziyetleri) değiştirinceye kadar Allah’ın onlara verdiği nimeti değiştirmeyeceğinden dolayıdır. Gerçekten Allah İşiten’dir, Bilen’dir.”(8/53). “(Ey müminler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve beraberindeki müminler: Allah’ın yardımı ne zaman! dediler. Bilesiniz ki Allah’ın yardımı yakındır.”(2/214). “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (3/104)
Kur’an’ın işaret ettiği sorumlulukları yerine getirmeden kurtarıcı beklemenin her şeyden önce Kur’an’a ters olduğunu görüyoruz. Zira Allah’ın gaybî yardımı muhakkak ki dilediği an dilediği şekilde gelecektir. Ancak bu beklenti ve beklenen kesinlikle Kur’an’a rağmen kendimizden rol biçtiğimiz aktörler şeklinde olmayacaktır. Kur’an, mü’minleri mucizevî ve sihirli çözümler aramak yerine, münkerin yerine marufu, zulmün yerine adaleti, şirkin yerine tevhidin ikamesi için çalışmaya çağırır. Bedel ödemeden beklenti içerisine girmek “Yahudileşme temayülü”dür. Tarihte böyle davranmayanlar hak uğruna mücadeleden kaçan, bedel ödemek istemeyen, Yahudileşmiş İsrailoğullarıdır. Onlar, her ne zaman baskı, sürgün ve eziyetlerle karşı karşıya kalmışlarsa dinlerini ve şereflerini korumak için direnmek yerine zilleti tercih edip boyun eğmişler ideallerini ve düşlerini geleceğe erteleyerek “Mesih”in gelmesini beklemeye başlamışlardır. Bu anlamıyla “beklenen kurtarıcı” düşüncesi aslında ertelenen düşlerdir. “Ey Musa! Onlar orada bulundukları müddetçe biz oraya asla girmeyiz; şu halde, sen ve Rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız” dediler. (5/24).
Ahir zamanda geleceği ümit edilen kurtarıcı tasavvuru, Şintoizm dışındaki zamanımızın bütün dinlerinde mevcut olduğu gibi, Eski Mısır ve Eski Amerika dinleri gibi eski politeist (çok tanrılı) kültürlerde de mevcuttur. Şintoizmde bulunmamasının sebebi muhtemelen, Japon İmparatoru’na, Tanrı oğlu olarak, Tanrı’nın yeryüzündeki çağdaş ve mevcut temsilcisi olarak inanılmasından ileri gelebilir. Çünkü bir Şinto mümini imparatorun her hareketinin iyi olduğuna inanmak ve ondan kalben memnun olmak zorundadır. Karşı düşüncelerde bulunmak Tanrı’ya isyan olarak kabul edilir. İlâhî bir varlığın yeryüzünde mevcut olması bir diğerinin gelmesine ihtiyaç bırakmamış ve böylece istikbâle yönelik bir kurtarıcının geleceği ümidinin doğmasını psikolojik olarak önlemiş olabilir. Japonların mehdi beklentisinin olmaması onların mecburen çalışkan olmaya sevk etmektedir.
Dini kuruluş öğretilerini felsefi alanlardan ayıran temel özelliklerden bir tanesi, bir kurtarıcının bulunmasıdır. Felsefi doktrinler insanların kendi özel gayretleri sonucunda kurtulduklarını öğretirken, dini öğretiler başkaları tarafından kurtarılma prensibini ileri sürerler.[6]
İslâm dünyasında konunun ortaya çıkması, peygamber sonrası yönetimi ele alan halifelerden Hz. Osman ve Hz. Ali devirlerini takip eden siyasî, sosyal kargaşalara rastlamaktadır. Daha önce çeşitli dinlere mensup Mehdi-Mesih tasavvurlarıyla Müslüman olan yeni din mensupları, kargaşaların sıkıntısında eski bilgilerini yeni dinin ışığında yorumlamaya başlamışlar, sosyal sarsıntılarla ümitleri kırılan cemaatlerine manevî güç ve ümit vermek için, iyi niyetle(!) Hz. Muhammed adına hadisler dahi uydurmaktan kendilerini alamamışlardır.
Önce Şiîler, ardından Emevîler ve Abbasîler arasında yayılan mehdî inancı, hicri III. (IX.) yüzyılda hadislerin toplanıp kayda geçirilmesi ve hadislerin sıhhati konusunda titiz davranmayan muhaddislerce mehdî rivayetlerinin mecmualara alınmasının ardından Sünnîler arasında da benimsenmeye başlanmıştır. Ancak erken devir Sünnî literatüründe bu inanca hemen hemen hiç temas edilmemiş, konu daha çok hadisçilerin dahil olduğu Selefiyye’ye ait eserlerde yer almıştır.
