Günümüz İslâm dünyasında, yan yana getirmekte oldukça güçlükle karşılaşılan kavramlar arasında "İslâm" ile "Sanat" bulunmaktadır. Bugün İslâm ülkelerinin hemen hemen hepsinde, toplumun her kesiminde insanların bu iki kelimeyi bir arada düşünmekte bir hayli zorlandığını görmekteyiz.
"Sanat"la "İslâm" kelimeleri bir arada kullanıldığında, kendisini dindar olarak kabul etmeyen kesim, İslâm'ı, sanata tahammül edemeyecek kadar "geri" görmekte; kendisini dindar olarak kabul eden kesim ise, sanatın İslâm'la bağdaşmayacak kadar "lüzumsuz" olduğunu düşünmektedir.
Bu insanlara, İslâm'ın sanata bakışının ne olduğu sorusu sorulduğunda, tatmin edici cevap alınacağı sanılmamalıdır. Din ile sanatı, insanla sanatı birbirinden ayırmak, hayatımızdan tecrit etmek mümkün müdür? Bu alanda öyle insanlar at koşturuyor ki, onlara göre İslam Toplumu, sadece ibadet eden, asık suratlı, gülmeyen eğlenmeyen adeta ruhban sınıfına dönüşmüş bir toplum. Genellikle bu düşüncenin sahipleri, dindar geçinen ancak dini son derece yanlış anlayan birtakım zevatın yaşam tarzına bakarak bu tür yorumlara varmaktadır. O halde; hayatımızın vazgeçilmez bir parçası olan sanat nedir? Sanatçı kime denir? Gibi kavramların çerçevesini çizdikten sonra; sanatın lüzumunu, İslam ile ilişkisini izah etmeye çalışalım.
Sanat Nedir? Arapça () "sana'a" fiilinden türeyen sanat, çeşitli ansiklopedilerde değişik şekillerde tarif edilmekle birlikte onu "insanların gördükleri, işittikleri, tasavvur ettikleri olayları ve güzellikleri, insanlarda estetik bir heyecan uyandıracak tarzda ifade etmesi" olayı olarak tanımlayabiliriz. Bu tariften de anlaşılacağı üzere, bir çalışmanın sanat eseri olabilmesi için, " güzel olması ve orijinal olması" gibi şartları haiz olması gerekmektedir. "Dağları görürsün de, donmuş sanırsın; oysa onlar bulutların sürüklenmesi gibi sürüklenirler. Herşeyi 'sapasağlam ve yerli yerinde yapan' Allah'ın sanatı (yapısı)dır. Şüphesiz O, işlediklerinizden haberdardır (Neml Suresi, 88). İlahi sanatı bir yana bıraktığımızda, beşeri sanat bir yaratma değil var olana şekil vermedir. Bu sebeple, insan elinden çıkmayan nefis bir dağ manzarası, şelâle, peribacaları vs. güzel olmakla birlikte sanat eseri sayılmazlar. Çünkü insan elinin mahsulü değildir. Yine aynı şekilde, bir insan tarafından yapılmış olsalar bile, insanda estetik hayranlık uyandırmayan basit bir masa, rahle veya tabak da sanat eseri sayılmazlar. Ancak bunlar, işinin ustası kimseler tarafından çok ince bir şekilde yapılır ve görenlerde güzellik etkisi uyandırırsa o zaman sanat eseri sıfatı kazanırlar.
Sanat, güzel ve beğenilen şeyler yapmak işidir. Meselâ; resim, musiki, şiir, mimari, süsleme, hat gibi gayesi güzellik olan işler birer sanattır. İnsanların yaptığı ve hayran oldukları birçok şeyler vardır ki, maddi bir fayda vermez. Bir elbisenin kumaşları üzerindeki işlemeler veya yemek tabağı içine yapılmış olan çiçek resimleri neye yarar ? Böyle bir kumaş insanı işlemesiz bir kumaştan fazla ısıtmaz ve süslenmiş bir tabak, içindeki yemeğe daha fazla bir lezzet vermez. Fakat onların gözümüz ve ruhumuzda oluşturduğu zevk, maddi faydalardan daha büyüktür.
