Tarih: 08.06.2015 10:19
KUR’ÂN’IN EVRENSELLİĞİ VE TARİHSELLİĞİ ÜZERİNE
İslâm, teorisini ve pratiğini beraber getiren –ve yaşatan– yegâne ideolojidir. Diğer ideolojiler gibi, teorisini yazıp bitirdikten sonra uygulama aşamasına geçmiş değildir. Evrensel ilke ve prensipleriyle uygulaması beraber ve iç-içe olup hedeflediği prototip toplumu, 23 senelik bir zaman zarfında oluşturarak gerçekliğini ve geçerliliğini ispatlamıştır.
Hikmet ZEYVELİ/ İktibas Dergisi
İdeolojilerde Evrensel ve Tarihsel (Yerel) Unsurlar
‘Evrensel’lik iddiasındaki her ideoloji pratiğe intikal ederken, kaçınılmaz olarak yerel ve özel araçlar kullanmak zorundadırlar.
Pratiğin zorladığı özel ve yerel araçlar; toplumdan topluma, coğrafyadan coğrafyaya değiştiğinden ilke ve prensiplerin dışında kalan bu vasıtaların değişkenliği ve dolayısıyla yerelliği kabul edilir. Bu itibarla, değişken olan bu araçlar evrensel addedilemezler.
İslâm, teorisini ve pratiğini beraber getiren –ve yaşatan– yegâne ideolojidir. Diğer ideolojiler gibi, teorisini yazıp bitirdikten sonra uygulama aşamasına geçmiş değildir. Evrensel ilke ve prensipleriyle uygulaması beraber ve iç-içe olup hedeflediği prototip toplumu, 23 senelik bir zaman zarfında oluşturarak gerçekliğini ve geçerliliğini ispatlamıştır.
Bu ‘özel uygulama’ aşamasını da tekeffül eden ve yöneten Kur’ân-ı Kerîm’de ‘teori’nin, yani ‘evrensel’ olanın yanı sıra ‘pratik’in, yani ‘yerel ve tarihsel’ olanın da yer alması, ilk İslâm toplumu için rahmetin tâ kendisi olmuştur.
Ancak, sonraki İslâm toplumları için, bu ‘özel ilk uygulama’, rahmet olmakla beraber aynı zamanda ‘imtihan’ da olmuştur. Bu imtihan; ‘zamanın/mekânın değişimi ile nelerin sabit kalacağı ve nelerin değişebileceği’nin tespitinde, diğer bir ifadeyle, evrensel olanla tarihsel olanın ayırd edilmesinde söz konusu olmuştur.
Mâmâfih, bu problem, Hz. Peygamber sonrası ilk İslâm toplumunda varlığını fazla hissettirmemiştir. Çünkü, tebliğine me’mur bir peygamberden uygulamasını gördükleri Kur’ân’ın temel esprisini kavramış güzîde insanlar yönetimde söz sahibi olmuşlardı. Bu dönemin en güzel uygulama örneklerini Hz. Ebubekir’le Hz. Ömer’de buluruz. Kur’ân’ın uygulama sünnetini en iyi kavrayanlardan olmaları cihetiyle onlar, İslâm’ın evrensel dinamizmini yaşatmak için alınacak tedbirlerde tereddüt etmemişlerdir. Onların örnek yönetimleri döneminde alınmış olan karar ve tedbirler, bize, Kur’ân’ın evrensel temel ilkelerini tayinde rehber olacak niteliktedir.
Fakat ne yazık ki Hz. Ebubekir ve Ömer’in dinamik Kur’ân anlayışları, Hicret’in 1. asrının sonuna doğru, giderek yerini tutucu bir zihniyete terk etmeye başlamış, daha sonraları Abbasî Halifesi Mütevekkil’in benimsemesiyle de bu tutucu ve şabloncu zihniyet, artık resmî devlet politikası olarak toplum hayatına girmiştir.
Hz. Peygamber’e karşı, müşriklerce dayatılan ecdâd-perestlik psikozu, bu defa, âdeta dinî bir söylem kazanmıştı[1]. Bu gelenekçi psikoz, aynı statükoculuğu, bu defa, Hz. Peygamber’in ilk uygulamasını, yani Kur’ân’ın ilk yorumunu bütün teferruatıyla şablonlaştırmak sûretiyle sürdürmeye çalışıyordu.
Önce ‘bid‘at’ kavramı geliştirildi. Hemen-hemen her yeniliği kapsayan bir tarif yapılarak[2]en mâsum yenilikler, bile bu kapsam içerisinde mahkûm edildiler. Öyle ki, pazarda ne alacağını unutmamak için küçük parmağına ip bağlayan dindar bir Müslüman, Hz. Peygamber zamanında bu âdetin mevcut olduğunu tahkik edinceye kadar parmağını avucunun içinde gizlemek zorunda kalıyordu[3]. Çünkü ‘Her yenilik bid‘at, her bid‘at sapıklık ve her sapık cehennemde.’ sloganı, Hz. Peygamber’in hadisî olarak tedavüle konmuştu[4].
Daha sonraları, bid‘ate karşı geliştirilen ‘sünnet’ kavramı hem statikleşti, hem de yarı-vahiy (gayr‑ı metlüv vahiy) karakterine büründürülerek dogmalaştırıldı. Kur’ân hükümlerinde illet ve gâiyyet aranması, âdeta Allâh’ın şanına naqîse addedildi. Kelâmdaki meşhur ‘Husn ve qubh; emir ve nehyin mûcibi midir, yoksa medlûlü müdür?’[5]tartışmasında; sorunun ikinci şıkkını ‘evet’leyenler; helâl ve haramda ve genel olarak teşrîde, illet ve gâiyyetin mûcib sebep alınamayacağını ileri sürmeye başlamışlardı.
Giderek yaygınlaşan bu zihniyet Kur’ân’ın dinamizmini yok edince, taklide razı olmak ve ihtilaflı konularda sevâd-ı a‘zam’a (büyük çoğunluğa) ya da ‘cumhûr’a uymak, ‘bid‘atlerden kaçınmak ve Sünnet’e temessük etmek (yapışmak)’ için yegâne yol addedildi.