Şia’da mehdi inancının ortaya çıkışında İran kültüründen gelen en önemli etki hiç şüphesiz, İslam’dan önce yaklaşık bin yıllık bir süreyle İranlıların dini olan ve düalizmin inanç esasının merkezini oluşturduğu Zerdüştlükteki kurtarıcı düşüncesidir. Zira Zerdüşt, bir kurtarıcının geleceğini ve onun emri altında ışık güçlerinin tam bir zafer kazanacağını söylüyordu. Zerdüştlüğün kurtarıcı karakteri Saoşyant, Şii öğretisindeki mehdi inancının oluşumunda önemli bir rol oynamıştır. Aynı şekilde Maniheizm de İsa Mesih karakterine büründürdüğü Işık Elçisi’nin dünyaya tekrar dönerek kötülere galip geleceğini ve böylece iyilikle kötülüğün mücadelesinin tamamlanmış olacağını vaz etmekteydi. İslam ve Zerdüştlüğün itikatları ve öğretilerinin mukayesesi göstermektedir ki mehdilik konusu bu iki din arasındaki ortak inançlardandır. Zerdüştlük ve Maniheizm’deki kurtarıcı karakterler, Şia’da mehdi adıyla ortaya çıkmaktadır.
Mehdî inancı, dinî deliller açısından sübut bulmamasının ötesinde İslâm tarihinin akışında birçok olumsuzluğun kaynağı olmuştur. Siyasî iktidara göz diken pek çok kimse Mehdî olduğu iddiasıyla ortaya çıkıp Müslümanların sosyal birliğini parçalamış ve savaşlara yol açmıştır. Hareket noktası olarak ileri sürülen iddiaların aksine mehdî inancı insanların zulme karşı eyleme geçmesini sağlamak şöyle dursun harekete geçilmesini engellemiş, kitleleri Mehdî’yi beklemeye itmiş, zulmü Mehdî dışında birinin yok edemeyeceği düşüncesini zihinlere yerleştirmiş ve Müslümanları çözümsüzlüğe sürüklemiştir.
Hadis kitaplarında Mehdi hakkında haberler içeren hadisleri tek tek senet ve metin açısından kritik eden İbn Haldun, bunların eleştiriden uzak olamayacağını söylemektedir. O, bu hadislerin senetlerinde yer alan ravilerin bazılarının Şii görüşlü, bazılarının hafızaları zayıf, bazılarının meçhul oldukları ve daha başka sebeplerle rivayet ettikleri hadislerin delil sayılamayacağını belirtmiştir. Mutasavvıfların da kutb ve abdala inanma düşüncesiyle Şiilerin imam ve naipler görüşlerine yaklaşarak bir açıdan Şiilerin fikirlerini paylaşmış olduğunu söyler. İbn Haldun ayrıca, bir düşüncenin halkın kanaatlerine silinmez bir şekilde yerleşmesinin, şevk ve asabiyet kavramlarıyla doğrudan ilişkili olduğunu ifade eder.[7]
Mehdî ve mehdîlikle ilgili hadis patentli sözlerin, bir kere, hadis kritiği açısından hiçbirine güvenilemez. Çünkü bunların bazıları Hz. İsa dışında mehdî olamayacağını söylerken bazıları daha birçok mehdî tipten söz etmektedir. Kısacası, herkes kendi ekibinin şefini mehdî yapmak için bir veya birkaç hadis uydurmuştur. Özellikle tarîkat çevrelerinde her ekip kendi şeyhini “zamanın efendisi” veya “mehdî” olarak kabul ettirmek için elinden geleni ardına koymamıştır. Akıl almaz keramet isnatları, kurtuluş vaatleri, korku ve tehdit salmaların önü anılamaz hale gelmiştir.
“Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu, (Muhammed’i) oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar, ama yine de onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizlerler. ”(2/146). “Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve İncil ‘de yazılı buldukları O Elçi’ye, o ümmi Peygamber’e uyarlar. O (Peygamber) ki, kendilerine iyiliği emreder, kendilerini kötülükten men eder, onlara güzel şeyleri helâl, çirkin şeyleri haram kılan üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar. Ona inanan, destekleyerek ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla beraber indirilen nûra uyanlar, işte kurtuluşa erenler onlardır” (7/157).
Kur’an ayetleriyle (3/31, 8/53, 2/214, 3/104) “kurtuluş teolojisi” sunmasına rağmen, toplumlar kendilerinden ümitlerini kestikleri için, Mehdi veya Mesihler aramaya başlamışlardır. Hâlbuki tebliği (Kur’an) kıyamete kadar geçerli olacak zâtın Hz. Muhammed olduğu bilinmesine rağmen, hayallerindeki olağanüstülükleri yaşatacak müstakbel bir kurtarıcı bekleme arayışlarına girmişlerdir. Kur’an’a aykırı da olsa, İslâm’la sentezleyerek eski inançlarını değişik isimlerde sürdürmeye devam etmişlerdir.