İşte insanda bir güzellik duygusu meydana getiren ve ruha beğeni ve zevk veren işlere sanat denir.
İnsanı tanımanın en iyi metotlarından birisi; ona iyi bir gözlemci sıfatıyla bakmak, hareketlerini kontrol etmektir. Ona böyle bir nazarla baktığımızda insanın, biri maddî, diğeri ruhî olmak üzere iki dünyasının bulunduğunu ve bütün faaliyetlerinin bu iki yönde cereyan ettiğini görürüz. İşte sanat da insanın bu ikinci yüzünü teşkil eden unsurlardan birisidir.
Sanat duygusu doğuştan gelen fıtri bir duygudur. Hiçbir insan yoktur ki, o günkü imkânları ve kabiliyeti çerçevesinde çocukluğunda sanat faaliyetleri diyebileceğimiz faaliyette bulunmamış olsun. Bir kimse, dini ve sosyal baskıların henüz teşekkül etmediği o çağlarında mutlaka şarkı söylemiş, resim yapmış, bir müzik eşliğinde oynamış, çamurdan hayvan figürü yapmış, ev bina etmiştir. İşte insanın bu gibi faaliyetleri onda güzellik ve sanat duygusunun fıtri olduğunun güzel bir işaretidir. Bir kimsenin bir elbise veya kravat alırken bile mağaza mağaza dolaşması, insanda doğuştan mevcut olan bu güzellik duygusunun eseridir. Eğer insanda böyle bir güzellik duygusu bulunmasaydı, elbiselerin yalnızca sağlamlığına, soğuk veya sıcağa karşı dayanıklılığına bakılacak, yemeklerin göze ve damağa değil, yalnızca mideye hitap etmesi yetecek, binaların sağlam ve kullanışlı olması kâfi gelecek, arabalar, elbiseler çeşit çeşit modellerde yapılmayacaktı. İşte bu gibi örnekler, güzellik duygusunun insanda doğuştan mevcut olduğunun başka bir işaretidir.
Bu tespitlerimizden de anlaşılacağı üzere insan, yalnızca düşünen, inanan bir varlık değil, aynı zamanda üreten, sanat eseri meydana getiren bir varlıktır. Tarihe baktığımız zaman, en ilkelinden en gelişmişine kadar yeryüzündeki bütün insan topluluklarının sanatla meşgul oldukları, sanat eseri meydana getirdikleri görülecektir. Hatta sanat eseri meydana getirmemiş bir din ve topluluk yoktur. Arkeolojik ve antropolojik araştırmalar, bu durumun, tarihin herhangi bir zaman diliminde değil, dünya kurulduktan beri böyle olduğunu ortaya koymaktadır. O halde sanat, ferdi plânda fıtrî, tarihî ve sosyolojik anlamda evrensel bir hadisedir. Bir kültürün ürünü olarak ortaya çıkan bir sanat eserinin, meselâ bir çininin veya minyatürün, çok değişik başka kültürlerin insanları tarafından rahatlıkla beğenilip satın alınabilmesi, bir Hıristiyan’ın Sultan Ahmet Camii, bir Müslüman'ın Köln Katedrali karşısında hayranlığını gizleyememesi de bu sanat duygusunun evrenselliğinin başka bir delilidir.
Kur'an-ı Kerim'de güzel sanatlarla doğrudan doğruya ilgili bir ayet mevcut değildir. Bununla birlikte, diğer bazı ayetlerin ışığı altında O'nun güzel sanatlara nasıl baktığını tayin etmek mümkündür.
Kur'an-ı Kerim'e göre Allah, insanı yeryüzünde kendisinin halifesi olarak en güzel ve en akıllı şekilde yaratmıştır. Meselâ: " Biz insanı en güzel biçimde yarattık." (Tin 4) “Sizi şekillendirdi ve suretinizi en güzel yaptı. Dönüş ancak O'nadır" (Teğabun 3).
