Kultü Bela

Ömer Öcal

VAN 13.04.2013 12:53:36 0
Kultü Bela
Tarih: 01.01.0001 00:00

Küçüktüm. Hamido’nun kapı eşiğine oturur düşünürdüm. Kimdim ben, nereden gelmiştim? Varlığım bir tesadüfe, annemle babamın evlenmesine mi dayanıyordu? Öyle sanıyordum. Oysa annem başka bir köyde yahut başka bir zaman dünyaya gelmiş olabilirdi. İşte o zaman ben olmazdım. Güzel bir tesadüf!

Fakat annem de tesadüf eseriydi. Dedem ve ebem evlenmeseydi annem olmazdı. Annem yoksa ben zaten yoktum. Dedem de tesadüf eseriydi, dedemin dedesi de. Babam da tesadüf eseriydi, babamın babası da. Zincirin sonu yoktu ve varlığım bir kopuk halkaya bakardı. Neyse ki ben vardım ve yaşamak çok güzeldi. Fakat ölüm...

Evimizin önündeki erkenci armudun dibinde, baltasıyla taşları yontmakta olan bir adam görüyordum. Uzun günler devam ettiği işinden dolayı, merakımı mucip olmalı ki sordum:

 -Bu adam ne yapıyor?

 -Kendine mezar taşı hazırlıyor oğlum?

Girgi Mustafa, üç kızdan sonra beni müjdelediği için beş lira kazanan köyün ebesi Harik’in kocasıydı. Başka bir iş yapıyormuş kadar rahattı. Kısa bir süre sonra öldü. İlk onun cenazesine katıldım. Harman yanında keşkek kazanı olduğunu düşündüğüm bakır kazanın altına ateş yakıp su ısıttılar. Girgi’yi yıkadılar ve Kirazdibi’ne gömdüler. Başucuna da yonttuğu taşları diktiler.

Kirazdibi uzun bir mezarlıktı. İki taraflı abanan fındık çalılarının arasından birden bire karşına çıkardı.  Issızdı. Ortasından yol geçerdi. Yol, mezarlara yaklaştıkça hafifçe çukurlaşırdı.  En çukur noktası, yüksek pelit ağaçlarının gölgesi altında kalır; gündüz dahi karanlık görünürdü. Yolun önü yoktu, sola kıvrılır ve çalılar arasında kaybolurdu. Karanlığa kaldığımda Kirazdibi’nden geçmemiz gerekirdi. Ürperirdim. Tahtası göçmüş delik bir mezardan beyaz bir elin bana doğru uzandığını yahut pelit ağaçlarının dibinden fırlayan şeffaf bir cin tarafından yolumun kesildiğini düşünürdüm.

Ölmek korkunçtu. Yerin altında dar bir odadayım. Işık yok, oyun yok, gezmek yok.  Dönemiyorum, koşamıyorum, kaçamıyorum, üstümde ağır bir yük, kımıldayamıyorum. Allah’ım kurtar beni ölüyorum!

Ölümü düşünürdüm. Ölüm üzerine çok düşünürdüm. Ölümden korkardım. Ölüm korkusu üzerine düşünürken, korkudan ölebilirdim.

Ama ölüm herkesin başındaydı. Ölmek istemiyordum; ama uyarılıyordum: “Düşersin! Boğulursun! Yılan sokar!”

Diyelim ki İsmail’le Taşlıçukur’a gittim. Yaramaz danayı çevirmek için tepenin ardından dolandım. Bir çakıl taşına bastım ve dengemi kaybettim. Bir çalıya tutunamadın ve uçtum.

Uzun bir ömrüm vardı. Balık tutacak, yaylaya göçecektim. Yacurum yiyecek, doran kesecektim...

Ama öldüm. Tesadüfen öldüm.

İsmail olmasa ben ölmezdim. Onun anne ve babası evlenmeseydi İsmail doğmazdı. İsmail doğsa da bana, “Taşlı çukura gidelim.” demeyebilirdi. Çünkü o gün öküzleri, kardeşi Halil’in gütmesi gerekiyordu. Ama neden gütmedi? Çünkü Halil hastaydı. Halil neden hastaydı? Niyaz’ın topuyla oynamış, terli terli su içmişti. Nebil Nezaket’le evlenmeseydi, Niyaz doğmazdı. Niyaz olmayınca top olmaz, top olmayınca oyun olmaz, oyun olmayınca Halil hastalanmaz, Halil hasta olmayınca İsmail gelmez, İsmail gelmediği için ben de Taşlıçukur’a gitmezdim. Hadi gittik diyelim. Yinede ölmem gerekmezdi.

İnek, o yaramaz dananın yerine yararlı başka bir dana doğurabilirdi. Yahut o yaramaz dana bizim olmayabilirdi. Olsa da tepenin ardına gitmeyebilirdi. Gitse de ben çevirmeye gerek duymayabilirdim. Hadi gerek duydum. Peki, çakıl taşının orada ne işi vardı? Esatlı’dan düğüne gelen bir adam orada dinlenmiş, taşlarla oynarken bir çakılı da taşın üstüne bırakmıştı. O düğün olmasaydı o adam orada dinlenmeyecekti, ben de çakıla basmayacaktım. Basmadığım için düşmeyecek, düşmediğim için ölmeyecektim.

Yahut Yılmaz’la Aşağıyayla’ya gittim, otlardan altını göremediğim bir tezeğe bastım ve dereye düştüm. Beni de bir kurtaran olmadı.

Neden? Neden o anda beni kurtaran bir adam yoktu? Ben neden ordaydım?

Neden ben cevize çıktım? Kuru dala niçin bastım?

Tesadüf... Tesadüf... Tesadüf...

Kuzey rüzgârlarına karşı derenin yalıyarına saklanır, düşünürdüm. Yeşeren çayırın kokusunu hisseder, sudaki hareketleri seyreder, sorardım: Kimim ben? Hayat nedir, ölüm ne?

“Eski esvaplarım tutun elimden

Aynalar söyleyin bana ben kimim?”

Tesadüf içime sinmezdi. Yoksa yok muydu? Bir parmak işareti miydi? Olmamı isteyen biri mi vardı? Ölmemi isteyen biri mi?

Yıllar var ki sorular sordum. “Beynim bir kazan ve aklım kepçe”  bir zaman dolaştım.

“Kalbime sürdüğüm ecza uçtu birden.”

“Bir seher vakti bana çil horoz

Yepyeni bir dünya etti hediye.”

Ve...

“Eşref-i mahlûkat nedir bildim.”