Tarih: 14.05.2017 08:15

KUR’AN’A MODERNİST YAKLAŞIMLAR

Facebook Twitter Linked-in

 “Andolsun ki, Resûlullah, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.” (Ahzab 33/21)
Geçen sayıdan devam
B- MODERNİST YAKLAŞIMLAR                                               
a- Kur’an’ı Mealci Bir Mantıkla Okumak. (Peygamberi devreden çıkartarak okumak)
Malum olduğu üzere Allah Teâlâ her defasında kitabını bir elçi vasıtası ile göndermiştir. Çünkü kitabın hayata geçirilmesi o elçinin eliyle ve diliyle mümkün olmuştur. Sözün davranışa dönüştürülmesi, ilk muhatabı olan Elçilerin davranışlarıyla cisimleştirilmiş ve ümmete örnek gösterilmiştir:
“Andolsun ki, Resûlullah, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.” (Ahzab 33/21)
Mealcilikle temayüz etmiş insanların Kur’an’a, Peygambere ve Onun hadislerine yaklaşımlarında büyük bir sakatlık görüyoruz. Kur’an okumaları Kur’an bütünlüğünden uzak, ayetler bağlamından kopartılarak lâfzî bir okuma biçimiyle okumaktadırlar. Örneğin insanı sarhoş edip aklı gideren içkiler konusunda sadece Kur’anda ismi zikredilen şarabın yasaklandığını, aynı özelliğe sahip adı anılmayan diğer içkilerin haram olmadığını söyleyecek kadar ileri gitmektedirler.
İbadetler konusunda örneğin Namaz kılmada peygamber gibi kılmaya ihtiyaç yoktur. Namaz duadır. İnsan bir miktar ayakta, oturarak veya yolda giderken de dua eder ve böylece namazını kılmış olur” şeklinde bir anlayışa sahiptirler.
Peygamberimizin hadislerine yaklaşımda ise, süpürüp atıcı bir yöntem kullanmaktadırlar. Peygamber (as) uygulamada örnek olarak almamanın tabii bir sonucu olarak namazlarda rekât sayısı diye bir uygulamaları da yoktur. Bu anlayışta en az tarih boyunca altında hadis yazan sözleri Kur’an’ın eleğinden geçirmeden, toplayıp alanların yapmış olduğu yanlış kadar büyük bir yanlıştır.
Özellikle Kur’an’ın uygulaması olan fiili sünnetleri göz ardı etmek, kabul edilebilir bir şey değildir. Çünkü Elçiler, dinin tebliğinden mesul olduğu kadar tebliğ ettiği ayetlerin hayata nasıl uyarlanacağını kusursuz olarak göstermekten de mesuldürler. Çünkü elçilere verilen bir imkân, Allah tarafından hiç kimseye verilmemiştir. Vahyin devam sürecinde elçilerin yapmış olduğu şeyler Allah’ın iradesine uygun değilse, hataları vahiyle düzeltilmiştir. Bu imkân sadece peygamberlere verilmiş bir imkân olduğundan o’nun örnekliği, yapıp ettiklerinin doğru olduğundan ve Allah tarafından kabul edildiğinden eminiz. Elçinin dışında her hangi bir kimsenin yapıp etmelerinin doğruluğu ise meçhuldür.
En azından şunu kesin olarak biliyoruz ki, Allah’ın Elçileri asla dinine ihanet etmez. Keyfi olarak bir şey yapmaz. İnsanları zora sokmak için uğraşmaz. “İki şey arasında Rabbim tarafından muhayyer bırakılsam, kolay olanını tercih ederim” sözü onun bu konudaki yaklaşımını ortaya koymaktadır. Allahtan olmayan bir şeyi dindenmiş gibi bildirmez. Böyle bir durumun olması halinde onu elçi olarak gönderenin nasıl bir tehditle tehdit ettiğini görüyoruz:
“Eğer o, bize karşı bazı sözleri uydurup-söylemiş olsaydı, Elbette biz onu bundan dolayı kuvvetle yakalardık. Sonra da onun şah damarını keser atardık. Hiçbiriniz de onu bizden koruyamazdınız. Doğrusu Kur’an Allah’a karşı gelmekten sakınanlara bir öğüttür.” (Hakka 69/44-47)
Allah’ın elçisinden olduğundan emin olduğumuz konularda elçiye uymak, İslam’a uymak, Kur’an’a uymak ve dolayısı ile Allah’ın hükmüne uymaktır. Uymamak ise bu saydığımız şeylere uymamak ve Allahın hükmünden uzak kalmak anlamına geleceği gayet açıktır.