Mealini verdiğimiz birinci ayetteki "insanın en güzel şekilde yaratılmasından maksat, insanın mükemmel şekilde yaratıldığı denilebilirse de ikinci ayetteki "suretinizi en güzel şekilde yaratmıştır" şeklindeki bir ifade, bunun, yüz ve endam güzelliğini de içerisine aldığını göstermektedir.
İnsanın en güzel biçimde yaratılması, aynı zamanda onun güzelliklerini kavrama, bunlardan zevk alma ve estetik değeri olan eserler yapma kabiliyetini haiz olduğunun da bir ifadesidir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'deki bazı ayetler insanı düşünmeye davet ederken, bazı ayetler de üstün belâğati ve tasvirlerindeki güzelliğiyle doğrudan doğruya insanın estetik yönüne hitap etmektedir. Ayetlerden de anlaşılacağı üzere, dünya nimetleri yalnızca iyi ve faydalı değil, aynı zamanda güzeldir. Diğer taraftan, Cenab-ı Hakk'ın yarattığı en güzel şey ise, bu dünyadaki salih amel işleyenlere vaat edilmiş olan cennettir. Eğer insanın bu güzellik ve güzelliği kavrama yönü bulunmasaydı, cennetin "altlarından ırmaklar akan köşkleri’nden veya oradaki hurilerin, insanın hayal gücünün dahi erişemediği güzelliklerden bahsedilmeyecekti.
Aslında, Allah'ın insanı "güzel" surette yaratması gayet tabiidir. Çünkü, yaratıcının kendisi "Cemal" sıfatını taşımaktadır. İnsanın güzel ve güzelliğe karşı meyyal olması, güzel eserler ortaya koyabilmesi gerçeği, bu ayette belirtilen yaratma hadisesine dayanmaktadır. Hatta insanın "ahsen-i takvim" olmasının (en güzel şekilde yaratılmasının) sırrı da burada yatmaktadır.
Diğer taraftan, Kur'an-ı Kerim'deki birçok ayet karşısında Müslümanların düşünüp ibret almasını ve güzelliklerden istifade etmesini istemektedir. Bunlardan bir tanesi: "Ey Adem oğulları! Her secde edişinizde güzel elbiselerinizi giyin; yiyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez. De ki: Allah'ın kulları için yarattığı süsü ve temiz rızkları kim haram kıldı?” (Araf 31) Görüldüğü gibi, ayette güzel ziynetleri, hoş ve temiz rızıkları Allah yasaklamadığı halde yasaklayanlar veya yasaklayacak olanlar azarlanmıştır.
Hal böyle iken, resim, fotoğraf veya heykel gibi görsel sanatların temelinde yatan yasaklama yetkisini insanoğlu nereden alıyor? Bu iddiasında ne kadar haklı ?
Bu hususta Kur’an-ı Kerime baktığımızda bahsi geçen görsel sanatlarla ilgili bir yasak bulunmamaktadır. Ancak hadislere baktığımızda konuyla ilgili bir çok hadisin bulunduğunu görüyoruz. Şimdi bu hadislerin bir kısmına bakalım.
Aişe (ra) diyor ki: Ümmü Seleme ve Ümmü Habibe Habeşistan’dan geldiklerinde MARİYE denen bir kiliseyi anlattılar. Efendimiz yatağından başını kaldırarak buyurdular ki, “Onlar içlerinden iyi birisi öldüğünde, mezarının üzerine bir ibadethane yaptılar. Daha sonra o kişilerin resim ve ikonlarını o ibadethanenin içine resmedip çizdiler. Onlar, yaratıkların en şerlileridir.”
Bir başka hadis.
İbni Mesuttan rivayetle: “Allah yanında en şiddetli azaba uğrayacak olan tasvircilerdir.”
Yine Hz. Aişe’den gelen konuyla ilgili iki hadisten ilki : “Kıyamet günü en şiddetli azaba uğrayacak kimseler, Allah’ın yaratılışına öykünen ve benzetenlerdir.”