Bütün bu zaafların kurumlaşması ve bazı yönetim politikalarıyla destek görmesi sonucu, bu ahval, birtakım –kaideyi bozmayan– istisnalarla ve asırların birikimiyle, XX. yüzyılın başlarına kadar sürüp gelmiştir. Bu zaaflar, İslâm-dışı ideolojilerin ve özellikle Batı’daki siyasal, kültürel ve teknolojik gelişmelerin dayatmasıyla birleşince, İslâm’ı temsil eden son siyasî otorite de dağılıp parçalanmış; yerini, birtakım küçük siyasi yönetimlere bırakmıştır.
Bu yönetimler, özellikle galipleri konumundaki Batı karşısında ‘mağlup milletler psikolojisi’ ile İslâmî kimliklerini süratle yitirmeye başlamış; Batı’nın geliştirdiği siyasî ve kültürel değerler karşısında, ya laik bir siyasî çözümü benimsemiş, yani dini, sadece ‘kişisel inançlar’ seviyesine indirgeyerek İslâm’ın toplumsal yönü ve fonksiyonunu reddetmiş; ya da zahiren İslâm’ın siyasi otoritesini kabul etmiş görünmekle beraber, yine galiplerin dayattığı değerlerle varlıklarını sürdürmeye çalışmışlardır. Bütün bunların tevlid ettiği kimlik krizi, artık parça parça olmuş İslâm âleminin, galipleri tarafından sömürü odağı haline gelmesine sebep olmuştur.
İslâmî siyasi otoritenin parçalanmasından günümüze gelinceye kadar geçen bir yüzyıla yakın zaman zarfında, İslâm-dışı resmi-siyasi otoritelere rağmen, başlangıcında olduğu gibi, İslâm‘ın toplumların hayatına hükmetmesi için, ne yapmak gerektiğini araştıran samimi Müslümanları temsil eden düşünürlerin zihinlerini en çok işgal eden soru şuydu:
‘Nerede hata yapılmıştı ki bu duruma düşülmüştü?’
Konulan ilk müşterek teşhis ise, İslâmın ilk ve en sağlam kaynağı Kur’ân’dan uzaklaşılmış olması vakıasıydı.
Fakat bu beylik teşhisle yola çıkanlar, çözümlerde birbirinden ayrılıyorlardı. Bunun belli başlı sebeplerinden biri ve en önemlisi, Kur’ân’ın temsil ettiği İslâm’ın kapsamını belirlemedeki ihtilaflardı:
İslâm, sadece Kur’ân’dan mı ibaret idi? İslâm’ın, Kur’ân’dan ibaret olduğu kabul edilmesi halinde, onun referans olarak gösterdiği Hz. Peygamber örneğide bizi bağlar mıydı? Bu kaynak veya kaynaklardan bize gelen hükümlerin evrenselliği veya tarihselliği tartışılabilir miydi?
Genel olarak İslâm’ın, özele indirgersek Kur’ân’ın aktüalize edilmesinin problemleri diye özetlenebilecek bu konuda, günümüzde gelişen temayüller şöyle sıralanabilir:
1) İfrat Görüş Sahipleri
* Kur’ân’da, belli-başlı inanç esasları dışında hiçbir evrensel sabite kabul etmeyenler hepsinin değişebileceğine inananlar. Bu görüşü savunanlardan biri olan Celal Nuri İleri, şöyle der: “Dünyada her kaide-i hükmiyye değişir. Bunun bir istisnası vardır. O daلاَ يُنْكَرُ تَغَيُّرُ الْاَحْكَامِ بِتَغَيٌّرِ الْاَزْمَانِ: ‘Zamanın tağayyürü ile ahkâmın tağayyürü inkâr olunamaz ’hükmüdür[6].”
* Bu alanda en ileri giden biri olarak gördüğümüz Mısır’lı çağdaş âlim Hasan Hanefî ise, bu değişme gereğini Kur’ân’ın inanç esaslarına da teşmil eder[7].
* Laik yönetimleri benimsedikleri ve İslâm adına endişeleri olmadığı halde, resmi ideolojileri ve statükoları İslâm adına meşrulaştırmaya çalışanları da bu guruba dahil etmek gerekir mi?
2) Tefrit Görüş Sahipleri
Klasik taklidî temayülleri aynen sürdürenler: Bunlara göre:
İslâm’ın ilk döneminin (Asr-ı Saadet) bütün uygulama ve değer ölçüleri evrensel niteliğinde olup yerel veya tarihsel olanı yoktur. Hz. Ömer’in tassarrufları da bize, nass’lar üzerinde ictihad etme konusunda delil olamazlar. “Mevrid-i nass’ta ictihada masağ yoktur” kuralı en kapsamlı bir şekilde geçerlidir. Bid’atlardan sakınmak, Sünnet’e sarılmak şiar edinilmelidir.
Bu katı şablonculuğun ya da taklitçiliğin bir tezahürü olarak, günümüzde, mesela, ‘zil sesleri’nin (saat, telefon veya kapı zillerinin) caiz olup olmadığı hala tartışılabilmektedir[8].
3) Mûtediller
Bunlar, Kur’ân’ın âdete ve örfe bina edilen ahkâm ve muâmelâta dair bütün hükümlerinin
–özellikle zaman ve coğrafya farkları sözkonusu ise– değişebileceğini, çünkü bu konulardaki Kur’ân âyetlerinin bir kısmının tarihsel özellikte olduklarını kabul etmişlerdir. Bunlar da “zamanın tağayyürü ile ahkâm tağayyür eder” prensibini kabul ederler, ancak bu kuralın, illeti değişmiş olan ahkâm için söz konusu olacağı görüşündedirler. Aralarında bazı düşünce farklılıklarına rağmen, eski âlimlerden et-Tûfî, çağdaşlardan Mehmed Akif Ersoy, Hüseyin Kâzım Kadri, Fazlurrahman, Mustafa Öztürk… bu gruba örnek verilebilirler.
Bize gelince, bu hassas konuda tercihimizi belirtmeden önce, üç konuda mülahazalarımızı serdetmek isteriz.
a) Risaletin Son Bulmasının Anlamı
Kur’ân-ı Kerîm, şüpheye mahal vermeyecek şekilde, Âlemlerin Rabbinden bir inzaldir[9]. İnsanları hidayet etmek için nazil olmuştur (2/185)[10].
Onları ‘en qavîm (en sağlam)’ bir yola kılavuzlamaktadır (17/9)[11].