İslam’ın şiarı olan “emri bil mağruf nehyi anil münker” olarak ifade edilen, iyiliği emretmek kötülüğü nehyetmek sadedinden olarak Müslüman’a yakışan, bu insanlara doğruları hatırlatarak yanlıştan dönmelerini sağlamaktır. Kimsenin ayıp ve kusurlarını araştırmak, sayıp dökerek muhasebesini tutmak bizim işimiz değildir. İnanıyoruz ki Allah hiç kimsenin gayretine ihtiyaç duymayacak şekilde herkesin yapıp ettiklerinin muhasebesini tutuyor. Zira yapılan hiçbir şeyi ihmal etmeyip İmhâl ettiğini açıkça bildiriyor.(Yasin 36/12) Gizli ve açık tüm işlerin sonunun Allaha varacağına inanıyoruz. Onun için kendimizi o güne hazırlamanın gayretinden başka kederimiz yoktur.
Şunu çok net olarak bilmeliyiz ki kimsenin meal okumasından rahatsız değiliz çünkü kırk yılı aşkın bir zamandan beri ulaşabildiğimiz insanlara anadillerine çevrilmiş, anladıkları dilden Kur’an okumalarını tavsiye ediyoruz. Dünyanın hiçbir yerinde anlamadıkları bir dilde yazılmış bir kitabın harflerini seslendirmek için kitap okuma biçimi yoktur. Bu sadece Müslümanlara özgü bir okuma biçimidir. Merhum Iraklı âlim Gazali (çağdaşımız) bu gerçeğe parmak basarak, Müslümanların bu gün, bu halde olmalarının yegâne sebebinin bu olduğunu teslim etmektedir. Müslümanım diyenlerin bir kısmı, Allah Teâlâ’nın insanlar okuyup anlasınlar da hallerini düzeltip Allah’ın istediği gibi Allaha kulluk etsinler diye, açık anlaşılır (Yusuf 12/2)ve öğüt alınması için kolaylaştırdığı (Kamer 54/17-22-32-40) kitabını,  örtüp kapatmak için ellerinden geleni ardına koymuyorlar.  Bu işin hesabını vermeleri her halde kolay olmayacaktır.
Bu nedenle bizim anlaşılmasını istediğimiz, mealcilik yapanların okuma biçiminin yanlışlığını anlatmaktır. Böyle bir okuma ne Allah’ın, ne elçisinin ve nede Müslümanların razı olacağı bir okuma biçimidir. Elbette dinin kaynağı Kur’an, Şarî ise Allah Teâlâ’dır. Ancak elçisi de bu dinin birinci elden uygulayıcısıdır. Onu hesaba katmamak, razı olunan uygulamayı hesaba katmamak olacağından, yapılan amellerin kendini tatminden öte bir anlamı olmayacaktır.
Akıllı insan akıbetinden emin olmadığı bir işi yapmaktan imtina eder. Zira akıllı olmak bunu gerektirir. Dibini görmediği suya girmenin, yüzmede bilmiyorsa sonucu bellidir. Koruyup kurtaracak bir tedbir almadan insan suya girmez iken; ebediyen kazanıp kaybetmekten emin olmadığı bir yola girer mi? Bu iş ben yaptım oldu ile olacak şey değildir.  Dünyadaki yanlış hesaplarımız “Bağdat’tan” dönüyor. Ama dinde yaptığımız yanlışlar ahiretten dönmüyor. Onun için bu işteki yanlış tercihlerimizin düzeltilmesi ise din gününe kalmaktadır. Orada ise düzeltme imkânı yoktur. O gün İnsan, ancak yapıp ettiklerinin sonuçlarını kucağında bulacağı gündür.
b- Tarihselci bir mantıkla okumak:
Tarihselcilik: Var olan her şeyin, her zaman tarihsel gelişme seyri içinde görülmeleri gerektiğini savunan yaklaşımdır. Tarihsellik ise tarihe ait olan demektir.
Her çağın, her tarihsel dönemin, o döneme damgasını vuran fikirler ve ilkeler aracılığıyla yorumlanması gerektiğini savunur.
Bir felsefe terimi olarak tarihselcilik batıda 16. yüzyıldan itibaren telaffuz edilmeye başlanmıştır. Fransız devriminden önce ve sonra kendisine alan bulan anlayış, Fransız Devriminden sonra ortaya çıkan Din ile Siyasetin, Kral ile Papanın, Din ile Dünyanın ayrılmasıyla durumunu daha da pekiştirmiştir. 17. ve 18. yüzyıllarda tarihselci tenkit metodu, kutsal metinler üzerinde de denenmeye başlanmıştır.
Bu yöntem oluşumunu tamamen İslam dünyasının dışında
tamamlamıştır.
Helle üniversitesi ilahiyatçılarından Salamo Semler ilk defa tarihselci bir programla Kitabı Mukaddese, eleştiren bir tarih araştırmacısı gözüyle bakmayı denemiştir.