Dünün hazırcı İsrailoğulların yerini bugün Müslümanlar doldurmuştur. İsrailoğulları bu işin kurtarıcı beklemekle olmadığının şuuruna varmışlar düşmanlarını (bütün insanlığı) güç ile dize getireceklerine inanıp bunun için gayret sarf etmektedirler. Müslümanlar ise gelecek olan mehdiyi bekleyerek gelecekte olacak olan düzmece bir savaşı bekleyerek ağaçların dahi arkasındaki Yahudi’yi bize haber vererek öldürmemizi sağlayacağı masalları ile avunur olmuşuz.
Mehdi/Mesih bekleyerek dünyanın düzeleceğini hayal etmek yerine, İslam toplumunun her ferdi önce ufkunu açmalı, doğruyu net bir şekilde görmeli ve ben “dünyaya dürüstlük ve adaletin gelmesi için ne yapabilirim” sorusuna bizzat kendisi cevap aramalıdır.
İslam’ın her alanda dünya ve ahiret dengesini sağlamaya yönelik, doğruya rehberlik eden, insanlığı her zaman iyiye, güzele, adalete çağırma görevini kişinin bizzat kendisine veren bir din olduğunu unutmamak gerekir.
İslam’ın arzu ettiği insan, tarihin bir bölümünde yer alan pasif bir nesne değil, toplumsal değişim ve gelişimin öznesidir. İnsanı hem bu dünyada hem de öteki dünyada kurtaracak olan; ismi şu veya bu şekilde farklılaşan şahsiyetler değil, kendi yapıp ettikleridir.
Her zaman ve zeminde Müslümanlara düşen asıl vazife, Allah’ın muradını doğru anlama çabası olmalıdır. Düşünce bulanıklığının asıl sebebinin bilgi kirliliği olduğu unutulmamalıdır. Bu kirlilikleri İslam düşüncesine taşıyan Kur’an dışı zemin ve atmosferlerdir. Vahye rağmen oluşan kurtarıcı beklentileri de farklı inanç kaynaklarına dayanmaktadır. İslam dışı kültürlerden etkilenmenin birçok sebebi vardır: Bunları; sosyal, kültürel ve siyasal sebeplerin yanında İlâhî metinlerin batınî yoruma tabi tutulması olarak sayabiliriz. Bu süreçte oluşan yanlış inanışlardan Şia ve Sünnilik de fazlasıyla etkilenmiştir. Farklı din ve kültürlerde ne ise İslam mezhep ve fırkalarında(!) da beklenen kurtarıcıların misyonu hep aynı olmuştur.
Toplumlar kendi akıllarını kullanma cesareti gösterip, kendi bilinçleri ile kendi zindanlarını aşıp, kendilerini bir “özne” olarak inşa ettikleri sürece kahramanlara ihtiyaç duymazlar. Toplumlar, bilinçlerini ve umutlarını iğfal eden kurtarıcı bekleme sendromundan ve kurtarıcıları alkışlamaktan vazgeçip, onlardan paçayı sıyırdıkları gün, aradıkları şeyin yanı başlarında olduğunu göreceklerdir.
Konuya Kur’an açısından bakarsak, mehdîlik diye bir inancın varlığını kabul etmemiz mümkün değildir. Esasen Kur’an, kişilerin hidayet önderi olma devrini kapatmış, ilkeleri öne geçirmiştir, ilkelerin kaynağı ise Kur’an’dır. O halde, Kur’an’ın gelişinden sonra mehdi beklemek, ancak Kur’an’ı yetersiz ilan etmekle mümkün olur. Kur’an’ı yeterli bulanlar için başka bir mehdiye ihtiyaç yoktur.
[1]Şinasi Gündüz, Din ve İnanç Sözlüğü, s. 246
[2]Mesih, Yahudi geleneğinde, Davud soyundan ahir zamanda geleceği beklenen kurtarıcının adı. Şinasi Gündüz, Din ve İnanç Sözlüğü, s. 258; Age.de Kalki s.210, Maitraya s.243, Ameni s.29, Praşai Siva s.310, Miroko s.264, Saoşyant s.253,332 ye bakınız.
[3] E. Ruhi Fığlalı, “Mesih ve Mehdî İnancı Üzerine”, AÜİFD, s. 197
[4] Kramer, S. N., Tarih Sümer’de Başlar, çev. Muazzez İlmiye Çığ, TTK Yayınları, Ankara 1990, s. 218-223
[5] Erich Fromm, Kendini Savunan İnsan, 84
[6] Wach “Din ve Felsefede Kurtuluş Düşüncesi”, Çev: Ali Çoşkun, M. Ü. İ. F.V., İstanbul 1995, s. 13, 250.
[7] İbn Haldun, Mukaddime, I, 753
Haydar ÖZTÜRK/Kur’ani Hayat Mayıs-Haziran 2016/47