Yaratıcı, beşere lütfettiği bu hidayetini, gene beşer olan Resûller (Peygamberler) vasıtasıyla gerçekleştirmeyi sünnet (teamül) edinmiştir. Bu hidayetinin sebep ve gayesini ise şöyle beyan buyurmuştur:
İnsanlar tek bir ümmetti. (İhtilafa düştüler) Allâh müjdeciler ve uyarıcılar olarak beraberlerinde Hak Kitab’la Resûller gönderdi, ki, ihtilaf ettikleri şeyler konusunda insanlar aralarında hükmetsinler (..) (2/213, 10/19)[12]
Bu Kitab’da, insanların hidayeti için, gerekli her şeyi zikretti.(12/111;, 16/89)[13]. Dolayısıyla bu anlamda mufassal olan Kitab’ın hidayetine teslim olmaktan başka insanın bir seçeneği yoktur (6/114)[14].
Bu itibarla Kur’ân, Yaratıcı’nın insanlara bahşettiği son prospektüs, son mesajdır. O mesajı insanlara iletme şerefine nail olan Hz. Muhammed de son ‘nebi/son peygamber’ olmuştur.
Geçmişin her döneminde bir çok topluma peygamber gönderilmişken, neden acaba, Hz. Muhammed’le bu olgu sona erdirilmiştir olduğuna dair görüşlerimizi daha önce de sizlerle paylaşmıştık: ‘Yaratılış ve Âdem’ başlıklı çalışmamızla.
O çalışmamızda;
İnsanoğlunun sürekli bir gelişim sürecinde olduğunu, rüşdüne erdiğini ispatladığı bir merhalede ‘peygamber vesâyeti’nin son bulduğunu, ancak peygamberliğin son bulmasına rağmen bu zihinsel ve entelektüel gelişimin kesintisiz devam ettiğini ifade etmeğe çalışmıştık. Bu demektir ki, insanoğlu, gün geçtikçe “din, bilim ve felsefî konularda daha derin ve yetkin biçimde düşünebilmektedir”.
Ancak risaletin (peygamberliğin) son bulması, toplumun gelişmesinin son bulması demek değildir. Tıpkı rüşdünü ispatlayarak vesayetten kurtulan insan bireyi gibi hayatının baharını idrak etmiştir ve tarih boyunca –yine insan bireyindekine benzer şekilde– kabiliyetlerinin gelişimi devam etmektedir.
İşte böyle bir yorumla biz, hem şeriatlar-arası farklılıkların izahını, hem de son şeriatın doğru yorumlanmasının imkânını elde edebiliriz.
Peygamberler vasıtasıyla insanlara gönderilen mesajların, aynı ilâhî kaynaktan gelmeleri itibariyle, temel düstûr ve inançlarda aynîlik gösterdikleri aklen kabul edilmiş ve tarihen doğrulanmıştır. Fakat bunun yanı sıra, toplumların gelişmekte olduğunu düşünürsek, bu gelişmeye paralel ve uygun olarak, mesajların vasıtalarında ve uygulamalarında bazı farklılıkların olması kaçınılmazdır.
Kur’ân’ın bu konuda bizi düşündüren iki âyetini verelim:
(…) جَعَلْنَا مِنْكُمْ شِرْعَةً وَمِنْهَاجًا وَلَوْ شَاءَ اللَّهُلَجَعَلَكُمْ أُمَّةً وَاحِدَةً وَلَكِنْ لِيَبْلُوَكُمْ فِي مَا آَتَاكُمْ (…) ﴿48﴾ 5/Mâide:48. (…) Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yöntem kıldık. Eğer Allâh dileseydi, sizi tek bir ümmet kılardı; ancak (bu), verdikleriyle sizi denemesi içindir. (…)
(…) وَمَا كَانَ لِرَسُولٍ أَنْ يَأْتِيَ بِآَيَةٍ إِلاَ بِإِذْنِ اللَّهِلِكُلِّ أَجَلٍ كِتَابٌ ﴿38﴾ 13/R a‘d:38. (…)Allah’ın izni olmadan hiçbir peygamber bir âyet getiremez. Her süre için bir kitap vardır.
İlâhî mesajlarla bir topluma öngörülen hukuk ve muamelat esaslarının daha sonraki bir toplumda değiştirilmesinin hikmeti, toplumların gelişme süreçlerine paralel olarak hükümlerin de yenilenmesi, fıkhî bir ifadeyle, bir önceki şeriatın, bir sonraki şeriatla nesh edilmesi vakıasıdır.
Şeriatlar-arası ‘nesh’e kâil olan İslâm fukahası, aynı şeriat içerisinde de neshi kabul etmiş ve ‘nâsih ve mensûh’a, fıkhın en önemli konularından biri olarak yer vermişlerdir. Bir çelişkiyi ifade ettiğine inanan bazı ilim adamları, Kur’ân’ı böyle bir zaaftan uzak görerek neshi reddederken, diğer bazı ilim adamları, bu vakıanın, bir çelişkiden ziyâde, toplumun gelişimine uygun olarak hükümlerin tedrîci değişimi olduğunu ileri sürmüşler ve Kur’ân’da mensûh âyetleri tesbit ve tayine çalışmışlardır. Mensûh âyet adedinin tespitinde çok mübalağalı rakamlar ileri sürüldüğü gibi, onların sayısını birkaç âyete hasredenler de olmuştur.
İlâhî bir hidayete çelişki izafe etmenin, onun ilâhî olmadığını ileri sürmekle eş-anlamlı olacağını bizzat Kur’ân ifade ettiğine göre (4/82)[15], ‘nesh’i, ‘ahvâl ve şerâite göre hükümlerin tedrîci olarak inzâli’ şeklinde anlamak daha sağlıklı bir anlayış olmalıdır.
b) İlâhî Hidayetin Kapsamı
Bu konuya da aynı çalışmamızda (‘Yaratılış ve Âdem’) şöyle yer vermiştik:
Allâh, insanı fıtraten, akıl ve duyular gibi bazı kabiliyetlerle donatmış ve hayatta, yolunu seçip tercih ederken bu kabiliyetlerini mutlaka faal tutmasını ondan istemiştir:
وَلاَ تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ أُولَئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْئُولًا.
Bilmediğin şeyin ardına düşüp gitme; doğrusu kulak, göz ve kalb, bunların hepsi ondan sorumludur (17/36).