Ayrıca Semler, Allah’ın kelamı ile kutsal metinleri bir birinden ayırarak kutsal metinlerin Allah’ın kelamı olmadığını savunmuştur.
“Tarihselciliğin değer felsefesine göre, tüm zamanlar ve mekânlar için geçerli bir hakikat yoktur. Her hangi bir şeyin gerçek mahiyetini tespit etmenin yolu, onun tarihsel gelişim süreci içerisinde oynadığı rolü ve işgal ettiği yeri tespit etmekle mümkündür”demektedir.  
Tarihselcilik 19. yüzyılda Diltey tarafından sistematik hale getirilmiştir. Bunu hazırlayan sebepler bilimin ilerlemesi sonucu kitabı mukaddes deki bir takım verilerin bilimsel verilerle çatıştığı görülünce batı insanı için iki yol kalıyordu:
Ya kitabı mukaddesin tümüyle beşeri kaynaklı olarak görülmesi ve tarihsel bağlamının tespit edilerek açıklanması;
Ya da ilahi kaynaklı olduğu kabul edilmekle birlikte, onun ifade ve kurgusunun tarihsel olduğu belirtilerek yorumlanması. Böylece tarihte olup bitenleri beşerileştirerek, tarihte olup biteni anlamaya çalışan insanın da tarihsel bir varlık olarak kabul edilmesidir.
Bu tez ile ortaya çıkan önemli iki sonuç şudur:
Birincisi; tarihte ortaya konulan şeyler o şartların bir ürünü oldukları için evrensel bir karakter arz etmezler.
İkincisi: Anlayan insanın tarihsel şartlar tarafından belirlenmesi nedeniyle her türlü anlama, yorumdan ibaret olup, kesin ve herkesi bağlayan bir anlamdan söz etmek mümkün değildir.
Bu anlayış, beşeri kaynaklı olan her konuda kullanılacak bir takım doğruları taşımaktadır. Ancak beşeri olmayan “ilahi” hitabın, ilahi denetim altında yazıya geçirilen bir metin olan Kur’an’ın ve de onun ilahi destekli tebliğcisi olan Hz. Muhammed (a.s.) için asla geçerli bir anlayış değildir.
 
Tarihselciliğin İslam dünyasındaki tezahürlerine baktığımızda Müslüman ilahiyatçılara da bulaştırılmıştır. Artık onlar için de tarihselciliğin kapısı aralanmış ve görüşlerini şöyle dillendirmişlerdir:
a: Kur’an bir kavme belli bir tarih içinde peyderpey inmiş bir kitaptır. Bu nedenle Kur’an’ı kendi tarihsel bağlamında okumak doğru bir okuyuştur. Çünkü Kur’an ve sünnet referansta bulunacağımız bir kaynak değil; Allah’ın bize bahşettiği örnek almamız gereken bir tecrübedir.
b: Kur’an’ı önceden tasarlanmış bir metin olarak kurgulamak yanlıştır.
c: Birebir meydana gelen olaylarla ve peygamberin özel hayatıyla ilgili durumları gösteren vahiyler bunun delilidir.
d: Kur’an daha ziyade geldiği toplumun ihtiyaçlarına cevap veren bir kitaptır.
e: Kur’an ve sünnetle sergilenen İslam, standart bir durum değil; tarihsel bir duruma karşı takınılan bir duruştur.
f: İslam’ı,  tekrar edilmesi gereken bir durum olarak algılayan lafzi okuma, tarihsel bir duruma (asrı saadete) dönüş anlamında gericiliktir.
g: Kur’an’ın zamanlar üstü mesajını alabilmek için, ilgili durumla Kur’an hitabı arasındaki diyalektiği görmek ve oradan hareket etmek zorundayız.
h: Yaşanan ortamın farklılaşmasıyla Şariin maksadı ile hüküm arasında bir ayrışma ortaya çıkabilir. Kur’an’ın hükmünü aynen tatbik ettiğimizde; Kur’an’ın hedeflemesi mümkün olmayan sonuçlar çıkabilir.
Bu konuda Fazlur Rahman’ın dillendirdiği el kesme, kadının mirası, ölüm cezaları gibi modern hukuka aykırı durum ve anlayışların yani, duruma / ortama göre belirlenmesi konuları işte buradan çıkmaktadır.
Türkiye’de son dönemlerde bolca dillendirilen, başörtüsü, kadının dövülmesi, faizin meşruluğu, Kur’an’ın Türkçe okunarak ibadet edilmesi ve benzeri konuların dayandığı felsefi mercii de burasıdır.
Değişen şartlara / ortama göre hükmün değişebileceğine ilk dönemden Hz. Ömer ‘in uygulamaları örnek gösterilmektedir.