Diğeri ise: Efendimiz evinde, içinde haç bulunan bir şey bırakmaz, onu hemen silerdi.”
Buna benzer bir çok hadis rivayet edilse de, diğer hadisler, bu dört hadis çerçevesinde yer almaktadır.
Bu hadislerin tasviri yasaklama hususunda çok katı olduğunu görmekteyiz. Ancak İslam alimlerinin geneli hadislerin rivayetleri ve geliş sebepleri üzerinde düşünüldüğünde; karşılaştırma yaparak üzerinde tetkik yapıldığında, bu hadislerin putperest bir sistemden yeni kurtulmuş bir toplumu sakındırmak ve şirke düşmesini engellemek amacı güttüğünü söylemektedirler. İmam Nevevi: “Bu hadislerdeki kast edilen, suret ve resmi ibadet edilmek üzere yapanlardır” demektedir. Ve eklemektedir. “Hadisin muhatapları kafirlerdir. Bunlar tapınmak maksatlı put yapan kimselerdir. Bu nedenle şiddetli azaba müstahak olan işte bu kafirlerdir. Yoksa bir ressamın, heykeltıraşın azabının, katilden, zina edenden, faiz yiyenden, müfteriden…vb. büyük günah işleyenlerden daha fazla olması düşünülemez” demiştir.
İslam alimleri Tasvir sanatı içine aldıkları “resim ve heykel” ile ilgili haram olup-olmama hususunu dört bölümde toplamışlardır.
1- Resmi ya da heykeli, büstü yapılan varlıkların, tazim ve saygı amacıyla yapılmış olması. Bu saygı kutsallaştırma boyutunda olabileceği gibi, tapınma derecesinde de olabilir.
Konuyla ilgili olarak Nuh Suresi 23. Ayette “Ve (birbirlerine) şöyle dediler: “Sakın kendi ilâhlarınızı (putlarınızı) bırakmayın. Ve Vedd'i, Suvâa'yı, Yagûs'u ve Yaûka'yı ve Nesra'yı sakın terk etmeyin.”
Müfessirler bu ayetteki zikredilen putların, önceki kuşaklarda yaşamış, toplumda sevilen iyi kimseler olduğunu, onların resimlerini taşlara kazıyarak üstlerine isimlerini yazdıkları ve toplantı yaptıkları yerler koyduklarını, ancak onlara tapmadıklarını; ne var ki, sonraki kuşaklar bunların insan olduğunu unutarak, tapınmaya başladıklarını söylerler. Günümüz de de birtakım kabirlerin zamanla nasıl bir tapınak haline geldiğini anlamak zor olmasa gerek. Ancak Mevla, “Şüphesiz Allah dilediğine işittirir. Ama sen kabirdekilere bir şey işittiremezsin” (Fatır 22).
2- İslam dininin dışında başka inançları ya da inançsızlıkları çağrıştıran veya İslam inancının temel ilkelerine aykırı, gayri ahlaki (çıplak gözle bakıldığında da haram kabul edilen) resim, figür ve heykelleri çizmek yapmak da haram kabul edilmiştir. Bunların yaşam alanlarında bulundurulması da uygun görülmemiştir.
3- Allah’ın yaratışına benzetmek maksatlı, “Ben de Allah gibi yapıyor ve yaratıyorum” iddiasıyla ve niyetiyle yapılan resim ve heykeller de bu kabildendir. Burada birtakım kimseler, tüm resim ve heykellerin Allahın yaratmasına benzetmek için yapılmış olduğunu iddia etseler de, bu doğru değildir. Burada niyet önemlidir. Bir ilkokul öğrencisinin derste yaptığı resmi yaratmak olarak kabul etmek mümkün olamaz.