İnsanın nefsinde ve çevresindeki tabiatta âyetler yaratan Allâh, o fıtrî kabiliyetlere tabiî doneler (veriler) sunmuştur. Sahip olduğu kabiliyetleri seferber edip tabiattaki/tabiatındaki sözsüz âyetleri (41/53)[16]done olarak alan insanoğlu, bir yere kadar varlığının manasını kavramak veقَالُوا بَلَى‘qâlû- belâ’temsiliyle ifade olunduğu üzere Rabbini ‘bir’leyerek O’nu itiraf etmek sorumluluğundadır (7/172-73)[17]. Bununla beraber, insan, bütün zaaflarını bertaraf edememiş; Allâh’ın özel hidayetinden müstağni kalamamıştır. İnsanoğlunun, (…) yeryüzündeki mücadelesi boyunca, üç tür varlıkla olan münasebetlerini doğru oluşturmak için çabalayıp durmuş olduğunu görürüz:
Mâ-dûn’u (alt-varlık) olan kendi dışındaki varlıklarla (tabiatla),
Mâ-fevk’ı (üst-varlık) olan Yaratıcısıyla,
Hem-cins’i olan insanlarla ve dolayısıyla kendisiyle.
İnsanoğlu; ‘mâ-dûn’u olan varlıklar, yani kendi cinsi dışında kalan tabiat üzerinde, fıtraten yeterli kabiliyetlerle donatılmış olduğundan, ilâhî doğrudan-hidayetin (sözlü âyetlerin/vahyin) konusu, bu sahadaki ilişkileri tanzim etmek olmamıştır. Yaratılışta sahip bulunduğu kabiliyetleriyle insanın, bu varlıklara yönelmesi için Kur’ân sadece bazı sevkler, impuls’lar vermiştir[18].
Bu alanda Kur’ân’dan elde edilebilecek olanlar, sadece, ilk muhatap toplumu etkileyebilecek edebî ve diyagramatik tasvirlerdir. Bu tasvirlerden hareketle, günümüzde ‘Bucaillizm’ diye adlandırılan, “Kur’ân âyetlerini, ilmin ya da teknolojinin ulaşmış bulunduğu sonuçlarla intibak ettirme” gayretkeşliğine, ya da, bunun tam tersi bir psikozla bu sonuçları kesin reddeden ve engizisyoncu kilise zihniyetiyle mahkûm eden bir seviyeye düşmemek gerekir.
İnsanın, yeryüzündeki mücadelesi boyunca, münasebetlerini doğru oluşturmak için çabalayıp durduğu üç varlıktan 2. ve 3.süne, yani ‘mâ-fevkı’ olan ‘Yaratıcı’ ve ‘hem-cinsi’ olan ‘insanlar’a gelince: bu sahalarda insanoğlunun, Yaratıcının hidayetine olan ihtiyacı bariz olarak kendini her zaman hissettire gelmiştir.
Yaratıcıyla olan alâkasını doğru teşhis ve düzenlemede, insanın çoğu zaman ayakları sürçmüş, şirk ve inkâr şeklinde tezahür eden sapmalara dûçar olmuştur.
Yine insanoğlunun, hem-cinsi olan ‘insan’la münasebetlerini tespit ve düzenlemede de başarısız kaldığına tarih tanıklık ede gelmiştir. Özellikle insanın birey ve toplum olarak tâbi olması gereken asgari müştereklerin tespiti ve yeryüzünde zülmü bertaraf edecek adaletli bir düzen ikame etme çabaları hep hüsranla sonuçlanmıştır.
‘Toplumsal Sözleşme’diye adlandırılan, insanları yönetecek yasaların konulmasında, öncelikle ‘yasa koyucu’da (Şâri‘de) olması gereken vasıflar, işin uzmanlarınca, uzun-uzadıya tartışma konusu yapılmıştır. Bir yasanın yeterli, âdilve toplum bireylerince itaat edilebilir (eski ifadeyle ‘mâ bihi’l-ittibâ’) olabilmesi için, ‘yasa koyucu’nun (Şarî’in), aşağıdaki vasıflara sahip olması öngörülmüştür:
* İnsanı çok iyi tanımalı, ihtiyaçlarını çok iyi takdir etmelidir;
* İnsanın –gerçekten– iyiliğini (hayrını) istemelidir;
* Yaptığı yasalardan hiçbir çıkarı olmamalıdır (müstağni olmalıdır).
Fransız düşünür Jean Jacques Rousseau (1712-1778), bu konu üzerine yazdığı eserinde ‘yasa koyucu’da aranması gereken vasıfları yukarıda verdiğimiz şekilde sıraladıktan sonra şunu ilâve eder: “İnsanlara yasalar vermek için tanrılar gerek.”[19]Jean Jacques Rousseau’nun ‘tanrılar’ şeklinde pagan bir söylem içerisinde verdiği çözümü, ‘Yaratıcı, Âdil, Kadîr, Hikmetli, Raûf, Rahîm.. olan ALLÂH’ şeklinde düzeltirsek, bu ezelî ve ebedî gerçeği doğru ifade etmiş oluruz.
İlâhî mesajlar, tarih boyunca kâinatın varlığının ve insanoğlunun bu uçsuz-bucaksız kâinat içerisinde yaşamının anlamını bildirmişlerdir:
Dünya hayatı geçicidir, bâki olan âhiret hayatıdır. İnsan, bu geçici dünyada Rabbine ‘kulluk’ etmek üzere yaratılmıştır; Rabbinin varlığına ve ölümden sonra O’nun huzurunda ‘hesap vereceğine’ şeksiz bir iman içerisinde, erdemli (salih amelli) bir hayat yaşamaya talip olmalıdır. Bunun için de Allâh’ın hidayetine tâbi olmaktan başka çıkar yolu yoktur. Allâh, hayat prospektüsünü en doğru sunacak güçtedir; zira ‘yaratıcıdır’.
c) Kur’ân Hidayetinin Özelliği
‘Hidayet’, yol gösterme, rehberliktir. ‘Yol gösterme’de aslolan, insanı nihaî hedefine kadar bilfiil götürmek değil, yeterli âyetler (işaret taşları/nirengi noktaları/röperler) vererek onun, kendi irade ve inisiyatifiyle o hedefe varmasına yardımcı olmaktır. Aksi halde, insanın aklının ve iradesinin fonksiyonu gözardı edilmiş olur ve içgüdüleriyle hayatını idame ettiren diğer canlılardan farkı kalmaz.