Fethedilen toprakların gazilere verilmemesi:
Müellefeyi kulubtan zekât payının kaldırılması konusu;
Üç talak meselesi;
Devletin hazinesi için divan tutturması konusu;
Kıtlık yıllarında yiyecek çalanlara el kesme uygulanmaması gibi.
Kur’an indiği dönemde adaleti tahakkuk ettirmek için erkeğe iki
Kadına bir vermiştir.  Bugün ise adaleti sağlamak için eşit verilmesi gerekir. Çünkü kadının durumu zamanımızda çok farklı bir konuma gelmiştir” denilmektedir.
            Bu konuların izahını şöyle yapabiliriz:
            1: Hz. Ömer başta Irak arazileri olmak üzere fethedilen toprakları gazilere taksim etmemesi kendi keyfine göre yaptığı bir şey değil; Haşr suresinin 8-10. Ayetlerine dayanarak yaptığını ifade etmektedir: “Bu malları gazilere verirsem arkadan gelenlere ne vereceğim? Bu nedenle topraklar sahiplerinde kalacak onlar işletecek devlete gelirlerinden haraç verecekler. Böylece bu araziden şimdi sizler istifade edeceksiniz; sizden sonra da arkanızdan gelenler istifade edecekler” der. Bu açıklama Ensar ve Muhacirler tarafından kabul görür. Çünkü bu topraklar Medine’nin mucavir alanında bulunan bir kabilenin  topraklar gibi değil. Ülkeler fethediliyor aynen tükenmez madenler gibi bu toprakların tabiatı şahsi mülkiyete uygun değildir.
            2: müellefeyi kulubun zekâttan verilen payını kaldırması:
            Tevbe suresinin 60. Ayetinde bahsedilen zekattan pay ver,ilecekler arasında: “Gönlü İslam’a ısındırılacak olanlara” verilir buyrulmaktadır. Bunun anlamı şudur; bu insanlar henüz yeni İslam’a girmiş o toplumun meleleri. Bu nedenle İslam’ı tanıyıp kabullenene kadar verilecek demektir. Aynen yolcu mukim olunca, fakir zenginleşince, zekât toplayan memur bu görevini bırakınca verilmediği gibi. Bunlara da gönlü ısınması için bir yıl haydi bilemediniz iki yıl verdiniz. Bu iş sonsuza kadar sürecek demek değildir. Kesilmesinin nedeni budur. Bu durumu kavrayamayanlar sanki ilânihaye bu ailelere verilecekmiş gibi anlamalarından kaynaklanmaktadır.
3: Üç talakla ilgili uygulama hem ayette belirtilmekte hem de Resulullah’ın uygulamalarında olan bir konudur. Bu konu açık ve anlaşılır bir durumdur. Konuda bir kapalılıkta yoktur. Bu nedenle İçtihat yapacak bir durumda yoktur. Ayetin beyanına uymak zorunluluğu vardır. Allah Teala nın üç defada kullandırmayı taahhüd ettiği bir konuyu kimse bire indiremez. Bu iş Ömeri de Osmanı da aşan bir konudur. Yapmışsa böyle bir şey, hesabını Allah soracaktır. Bizim böyle bir şeyi yapma lüksümüz olamaz. Hz. Ömer’in yapmasıyla da bir şey meşruiyet kazanmaz.
4: Hazine için divan tutma konusu ise teknik bir konudur. İran’dan alınmış olmasının hiçbir dini mahzuru yoktur. Bu gün teknolojiyi nasıl bulduğumuz yerden alıp kullanıyor isek; divan tutmayı da İran dan almanın hiçbir mahzuru yoktur. Teknik konuların tümü böyledir.
6: Kıtlık yıllarında hırsızlık yapanların eli kesilmemiştir sözü bir genelleme olmayıp suçun işlenmesine sebep olan şeye bakılır, mal koruma altında değilse de el kesilmez. Adam aç ise ölmemek için almış olması da hırsızlık suçu olarak karşılanmaz. Allah böyle durumda bizzat haram kıldığı şeyleri bile yiyebileceklerini buyuruyorken; adam açlıktan çalmışsa elbette hırsızlık cezası uygulanmayacak demektir.
7: Kadının mirası ise açıkça belirlenmiştir. Bunlar Allah’ın hudutları olarak korunması istenmiştir. Buna razı olmayan hududullahı çiğnemiş olacağından Müslüman’ın bu konuda muhayyerliği yoktur. Açıkça belirtilen suç ve cezaların tümünde durum böyledir. Unutmayın ki İslam teslim olmak demektir. Bu yasalara teslim olana da Müslüman denir. Ne Ömer’in ne bir başkasının bu değişikliği yapmaya hakkı yoktur.