4- Yapılan resim, heykel ve büstler, lüks bir yaşamın görüntüsü haline geliyorsa ve asıl yaşamın gayesini unutarak, Dünya hayatının meşguliyetine dalmaya yol açıyorsa, bu tür eserlerin yapımı ve kullanımı haram kabul edilmiştir. Günümüzde bir tablonun milyon liralara satıldığı düşünülürse; tıpkı eski Mısır’daki firavunların ya da Roma dönemindeki şatavatlı saraylardaki heykellerin zevk ve sefanın, gösterişin timsali olduğu gibi, varlıklı kimselerin, evlerini tıpkı onlar gibi dizayn ettiği akla getirilirse durumun hiçte iç açıcı olmadığı görülür.
Tartışmalara sebep olan sanat dallarından birisi de müziktir. Günümüze dek helal ya da haram olduğu hususu tartışma konusu olmuştur. Müziğin İslam’da yeri nedir? sorusu bir çok insan ve zamanda durmadan sorulup tekrarlanan bir soru olmuştur. Müslümanlar da bu soru karşısında net cevaplar verememekte ve tam bir kargaşa ve ihtilaf içerisindedir. Her müslümanın yaşam ve bakış açısına göre de cevabı farklı olmaktadır. Biz burada müziğin ve şarkı söylemenin Haram olduğunu söyleyenlerin hangi nas ve delillere dayanarak bunu söylediklerine; helal kabul edenlerin de neye göre bu hükmü verdikleri üzerinde durarak konuyu aydınlatmaya çalışacağız.
A-Öncelikli olarak müziğin haram olduğunu söyleyenlerce delil getirilen ayetlere bakalım.
1- Müziğin haram olduğunu iddia edenler, Lokman Suresi 6. Ayeti delil gösterirler. “İnsanlardan öyleleri var ki, herhangi bir bilgiye dayanmadan insanları Allah'ın yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için boş sözü satın alırlar. İşte alçaltıcı azap bunlar içindir.” (Lokman 6) Buradaki boş söz ( ) ifadesini müzik ve şarkı söylemek olarak tefsir etmişlerdir.
İbni Hazım başta olmak üzere bir kısım alim, bu ayetin müziğin haramlığına bir delil olmayacağı görüşünde birleşmişlerdir. Ve gerekçelerini de şöyle dile getirmişlerdir: Burada ”Allah yolundan saptırmak için boş sözü satın alırlar” ifadesinden Allah’ın yolundan saptırmak ve alay etmek maksadıyla bunu yapanlar kastedilmektedir. Örneğin, Bir kimse Allah yolundan saptırmak için bir Musaf satın alsa ve bunu alaya alsa kafir olur demişlerdir. Ancak Allah, eğlenmek, nefsini rahatlatmak için boş sözler satın alanı kötülemiyor. Dolayısıyla bu zevatın bu ayete dayanarak böyle bir yorum getirmeleri batıldır. Bir kişi Kur’an okurken, hadis kıraatiyle uğraşırken, sohbet ederken veya şarkı söylerken namazını geçirse günahkar olur. Asla kafir olmaz. Bilakis bunları yaparken farzlara riayet ederlerse asla kötü kişi değil mühsinlerdendir” demişlerdir.(İbni Hazım El Muhalla C9 S 60)
2- Müzik ve şarkının haramlığını savunanların delil getirdiği bir diğer ayet de Kasas Suresi 55. Ayettir. “Boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler. «Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz sizedir. Size selâm olsun, biz cahillerle sohbet etmeyi istemeyiz.» derler (Kasas 55). Müziğin haramlığını savunanlar, şarkı söylemek boş sözdür ve ondan yüz çevirmenin vacip olduğunu söylerler.
Bu yoruma cevaben bazı alimler, Buradaki boş sözden kastın sövmek, küfür ve hakaret gibi çirkin sözler olduğu söylemişlerdir. Buna benzer bir ifadenin Furkan Suresi 63. Ayette geçtiğini de delil olarak sunmuşlardır. “Ve Rahmân'ın kulları yeryüzünde tevazuyla yürür. Ve onlara cahiller hitap ettiği (lâf attığı) zaman “selâm” derler.” (Furkan 63).