İşte son ‘ilâhî-sözlü hidayet’ –özele indirgersek Kur’ân hidayeti–, insanlara öncelikle röper noktaları vermiştir. Ancak, bu soyut yönlendirmelerin yanısıra –örneklemelerin insan tabiatı üzerindeki müsbet etkileri gerçeğinden hareketle– ilk muhatap toplum üzerinde tatbikatını da beraber sunmuştur.
Bu yönüyle Kur’ân, herhangi bir hukuk kitabına benzememektedir. Zira o, bir defada vücûda getirilmiş bir hukuk mecellesi olmayıp 23 senede, gerekçesini, uygulamasını ve ahlâkî değerlerini beraber getirmiş ve bu süre zarfında prototip bir Kur’ân toplumu oluşturmuş gerçekten benzersiz bir kitaptır.
Bu ilk uygulamada, yerel ve özel şartların dikkate alınmasında, Hz. Peygamber’e yeteri kadar inisiyatif verildiğini görüyoruz. Allâh’a itaatin yanısıra Hz. Peygamber’e de itaati şart koşan âyetler[20]Peygamber’in (s) bu ‘uygulama’ sürecindeki yetkisini vurgulamaktadır.
Buna rağmen, bu yerelleştirmede bütün inisiyatif, Hz. Peygamber’e bırakılmamıştır. İlk muhatap toplumun dilini araç olarak kullanan Kur’ân’ın[21]bizzat kendisi de, o toplumun arka-plânını ve örfünü (müte‘aref’ini) göz önüne alarak ahvale uygun özel hükümler vaz’etmiştir.
Bu itibarla, Kur’ân-ı Kerîm’in, 23 senelik nüzûl ve uygulama ortamı içerisinde, hidayet ettiği toplumun gelişmesine uygun olarak ve tedrice riayet ederek, evrensel inanç ve amel esaslarının yanı sıra tarihsel / özel, hatta geçici hükümler koyması çok tabii görülmelidir. Müslüman cemaatin dûçar olduğu problemlerin âcil çözümünden, Hz. Peygamber’in aile hayatına kadar uzanan düzenlemelere varıncaya kadar, Kur’ân-ı Kerîm’de birçok özel hükme rastlamak mümkündür.
Burada, Kur’ân’ın nüzûlu tamamlandıktan sonra geçici hüküm mesabesinde kalan nassa örnek olarak, Hz. Peygamber’in vefatından sonra, geriye bıraktığı eşleriyle kimsenin evlenemeyeceğine dair hüküm verilebilir (33/53)[22].
Buraya kadar serdettiğimiz mülâhazalarımızı şöyle özetleyebiliriz:
*İnsanlığın gelişimi son bulmamıştır. Son ilâhî yazılı mesajın inişinden sonra da bu gelişim devam etmektedir. Bunun sonucu olarak da, yeni ihtiyaç ve problemlerin oluşması ve bunları karşılamak için eski hükümlerin tâdili ya da birtakım yeni hükümlerin ikâmesi kaçınılmazdır.
*Öncelikle, insan-insan ve insan-Allâh münâsebetlerini tayin ve tanzimde rehberlik eden ilâhî mesajlarda –insanlığın gelişmesi de göz önüne alınmış olduğundan– Kur’ân’da, evrensel nitelikte vaz‘edilen prensip ve hükümler çok az sayıda tutulmuştur. Bu az ve kapsamlı prensip ve hükümlerin dışında kalan sahalarda, özellikle ‘insan-madde’ ilişkilerinde, insana geniş bir inisiyatif alanı bırakılmıştır.
* İlâhî hidayetteki teâmül gereği, Kur’ân’da, evrensel inanç ve amel esaslarının yanısıra, özel ve tarihsel uygulama ve yorumlara da yer verilmiş, yani ilk muhatap toplumun özel ihtiyaçları ve mütearifi (örfü, kültürü) dikkate alınmıştır.
Bütün bu hususlar göz önüne alındığında; ilk muhatap toplumun örf ve âdetine bina olunan ve zaman/mekân değişmesi sonucunda, vaz‘ edilmelerine esas olan illetleri değişmiş ahkâm ve muamelâta dair hükümlerin değişebileceği sonucuna varabiliriz.
Hz. Peygamberin vefatından sonra, özellikle Hz. Ömer’in bazı uygulamaları bu kanaatimizi te’yid edici niteliktedir. Mut‘a’yı (muvakkat evliliği) yasaklaması, fethedilen arazileri muqâtileye (savaşanlara) pay etmemesi, zekâttan ‘muellefe-i qulûb’a hisse ayırmaması[23], Tağlib kabilesinden ‘kırkta-iki’ zekât alması… gibi uygulamaları, onun, Kur’ânî ve Peygamberî uygulamaların zahirini değil, ruhunu/mesajınıesas aldığını ortaya koymaktadır.
Bu konuda Fazlurrahman şöyle yazar:
Hz. Ömer, Irak ve Mısır’ın fethedilen arazilerini muqâtileye dağıtmamakla ‘daha sonrakilerin nass veya muhkem diye tanımladıkları Kur’ân âyetlerini ve Peygamber sünnetini harfiyyen uygulamak yerine, sosyo-ekonomik şartların, dolayısıyla Hz. Peygamber’in, hayatı boyunca tesis etmeye çalıştığı adalet ilkesinin gereğini yerine getirmiştir[24].
Mâmafih bu konuda karar vermek pek o kadar kolay da değildir. Kur’ânî ya da genel olarak İslâmî bir hükmün, başka zaman/mekânlarda da geçerliliğini koruyup-korumadığının tayini konusunda göz önüne alınması gereken bazı hususlar vardır:
Herşeyden önce, Kur’ân’ın evrensel sâbiteleri, İslâmî yasamanın amaçları ve genel ilâhî düstûrları çok iyi tesbit edilmeli ve bilinmelidir;
Söz konusu hükmün illeti (gerekçesi) doğru tespit edilmiş olmalıdır. İlleti kesin olarak bilinmeyen ilâhî bir hükmün değişmesi gereğinden bahsedilemez (Domuz eti);
Söz konusu hükmün illeti, İslâm-dışı ideolojilerin dayatması sonucu olmaksızın, tabiî bir şekilde değişmiş olmalıdır;
Söz konusu hüküm; Kur’ân’ın nüzûl ve tatbik seyri, uygulamasındaki tedrîc dikkate alınarak mütalaa edilmeli, uygulamada hükmün öncelik ve sonralığı göz önüne alınmalıdır.