(Hz. Ömer için söylenen şu ifadeye dikkat etmemiz gerekir: Yukarıda bahsedilen konuları Hz. Ömer’e dayandırarak onun için şöyle söylerler:
“Hz. Ömer için Kur’an ve sünnet bir referans kaynağı değil onun için bir hatıradır.” Hatıra ise kişinin içinde yaşadığı tarihtir. Buna Fazlurrahman “yaşayan sünnet” tabirini kullanarak bu sünnete başvurduğunu söylüyor. Hal bu ki Hz. Ömer Kur’an’ın Mushaflaştırılması için elinden gelen gayreti göstermiş ve sünnetten istifade için bilen sahabelerin hicretine izin vermemiştir. Bunlar birer hatıra ise, Hz.Ömer sahabelere hatıra anlattırmak için mi Medine de alı koydu düşünmek lazım?)
-Ankara okulundan Ömer Özsoy’un iddiasına göre: “Kur’an’ın Mushaflaştırılarak iki kapak arasına almak ve böylece kuşaktan kuşağa intikalinin Allah’ın amacı olduğunu söylemek zor bir iştir.
-Onun amacı örnek bir cemaat oluşturmaktı demek daha yatkın geliyor bana. Sahabe de referans metni olsun diye cem etmedi Kur’an’ı.
-İlahi iradenin amacı örnek bir ümmet oluşturmaktı. Bunun için Allah topluma gerektiği yerde gerekli miktar müdahale etmiştir. İşte Kur’an bu sözlü müdahalenin yazılı belgesidir.
-Bu nesilde de, daha peygamberin vefatıyla bazılarında geriye dönüş özlemleri depreşiyor.
-Kur’an insanlara bilimsel bir katkı sağlamıyor. Tamamen ahlâki bir katkı sağlıyor. Kur’an insana bilmediği bir şeyi anlatmıyor.” Diyor Ömer Özsoy.
Söylenecek çok şey var! Daha ilk nesilde bozulmalar başlıyor, diyen bu insanlara şunu sormamız gerekiyor.  Bu örnekte bozulunca, gelecek kuşaklar ne ile ilahi iradeye kulluk edecekler, İslam’ı nasıl yaşayacaklardı? Bu iş kitap ve Elçinin eşliğinde de yapılamamışsa sonrakiler bunu ne ile gerçekleştire bilecekler; Hiç düşünmüyor musunuz?
-Taha Hüseyin’in iddiasına göre, İsrail oğullarıyla İsmail oğullarının arasında bir akrabalık yok. Fakat Araplar arasında İbrahim’in hicretine dayanan yaygın bir kanaat vardı. Kur’an’ı Kerim Yahudilerin politik desteğini almak için bu malumatı kullanmakta beis görmedi.
-İbrahim kıssası aslında Arap mitolojisine dayanır. Kur’an’ı Kerim hitap ettiği toplumların inandıkları şeyin tarihsel gerçekliğini sorun edinmeyip kullanmada bir beis görmemiştir” demektedir Taha Hüseyin. Sormak lazım bu insanlara bu işin böyle olduğuna dair Allah size yeni vahiyler mi gönderdi?
-Kur’an kıssalarında Halefullah’ın tezi;                                   
-“Kur’an’ın olayları olduğu gibi anlatma hassasiyeti yoktur. Olaylar genel hatları itibariyle anlatılıyor. Kur’an’ın iktibas mantığı yoktur.
-Kur’an topluma bilgisel bir katkıda bulunmuyor, toplumun hafızasında bulunan tarihi şahsiyetlerden duruma göre bahsediyor.  İbrahim kıssasında olduğu gibi.
-Kur’an kıssalarında bilimsel bir katkı amaçlamadan o halkın dilindeki ifadelerle konuyu sunmaktadır. Zülkarneyn kıssasında “Güneşin battığı yere kadar gitti. Doğduğu yere kadar gitti” ifadeleri asla bilimsel değildir.” Yani Allah herkesin bildiği geçmişlerin masallarını anlatmış işte demeye getiriyor!..
– Özsoy, “Kur’an’da sihir ve cin’in varlığını reddetmem ama Kur’an’da sihir ve cinden bahsediliyor diye bunu itikat derecesine yükseltmeyi de doğru bulmam.
            -Cinne inanmayan Müslümanlar var. Hatta Meleğe de inanmayanlar var. Tabiat güçleridir diye tevil ediyorlar. Ama gaybı tamamen dışlama yok ise Müslüman dırlar.