Bu ayeti de diğer görüşte olan alimler, söylenen her şarkının boş söz olmadığı, kişinin niyetine göre hüküm aldığını dile getirerek, kim şarkı söyleyerek veya dinleyerek rahatlamayı, canlı ve neşeli olmayı niyet ederse ve söylediklerinde, dinlediklerinde küfür yoksa bu kişi Hak’ka uyan bir kişidir ve yaptığı işte doğrudur, haktır demişlerdir.
B-Şimdi de müziğin haramlığına delil olarak gösterilen bazı hadislere bakalım.
1- Buhari’de geçen “Ümmetimden bir kavim gelecek ki, zinayı, ipek giymeyi, ve meazifi helal görecekler.” Burada “meazif” oyun, eğlence veya çalgı aletleridir demişlerdir.
Bu hadis Buhari’de geçmesine rağmen, zayıf bir hadis olarak nitelendirilmiştir. İbni Hazım, Ebu Davut, İmam Ahmet, Nesai hadisteki Hişam bin Ammar’ı tutarsız, güvenilmez ve yaklaşık dört yüz uydurma hadis rivayet eden biri olarak görmüş ve itibar etmemişlerdir.
2- Bir diğer hadiste Hz. Aişe’den rivayetle: “Allah şarkı söyleyen cariyeyi haram kıldı. Satılması, ondan para elde edilmesi ve ona şarkı öğretmek haramdır.”
İbn Hazım şarkıcı cariye satışı ile ilgili tüm hadisleri uydurma olarak görmüştür. İbn Hazım El Mualla adlı eserinde bu konuyu detaylıca inceleyip bu hadislerin zayıflığını ispat etmiştir.
İmam Gazali de, konuyla ilgili olarak, Fasık ve günahkar kimselere, fitnesinden korkulan kimselere bir kadının şarkı söylemesi haramdır, demiş ve eklemiştir. Buradan bir cariyenin sahibi veya bir başkasına fitne söz konusu olmadığı müddetçe şarkı söylemesinde bir sakınca yoktur demiştir (İhya S 1148).
3- Nafi’den rivayetle, “İbn Ömer, bir çalgı sesi duydu.Hemen parmaklarını kulağına tıkadı. Ben artık ses gelmiyor diyene kadar elini 7
kulağından çekmedi. Ve dedi ki: Efendimizi gördüm çalgı sesi duyduğunda benim gibi yapmıştı.”
Bu hadis hakkında Ebu Davut zayıf bir hadis olduğunu söylemiş ve kabul etmemiştir. Diğer İslam Alimlerinin bir çoğu, Eğer çalgı dinlemek haram olsaydı, Peygamber (as) İbni Ömer’e de onu dinlemek için müsaade etmezdi demişlerdir.
4- Yasağı savunan kesim, şarkı söylemenin özellikle kadınlar için haram olduğunu da savunurlar. Bunu da “Kadın sesi haramdır ve avrettir.” Görüşünü dayanak yaparak açıklarlar.
Diğer görüşte olan alimler ise bunun tamamen yanlış ve geçersiz bir söz olduğunu söylerler. Çünkü, kadınlar yüce Rasulun yanına gelip bütün ashabın içinde birtakım meseleleri soruyor ve cevap alıyorlardı. Ayrıca ashap da Peygamberimizin hanımlarına giderek bazı konularda tartışıyorlardı. Bu konuda en hassas olanlar da peygamberin hanımlarıydı. Çünkü onların bu konuda özel bir durumu vardı. Onlar en çok sakınması ve dikkat etmesi gerekenlerdi. “Ey peygamberin hanımları! Siz kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer takva ile korunacaksanız, konuşurken kırıtmayın da kalbinde bir hastalık bulunan kimse tamaha düşmesin. Güzel ve dosdoğru söz söyleyin (Ahzab 32).
5- Bir de Tirmizi’de geçen Hz. Ali’den rivayet edilen hadisi delil olarak getirmektedirler. “Ümmetim on beş şeyi yaptıklarında başlarına bela gelecektir. Bu on beşin içinde şarkıcı kadınlar edinmek ve çalgı aletleri de sayılmaktadır.” Bu hadisin zayıf olduğunda muhaddisler ittifak içindedir.