Kur’ân’ın Evrensel Sabiteleri ve Yasamanın Amaçları
İnsanın yücelişini hedef alan Kur’ânî hidayet ilkeleri (özetle):
a) İnanç esasları
* Allâh’a şirksiz (eş koşmaksızın) iman (Tevhîd inancı),
* Âhirete şeksiz (şüphesiz) iman (Hesap Günü inancı) .
Meleklere, peygamberlere, kitablara iman yukarıda verilen iki temel inancın lâzimeleridir. Onun içindir ki Kur’ân’da daha çok ‘Allâh’a ve âhiret gününe iman’ şekli kullanılmıştır.
b) (Sâlih) Amel:
* Namazı ikame etmek (nefsi arındırıcı en önemli bireysel ibadet),
* Zekât vermek veya infak etmek (malı arındırıcı en önemli toplumsal ibadet)
Oruç tutmak, haccetmek ve diğer bütün hayırlı amellerin hepsi bu iki salih amelin lâzimeleri addedilebilirler. Onun içindir ki Kur’ân’da ‘namaz-zekât’ ikilisi çok sık tekrarlanmıştır.
İslâmî yasamanın, ‘temel hak ve hürriyetler’in temini sadedinde hedeflediği hususlar ise İslâm hukukçularınca şöyle tesbit edilmiştir:
Dini korumak,
Aklı korumak ,
Canı korumak,
Malı korumak,
Nesli korumak,
Özet bir ifadeyle; fikir ve inanç hürriyeti, can ve mal güvenliği ve neslin sağlıklı idamesi..
Kur’ânî Bazı Temel Prensipler
* Helâl ve haramın ölçüsünü ancak Allâh tayin eder:
وَلاَ تَقُولُوا لِمَا تَصِفُ أَلْسِنَتُكُمُ الْكَذِبَ هَذَا حَلاَلٌ وَهَذَا حَرَامٌ لِتَفْتَرُوا عَلَى اللَّهِ الْكَذِبَ …
“Dillerinizin yalan yere nitelendirmesinden ötürü “Şu helâldır, şu haramdır” demeyin, sonra Allâh’a karşı yalan uydurmuş olursunuz..”(16/116)
قُلْ أَرَأَيْتُمْ مَا أَنْزَلَ اللَّهُ لَكُمْ مِنْ رِزْقٍ فَجَعَلْتُمْ مِنْهُ حَرَامًا وَحَلاَلًاقُلْ اللَّهُ أَذِنَ لَكُمْ أَمْ عَلَى اللَّهِ تَفْتَرُونَ.
De ki: “Gördünüz mü, Allâh’ın size rızık olarak indirdiği şeylerin bir kısmını haram bir kısmını helâl yaptınız”. De ki: “Allâh mı size böyle izin verdi, yoksa siz Allâh’a iftira mı ediyorsunuz?” (10/59)
* Helâl ve haramların, emir ve nehiylerin mûcib karakterleri:
Kur’ân’da, helâl ve haram kılınmış örnek nitelikte eşya ve fiillerin yanısıra, bu hükümlere gerekçe olacak küllî (genel) karakterleri de verilmiştir. Bu cümleden olarak tayyibât (iyi/temiz/güzel şeyler) helâl, bunun karşıtı olan habâis (kötü/pis/çirkin şeyler) haram kılınmıştır:
… كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ …
…Size verdiğimiz rızıkların ‘iyi/temiz’lerinden (tayyibât’tan) yiyin…(2/57, 172);
يَسْأَلُونَكَ مَاذَا أُحِلَّ لَهُمْ، قُلْ أُحِلَّ لَكُمُ الطَّيِّبَاتُ …اَلْيَوْمَ أُحِلَّ لَكُمُ الطَّيِّبَات …
Sana, kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: “Size iyi/temiz şeyler (tayyibât) helâl kılındı… Bu gün size iyi/temiz şeyler helal kılındı…(5/4-5)
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا لاَ تُحَرِّمُوا طَيِّبَاتِ مَا أَحَلَّ اللَّهُ لَكُمْ وَلاَ تَعْتَدُوا إِنَّ اللَّهَ لاَ يُحِبُّ الْمُعْتَدِينَ
“Ey inananlar, Allâh’ın size helâl kıldığı iyi temiz şeyleri (tayyibât’ı) haram kılmayın, sınırı aşmayın. Çünkü Allâh, sınırı aşanları sevmez” (5/87).
قُلْ مَنْ حَرَّمَ زِينَةَ اللَّهِ الَّتِي أَخْرَجَ لِعِبَادِهِ وَالطَّيِّبَاتِ مِنَ الرِّزْقِ
De ki: “Allâh’ın, kulları için çıkardığı zîneti ve rızıktan iyi/temiz olanları (tayyibât’ı) kim haram kıldı?”…(7/32)
… يأْمُرُهُمْ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَاهُمْ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَائِثَ …
O (Peygamber) ki, kendilerine (fıtraten) iyi bilinen şeyler’i (ma‘rûf’u) emreder, kendilerini (fıtraten) kötü görülen şeyler’den (münker’den) meneder; onlara iyi/temiz şeyleri (tayyibât’ı) helâl, kötü/pis şeyleri (habâis’i) haram kılar… (7/157).
Demek ki Allâh, ‘tayyibât’ı helâl kılmış, ‘habâis’i haram kılmış, ‘ma‘rûf’u emretmiş ‘münker’den nehyetmiştir. (Habâ’is için ayrıca bkz. 16/72, 20/81, 23/51, 40/64).
Fâhişe, fevâhiş, fahşâ[çirkinlik(ler)] ve sû’ [kötülük] haram kılınmıştır:
… وَلاَ تَقْرَبُوا الْفَوَاحِشَ مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَمَا بَطَنَ …
…Çirkinliklerin [fevâhiş’in] açığına da, kapalısına da yaklaşmayın…(6/151);
قُلْ إِنَّمَا حَرَّمَ رَبِّيَ الْفَوَاحِشَ مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَمَا بَطَنَ وَالْإِثْمَ وَالْبَغْيَ …
De ki: “Rabbim, ancak çirkinlikleri [fevâhiş’i] gerek açığını, gerek gizlisini; günahını ve saldırganlığını… haram etmiştir”…(7/33).