-Yahudi ve Hıristiyanların, Teslis konusunda, İsa’nın öldürülmediği konusunda, Üzeyir Allah’ın oğludur diyenler konusunda Kur’an’a itirazları var, İsmail ve İsrail oğullarının amca çocukları olduğu konusunda da itirazlar vardır. Bunlara Halefullah: Kur’an’ın amacı tarihi olayları anlatmak değildir” diye cevap vermiştir. Yine haddi aşan bir yargıda bulunuluyor. Bunu söyleyenler ile söylenenler arasında üç bin yıllık bir zaman farkı vardır. Sormak lazım siz bunları hangi nüfus kaydından tespit ettiniz?!
Kur’an’ı tarihe gömmeye, hükümlerin tarihselliğini ve bu gün değiştirilmesi gerektiğini iddia ederek, sekiler kültürle örtüşen bir İslam oluşturmaya çalışan “Tarihselcilik” de Kur’an’a yaklaşımda modern dönemde üretilmiş büyük bir sapmayı teşkil etmektedir. Modern dönemde sözüm ona Kur’an’ı öne çıkarma görüntüsü altında pek çok modern bidat ve hurafe üretilmiştir. Böylece, şeklen kabul edilen Kur’an’ın mesajı ve işlevi bulandırılmaya, hatta hükümleri değiştirilmeye çalışılmaktadır.
            Kur’an’a yönelişi, bidat ve hurafelerden arındırarak, sahih bir din anlayışına yönelmek, Müslümanların gayreti ve Allah Teâlâ’nın da yardımıyla bu sorunların üstesinden gelinecektir.
 
3: Modernist bir mantıkla okumak:
Hint alt kıtasındaki Kuran ve tefsir çalışmaları söz konusu oldu­ğunda akla gelen ilk isimlerden biri Seyyid Ahmed Han’dır. Yaşadığı çevredeki Müslümanların beka ve salâhını İngilizlere sadakatte gö­ren ve bu siyasi tercihine sadık kalma çabalarından ötürü İngiliz hüküme­tince “Sir” unvanıyla taltif edilen Seyyid Ahmed Han (ö. 1898) ilmî ve entelektüel faaliyetleri arasında Kuranın tamamını içermeyen bir tefsir ile bu alanda yeni bir metodoloji sunma iddiası taşıyan Tahrîr fi usûli’t-Tefsîr adlı iki esere de imza atmıştır.
Vahiy ve Kur’an’ın nü­zul keyfiyetiyle ilgili düşünceler geleneksel Sünnî telakkiden epeyce farklıdır. Zira ona göre vahiy, reel ve müstakil bir varlık olduğuna inanılan melek (Cebrail) vasıtasıyla değil, doğuştan sahip olunan meleke-i nübüvvet sayesinde Hz. Peygamberin kalbine inzal ya da ilham edilmiştir.
Belli ölçüde Fazlur Rahman’ın vahiy telakkisini de anımsatan bu görüşünden başka Ahmet Han’ın Kur’an okumalarındaki en temel vurgu tabiat kanununa (kânun-ı fıtrat) aittir. Ahmet Han’a göre Allah evrene ezelden beri değişmeyen bir fıtrat kanunu koymuş­tur. Tabiat, âdet dışı hiçbir müdahaleye imkân tanımayan ve tama­men sebep-sonuç dairesinde işleyen kapalı bir sistemdir. Öte yandan Allah’ın biri kavli, diğeri fiilî olmak üzere iki sözü vardır. Tabiat ka­nunları Allah’ın fiilî sözüdür.  O’nun hiçbir sözünde/yasasında tebdil vuku bulmadığına göre Kur’an’da da ezelden beri değişmeyen tabiat kanununa muhalif hiçbir beyan yoktur. Dolayısıyla İslâm uleması­nın mucize diye kavramlaştırdığı hâdiselerden söz eden Kur’an pa­sajları aslında bilindik doğa olaylarına işaret etmektedir.
Netice itibariyle Ahmet Han’ın özellikle Allah’ın sözü ile fiili ara­sındaki çelişmezlik prensibiyle bağlantılı fikirleri, gelenekten muazzam bir kopuşu ifade eder. Ahmet Han’ın bu yaklaşımları sonraki nesiller üzerinde de bir etki bırakmıştır.
Mesela, onun Âdem kıssasına ilişkin izah tarzının esas itibariyle Muhammed Abduh (ö. 1905) ve Muhammed İkbal (ö. 1938) tarafından da benimsendiğine tanık olu­nabilir. Keza Hz. Musa’nın denizi ikiye yarması, balığın Hz. Yûnusu yutması, cin, melek, şeytan, cennet ve cehennem gibi konularla ilgili izahatına Ömer Rıza Doğrul (ö. 1952). Muhammed Esed (ö. 1992) ve Süleyman Ateş’in meal-tefsirlerinde de rastlanmaktadır.
Bu düşünce,  Seyyid Ahmet Han, Çırak Ali (ö. 1895) ve Seyyid Emir Ali (ö. 1928) gibi modernistlerce temsil edilmiştir.