Özetle musikinin haram olduğunu söyleyenlerin getirdikleri tüm deliller, ya sahih ama sarih(açık) değil; ya da sarih ama sahih değil. Haram delili olarak sundukları tüm hadisler, Hanefi, Malikiler, Hanbeliler ve Şafiler tarafından zayıf kabul edilmiş ve delil sayılmamışlardır. (İmam Gazali, İbn Hazım, İbn Tahir, Ebu Davut, Nesai…)
Müziği caiz görenlerin öncelikli delilleri yukarıda saydığımız delillerdir. Çünkü yukarıda sayılan delillerden hiçbiri sahih veya sarih değildir. Yukarıda sunulan deliller, iki ayağı üzerinde duracak güç ve doğrulukta değildir. Bu nedenle haramlığı gerektiren delil yok olunca Haramlık hükmü de ortadan kalkmış olur. Bu görüşte olanlar “Eşyada asl olan İbahadır” ilkesiyle konuyu ele alarak, haramlığı hakkında herhangi bir şey söylenmemiş bir konu helaldir demişlerdir.
İslâm'da musikiye dair dikkate değer bir araştırması bulunan Lois L. Farukî ise, musiki konusunda Ezher rektörlerinden Mahmut Şaltut'un şu fetvayı verdiğini söylüyor. Şaltut'a göre, "musiki ile uğraşmak veya musiki dinlemek, lezzetli yiyecekler yemek, güzel elbiseler giymek gibi, Allah'ın kullarına bağışladığı zevklerdendir. Bu bakımdan İslâm, musikinin kendisine değil, bazı türlerinin muhtevalarına karşı çıkmaktadır. Ayetlerde ve hadislerde bu konuda herhangi bir yasak konulmamıştır."
Anlaşılıyor ki, Musiki, İslâm nazarında mutlak olarak mubahtır. Fakat bunu günah yapan birtakım etkenler mevcuttur. Hangi musiki türünün mubah, hangi musiki türünün günah olduğunu bir kaide halinde ifade etmek oldukça güç bir iştir. Musiki esnasında söylenen sözlerde küfür ve isyan varsa, yahut da söyleyen, çalan veya dinleyenlerde haram olan işleri yapma arzusu meydana getiriyor ve İslam’ın kabul etmediği bir ortam hazırlıyorsa, yahut da kişinin gerek dini, gerek dünyevi işlerini aksatıyorsa, bu tür musikileri çalmak, söylemek ve dinlemek caiz değildir. Ayrıca, İslâm dininin dokunulmaz saydığı ve genellikle ırz kavramıyla ifade edilen insanların manevi şahsiyetlerini, namus, şeref ve diğer kişilik haklarını hedef alan eğlenceler de meşru ve mubah sayılamaz.
Dini tesirin en çok görüldüğü saha mimarlık olmuştur. İslâm, mimari alanda da sanata yeni soluklar aldırdı. Figür sanatından başka bir şey bilmeyen insanlığa soyut sanatı öğretti. Sanata yeni görüşler kattı, yeni yorumlar getirdi. Bütün semavî dinler de sanatı yasaklamamış, sanatın insanlar aleyhinde kullanılmasına ya da insanları yersiz inançlara taşımasına karşı çıkmış, tapınılan putlarla mücadele etmiştir. İslâm dini de böyledir. Onun yasakladığı "sanat" değil, "put"tur. Bu yasaklama, sanatı köreltip zayıflatmamış, aksine gerçek sanatın gelişmesine ve yayılmasına sebep olmuştur.İnsan zekâsını somuta hapsolmaktan kurtarmış, ona mücerretin engin ufkunu açmıştır. Bu nedenle, İslâm sanatı dekoratif sanatlara yönelmiştir. Böylece, parlak ve büyüleyici, özgün eserlerin ortaya çıkmasına imkân vermiştir. Bunlar İslâm sanatının en değerli ürünleri olmuş ve Batı dünyası her zaman kıskançlıkla karşılamış, bir masal dünyasına bakar gibi hayranlıkla seyretmiştir. O dantel gibi akıllara durgunluk veren soyut (nonfigüratif) süslemeyi Müslümanlar keşfettiler.Batılıların hayran kaldıkları Elhamra'yı, Taç Mahal’i, Selimiye’yi, Süleymaniye’yi, Mostar Köprüsünü bu soyut düşünce meydana getirmiştir.