وَإِذَا فَعَلُوا فَاحِشَةً قَالُوا وَجَدْنَا عَلَيْهَا آَبَاءَنَا وَاللَّهُ أَمَرَنَا بِهَا قُلْ إِنَّ اللَّهَ لاَ يَأْمُرُ بِالْفَحْشَاءِ أَتَقُولُونَ عَلَى اللَّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ.
Onlar bir çirkinlik [fâhişe] yaptıkları zaman “Babalarımızı bu yolda bulduk, ve bunu bize Allâh emretti” derler. De ki: “Allâh çirkinlikleri [fahşâ’yı] emretmez. Allâh’a karşı bilgisizce şeyler mi söylüyorsunuz?”(7/28)
وَلاَ تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُبِينٌ ﴿168﴾ إِنَّمَا يَأْمُرُكُمْ بِالسُّوءِ وَالْفَحْشَاءِ .. ﴿169﴾
… Şeytanın adımlarını izlemeyin; çünkü o, sizin apaçık düşmanınızdır… O size daima kötülük [sû’] ve çirkinlikler [fahşâ] (yapmamanızı)… emreder (2/168-169).
Aşağıdaki âyet ise, Allâh’ın en genel nitelikli emir ve yasaklarını ihtiva etmektedir:
إِنَّ اللَّهَ يَأْمُرُبِالْعَدْلِ وَالْإِحْسَانِ وَإِيتَاءِ ذِي الْقُرْبَىوَيَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْيِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ.
Allâh adl’i [adaleti],ihsan’ı [âli-cenaplığı], yakınlarınaîtâ’yı [vermeyi] emreder; fahşa’dan [çirkinlikler’den], münker’den [(fıtraten) kötü görülen şeyler’den] ve bağy’den [taşkınlıktan] meneder…(16/90).
Bir taraftan adl, ihsan ve îtâ emredilmiş; diğer taraftan fahşâ, münker ve bağy yasaklanmıştır. Bu kelimelerin hepsinin genel karakterli kavramlar olduklarına dikkat edilmelidir. Kur’ân’da 38 defa geçen ma‘rûf ve bunun karşıtı olan münker, Kur’ân’ın en genel karakterli kavramlarındandır. Bazı âyetlerde ‘ma‘rûf ile’ ya da ‘örfe uygun’ davranılması emredilmektedir. (بِالْمَعْرُوفِ : 2/180, 288), (بِالْعُرْفِ وَأْمُرْ : 7/199)
Bütün bu kelimelerin mânâlarının doğru anlaşılması, teşrî’de Allâh’ın gözettiği illet (gerekçe) ve gayeleri anlamamıza vesile olacak ve yeni yasamalara gerekçe olarak alınabileceklerdir. Bu kelimelerin daha kapsamlı tahlillerine girmiyoruz.
* Müslümanlar arasında alınacak kararlarda şûrâ (müşavere) esastır:
… وَشَاوِرْهُمْ فِي الْأَمْرِ… وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ
…(Yapacağın) iş(ler) hakkında onlarla müşavere et…(3/159);… İşleri, aralarında müşavere iledir…(42/38)
* Göklerde ve yerde her şey insanın istifadesine sunulmuştur.
[“Eşyada asl olan ibahedir (mübah olmasıdır)” prensibinin temeli.]
أَلَمْ تَرَوْا أَنَّ اللَّهَ سَخَّرَ لَكُمْ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ …
Görmediniz mi, Allâh, göklerde ve yerde ne varsa hepsini size râm (musahhar) kıldı... (31/20)
وَسَخَّرَ لَكُمْ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ جَمِيعًا مِنْهُ …
Göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden (bir lutuf olarak) size râm (musahhar) kıldı... (45/13).
هُوَ الَّذِي خَلَقَ لَكُمْ مَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا
O (Allâh) ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı… (2/29).
Kur’ân’dan, yukarıdakilere benzer başka küllî (genel) prensip ve kâideler çıkarmak mümkündür. Biz sadece bazı örneklerle yetindik.
Günümüzde Çokça Tartışılan Bazı Meseleler
Günümüzde Kur’ân etrafında oluşturulan problemlerin büyük bir kısmını, Kur’ân-dışı rivâyetlerle yanlış olarak elde edilen yorumlar teşkil eder. Örnek vermek gerekirse; Kur’ân’da ‘mürtedd’in (İslâm’dan, başka bir dine dönenin) öldürüleceğini emreden hiçbir nass mevcut değilken, bu hüküm, âdeta tartışmasız bir İslâmî ceza olarak kabul edilmiştir. Oysa böyle bir hüküm, birçokları meyanında (2/217, 5/54), “Dinde zorlama yoktur…” (2/256) âyetine de aykırı düşmektedir[25].
Bir kısım problemler de, vahyin nazil olduğu farklı ortamların, farklı sosyal yapıların, farklı ihtiyaçların doğurduğu problemler olarak tezahür ederler. Böyle bir durumda Kur’ân nassının öncelikle doğru anlaşılmış olması, sonra da doğru yorumlanması gerekir.
Bir de, resmî ideoloji ve statükoların dayatma ve etkilerinden, mümkün olabildiğince âzade (bağımsız), yani objektif olmanın yolları aranmalıdır.
Bu şartlar yerine getirilerek yapılacak Kur’ânî yorumlarla; nassların mefhumlarına uygun ve problemlerimizi çözücü makul ve tatmin edici izah ve sonuçlara ulaşabileceğimize inanıyoruz.
Günümüzde çokça tartışılan Kur’ânî konuları şöyle özetleyebiliriz:
Ceza Hukuku ve özel olarak hadd’ler;
Dört kadınla evlenme;
Miras hukuku;
Kadının tanıklığı, nüşûzu halinde dövülmesi, tesettürü, musahafası;
Enflasyonist ekonomik düzenlerde riba/faiz tanımı, v.s…
Kur’ân’da Kölelik / Câriyelik Hukuku – Mükâtebe Hukuku (24:33)
Bu konuların birkaçı üzerinde kısaca duralım:
Ceza Hukuku ve Özel Olarak Haddler
Kur’ân, öncelikle cezalardan değil, Allâh’tan korkan bir toplum oluşturmayı hedeflemiştir. Önce âdil insanî prensipler üzerinde temel hak ve hürriyetler temin ve ikame edilmiştir. Çeşitli imanî ve ahlâkî değerler ve insanî müesselerle bütün bu hak ve hürriyetler sağlandıktan sonradır ki, özgür iradelerle tercih edilen böyle bir düzeni ihlâl eden fiil ve davranışlar takbih ve mahkûm edilerek müeyyideler vaz‘ edilmiştir.