Çağdaş Kur’an İslam­cılığı söyleminin en güçlü teorisyenlerinden oluşan ekolün hareket noktası, isminden de anlaşılacağı gibi, Kur’an’ın her bakımdan şâfî ve kâfî bir kitap olduğu iddiasıdır. Bu iddia Müslümanlar için gerekli olan her bilginin Kur’an’da bulunduğunu; dolayısıyla başka kaynaklara gerek olmadığını savunmaktadırlar. Nebevi sünneti de ihtiva eden rivayet malze­mesinin en başından reddedilmesinin doğal sonucu olarak namaz vakitleri ve rekâtları da dâhil olmak üzere her şey Kur’an’dan çıkartılmıştır. Ancak bunu başarabilmek için kimi zaman Kur’an met­nine tasallut edilerek tahrifle eşdeğer yorumlar üretilmiştir.
Mesela, “Her türlü övgü, gökleri ve yeri yoktan var eden: melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler kılan Allah’a mahsustur” mealindeki ayet (35/ Fâtır, 1),
“Ey gök ve yer ehli! Allah’ın rızasını kazanmak için beş vakit namazınızda Fatiha’yı okuyun. O Allah ki sizi, altı rüknü (kıyam, kı­raat, rükû vs.) bulunan namaza yöneltmek için melek elçilerini gön­derir”  şeklinde yorumlamışlardır.
Hadis ve rivayet malzemesine rezerv koyma ve mucizenin imkânı­nı reddetme hususunda Sir Ahmet Han’ın izinden giden Ehl-i Kur’an ekolünde, dinî değer ve kavramları 19. yüzyıl Avrupa akılcılığı ve tabiat felsefesinin verileriyle test ederek İslam dünyasındaki çok boyutlu krizi akli yöntemlerle dengelemeye çalışmışlardır.
Hint alt kıtasındaki çağdaş Kur’an okumalarına Muhammed İk­bal, Ebü’l-Kelâm Âzâd (ö. 1958), Ferâhî (ö. 1930) ve Islâhi (ö. 1997) gibi şahsiyetler de önemli katkılarda bulunmakla birlikte özellik­le Fazlur Rahman İslâm ve Çağdaşlık adlı eserinde önerdiği tefsir usulüyle haklı bir şöhret kazanmıştır.
1919’da şimdiki Pakistan’da dünyaya gelen Fazlur Rahman’ın ana projesi, modern zamanlarda Müslüman kalarak çağdaşlaşmanın imkânını öngören bir yenilik ve yenileşme talebi olarak özetlenebilir.
Fazlur Rahman, özellikle Kur’an’ın ahlâkî bir rehberlik belgesi olarak okunması gerektiğinde ısrar eder. Ahlâkı hu­kukun önüne geçirmeyi savunan Fazlur Rahman’ın bizzat kendi ifadesiyle, “Kur’an her şeyden önce ne bir kanun kitabı­dır ve ne de böyle bir amaç güder. O kendisini hüden li’n-nas (insan­ların yol göstericisi) diye adlandırır ve insanlardan, koyduğu emirlere göre yaşamalarını ister. Fakat bu emirler umumiyet itibariyle ve esas olarak hukukî olmayıp ahlâkîdirler.”
Fakihlerin, Kur’an’da ki muayyen emir ve yasakları son derece dikkate alıp kutsal kitabın ahlâkî ilkelerine oldukça az önem vermeleri ve bu ahlâkî ilkeleri emirden ziyade, öğüt ya da tavsiye olarak telakki etme­lerini, esef verici bir hata olarak niteler.          
Kuran’daki şer’î hükümleri asırlar öncesindeki olaylara cevap olarak vahyedildiği düşüncesinden hareketle, bugün aynen tatbik edilmesinin işe yarar bir sonuç vermeyeceğine inanan Fazlur Rahman, lafzın ar­dındaki maksadı kavramanın önemli olduğunu” savunmaktadır.
Örneğin, bugün hırsızın elini kesmeye gerek olmadığını, başka bir yöntemle de mani olmanın Kur’an’î olacağını savunmaktadır.
 
C: Bâtıni veya Tasavvufi yaklaşımlar:       
Tasavvufa göre; Dinin bir Zahiri birde Batını vardır. Zahir, nasların zahirinden halkın avamın anladığı manadır. Batın ise, naslardan kastedilen ve hakiki ilim kabul edilen batini manadır ki, onu da ancak imamlar ve veliler bilir.
Bu konuda Şia ve Tasavvufçuların düşüncesi ortaktır. Bunlara göre Ayet ve Hadislerin zahirinden anlaşılan mana halkı bağlar, ama imam ve velileri bağlamaz. Çünkü kastedilen mana ayrıca imam ve velilere özel verilmiştir.
Şia’nın iddiasına göre Muhammed (as) Kur’anın Lafzını, Ali ise Tefsirini getirmiştir. Örneğin; “ Namazı kılın zekâtı verin” ayetinin gerçek manası: “Namazı kılın demek masum imama biat edin, zekâtı verin demekte imama karşı samimi ve itaatkâr olunuz demektir.”
Tasavvufçuların bu tür açıklamalarının zahirine şeriat, Batınına da hakikat demektedirler. Şeriat, halka verilen ve zahiri âlimlerinin bildiğidir. Hakikat ise velilere verilendir ve hakiki bilgidir.
Bu yol ile ayet ve hadislere istedikleri anlamı verme ve hezeyanlarına istedikleri gibi delil gösterme imkânı bulmuşlardır.
Keşif, işrak (şeyhin kalbine Allah tarafından doğan bilgi) ve bilgelik adı altında yapılan bu batini teviller, aslında dini bozmak için dışarıdan yapılan tahrik çabalarından çok daha tehlikelidir. Süleyman Ateş’in “ işari tefsir okulu”  kitabından İbni A’rabiye ait bir örnek verelim.
“ Allah çocuk edindi dediler. O yücedir. Göklerde ve yerde olanların tümü onundur.” (2/116)
“Allah çocuk edindi dediler=” haşa ona benzer bir şeyin var olması bir yana, ondan başka bir varlığın bulunmasından onu tenzih ederiz.”
“ Yerde ve gökte ne varsa onundur.=” Yani ruhlar ve cesetler âlemi onundur. Zaten bunlar onun zahir ve batınıdır.” (Vahdeti vücut anlayışının yansıması.)
“ Ayakkabılarını çıkar”(20/12) = “Kalbini çoluk çocuk düşünmekten boşalt.”(sa’lebi)
“Biz Beyt’i (Kabe’yi) sevap kazanma ve güvenlik yeri kıldık. “ (2/125) = Burada Beyt, Muhammed (a.s) dır. Ona inanan onun Risaletini kabul eden güvenliğe kavuşmuş olur.”( sa’lebi)
Sülemi, İbrahim’e görünen yıldız, ay ve güneşin (8/76-79) süluk (tasavvufta derecelere yükselme anı)  esnasında görünen ve gittikçe büyüyen nur olduğunu söylemiştir.
“ Gündüzün güneşi geceleyin batar, oysa kalplerin güneşine batış yoktur.”
Kâinat İbrahim’e karanlık olup iradesi elinden gidince, kalbine rububiyet nurları doldu. “Bu benim Rabbim” dedi. Sonra kendisine heybet nurları açıldı. Nuru arttı. “Bu benim Rabbim,” dedi. Sonra ulûhiyet nuru ile beşeri varlığından geçilirdi.  “Rabbim hidayet etmeseydi sapanlardan olurdum” dedi.” Sonra Baki ile baki oldu.
“Ey kavmim, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım” dedi. (8/76-79)
Gazali Nur suresinde ki “Ateş değmese de yağı hemen hemen ışık verir.” (24/35) ayetiyle ilgili olarak şunları söylemektedir:
“Ayetin bu kısmı, nurunu peygamber vasıtası olmadan doğrudan doğruya Allah’tan alma derecesine yükselmiş olan velilere işarettir. Çünkü veliler arasında az daha peygamber yardımına muhtaç olmadan nuru parlayan veliler vardır. “
Bu anlayış, bu minval üzere devam etmektedir. Onlardan birine ait olan şu söz bu anlayışın ruhuna da uygundur.
“Biz gayb âleminde öyle deryalar geçtik ki peygamberler onun kıyısında kaldı.” (Beyazıd’ı Bistami…)
Vahdeti vücut felsefesinin temsil ettiği Bâtınilik Allah ile varlıklar arasında soy bağı kurmuşlardır. Aynen, Hıristiyanlar İsa (as) ile, Museviler Üzeyir (as) ile, Kureyş’te melekler ile Allah arasında soy bağı kurmuşlardı. “melekler Allah’ın kızlarıdır.” Demişlerdi.
Böylesi bir anlayışın Tevhidin kaynağıyla ne alakası olabilir?  Allah ile kullar arasındaki bağ yaratanla yaratılanlar arasındaki bağdır. Yaratan ile yaratılanı aynı görmek, şirkin ve küfrün sinsice İslam’a sokulmasından başka bir şey değildir. Zaten “küfür İslam’dan öcünü tasavvuf kanalıyla almıştır” sözü çok yerinde yapılmış bir tespittir.
Allah Müminleri bunların şerlerinden korusun ve muhafaza eylesin!..

KAYNAK İKTİBAS DERGİSİ



Orjinal Habere Git
— HABER SONU —