Ancak bütün cezai müeyyidelerde Kur’ân’ın siyaseti; suçluyu yok etmek, aforoz etmek ya da ona işkence yapmak değil, öncelikle ‘suçu’ mahkûm etmek, suça karşı caydırıcı bir ortam oluşturmak, kamu vicdanını da tatmin ederek birtakım intikam duygularının yaşamasına fırsat vermemek; kısacası insanlara kardeşçe bir yaşama ortamı temin etmektir.
Genel olarak ahkâmla, özel olarak ceza hukuku ile ilgili âyetlerin hemen hepsinin Medine döneminde ve birçoğunun risaletin son birkaç yılında nâzil oldukları tarihî bir vakıadır. M.Esed’in Röportajından:
“(..) Eğer tam sosyal adalete dayalı bir devlet kurmuşsanız o zaman cezalar koyarsınız. Bütün haklar tanınmadıkça hiç kimse ceza koyma hakkına sahip değildir.
İslâm Devleti kurma yolundaki bütün modern girişimlerin ilk bulduğu yenilik ‘ukûbât’ olmaktadır: Kamçılamayı ve el kesmeyi de kapsayan ceza sistemi. Bu, gerçek bir İslâm toplumu oluşturmaya yetmez. Allâh’dan değil, şiddetli cezalardan korkan bir toplum oluşturur ancak.
(Kelime Dergisi, Temmuz/1987, Sayı:13, s.45).
Unutmayalım ki bir binanın inşasına temelden başlanır; çatısı en son yapılır.
* Adam öldürme konusunda; Kur’ân; gerek diyet, gerekse kısas şeklindeki, İslâm öncesi Araplara ait[26]çözüm şekillerini kabul etmiş olmakla beraber (2/178, 4/92); hemen akabinde “…ve her kim kardeşi tarafından bağışlanırsa...” şeklinde ‘bağışlama’nın, Allâh katında daha faziletli olduğunu da ilave etmiştir (2/178)[27]. Ancak bu bağışlama mazlum tarafın gönül rızasına dayandığı takdirde intikam duyguları bertaraf edilmiş olur. İbtidaen hayata kasdetmiş bir zâlimi affetmek hakkının, hayatına kastedilen mazlum tarafa ait olması kadar âdil bir hüküm tasavvur edilemez. Ve böyle bir hakka sahip kılınmış tarafın affetmesi de gerçek fazilet olur. Bununla beraber, Kur’ân’ın başka bir âyeti, açıkça, adam öldürme suçunu, sadece aileye karşı işlenmiş bir suçtan ziyade, topluma karşı işlenmiş bir suç olarak ifade etmektedir (5/32)[28]. Yani, kısas (idam cezası) ibka edilmelidir.
* Hırsızlığın cezasını takdir ederken, Kur’ân, gene İslâm öncesi uygulamayı[29], yani el kesmeyi öngörmüş olmakla beraber (5/38), hemen arkasından “Kim ettiği zulumden sonra tevbe edip (halini) düzeltirse, bilsin ki Allâh onun tevbesini kabul eder. Allâh bağışlayan’dır, merhametli olandır”(5/39)[30]demektedir. Burada da ‘samimi pişmanlığın’ hedeflendiği, ve tevbesi halinde Allâh’ın affının söz konusu olabileceği vurgulanmıştır.
* Zinanın Kur’ân’la öngörülen celde cezasına gelince (24/2); âile gibi, toplumun temel taşı olan bir müessesenin tahribine müncer olacak böylesi bir cürmün cezasız kalmasını isteyecek bir sağduyunun varlığına inanmak mümkün değildir. Dikkat edilirse, Kur’ân-ı Kerîm, “zina etmeyin” demiyor, “zinaya yaklaşmayın” (17/32) buyurarak ona yaklaşılmasını bile yasaklıyor. Burada da şu önemli âdil prensibi hatırlamak gerekir: İslâm, sadece bir kötülüğü yasaklamayla yetinmez, o kötülüğe götürecek yolları da kapatır. Fıkıhçıların seddu’z-zerâyi‘ diye isimlendirdikleri bu Kur’ânî prensibi, İslâm’ın bütün yasaklarında görmemiz mümkün. Nitekim zinaya yaklaşmayı zorlaştıracak, dolayısıyla zina yasağına riâyeti kolaylaştıracak tedbirlerin, zina cezasından daha önce ikame edildiğini görmekteyiz. Kadın-erkek, her iki cinsin birbirlerini tahrik etmeyecek şekilde giyinmelerini, ihtilât ve halvet gibi baştan-çıkarıcı konumlara düşmemelerini kural haline getirmesi ve herşeyden önce meşru evliliği kolaylaştırarak teşvik etmesi ‘seddu’z-zerâyi’nin en güzel örneklerindendir. Bu kabil tedbirlerin tarihselliğini iddia etmek için ileri sürülecek gerekçeler inandırıcı olamazlar.
Zira kadın-erkek iki türün, biyolojik ve psikolojik yapılarında, geçen zaman zarfında büyük bir değişikliğin meydana geldiğini hiç kimse iddia edemez.
* ‘Recm’denilen, zina eden evli kimselere uygulanması öngörülen ve ölümle sonuçlandırılan ‘taşlama’ cezasının ise; Kur’ân’da yer almadığı; Kur’ân’ın bu konuda öngördüğü genel ‘celde’ hükmüyle bağdaşmadığı ve buna mesned olarak ileri sürülen birkaç rivâyetin Kur’ân hükmüne aykırı düşmeyecek şekilde yorumlanmalarının mümkün olmaları sebebiyle genel bir İslâmî ceza addedilmesini doğru bulmamaktayız.
- See more at: http://www.iktibasdergisi.com/kuranin-evrenselligi-ve-tarihselligi-uzerine/#sthash.ukFz8D3W.dpuf
Orjinal Habere Git
— HABER SONU —