Müslümanlar zaptettikleri yerlerde, iman ve zafer neşesiyle, yorgun enerjileri canlandırmayı başardılar. Müslüman olanlar taze bir kuvvetle bu coşkun nehrin sularına katıldılar. Çöllerde yer yer şehirler fışkırmaya, camiler ve medreseler yükselmeye, kütüphaneler ve hastaneler kurulmaya başlandı. Sanat, bilim, edebiyat, felsefe ile tarım ve ticaret ile beraber ilerledi.
Muhteşem sanat eserleri gerek mimaride, gerek süsleme sanatlarında tarihte eşine az rastlanır bir gelişme gösterdi. Mimari, musiki, tezhip ve hat gibi sanatlarımız, dünyaya parmak ısırtmıştır. Bu sanatlarımız beşeri olduğu kadar, tevhit merkezli olması hasebiyle ilâhîdir. İşte bu nedenle Yahya Kemal şöyle demiştir :"İslâm sanatı deyince; ayağımızın altındaki kilimden, göklere kadar tırmanan Selimiye'lere, Karahisari'nin kubbeyi işlemesinden Dede Efendi'nin çığlığına kadar hepsi hatırlanmaz mı? Hemen o günlere uzanır ve adeta Sinan'a taş taşır, bacıya desen uzatır, Şeyh Hamdullah'a hokka tutmaz mıyız? Duyanlar için, bütün tarih ve sanat eserlerimiz dinî ve mistik bir ruh taşır. Çünkü hemen hepsi bu ruh ve düşünce ile yapılmıştır.
Revan köşkünde gezerken kulağıma derinden bir Kur'an sesi geldi. Birdenbire İslâm mimarisini tam manasıyla gördüm. Çünkü İslâm mimarisinin içinde bir ruh gibi, muhakkak rahle başında bir Kur'an sesi lâzım. O ses olmadığı zaman, bu mimari kuru bir şekilde gözüküyor" diyerek duygularını ifade etmiştir.
Buna rağmen yalnız Türkiye'de değil, bütün İslâm dünyasının hemen hemen hepsinde "estetik aşınma" ve "tarihi tahrip" hadisesinin yaşandığını üzülerek söylememiz gerekir. Çirkin binalar, estetikten mahrum avlusuz camiler, bina ile orantısız minareler, maviye veya yeşile boyanarak aslî güzelliklerini kaybetmiş mihraplar, yurt dışına kaçırılan yazma eserler, bir kenara atılmış nadide hat levhaları, bir köşede çürümeye terkedilmiş Selçuklu veya Osmanlı sinileri, kırılmış mezar taşları, tarihten ve sanattan kopmuşluğumuzun ifadesi değil midir ?
Dindar ve muhafazakâr olduğunu söyleyen zenginlerimizden kaç tanesi bugün hat, ebru, tezhip gibi klâsik İslâm sanat eserlerinin koleksiyonunu yapmakta; veya gençlerimizin kaçta kaçı böyle sergileri ziyaret etmektedir? Kaçta kaçımız yavrularımızı bu sanatları öğrenmeye teşvik etmekteyiz.
Sanat, fertlerin zekâsına hitap ettiği gibi, gönüllerine de hitap eder. Böylece millî şuuru ve dinî hayatı, daha feyizli ve şevkli yaşamamıza vasıta olur.
Sanatı Allah için, beşeriyetin tekâmülü için kullanmasını bilen Dede Efendi, Itrî, Mimar Sinan, Şeyh Galip, Şeyh Hamdullah, Râkım gibi büyük sanatkârların bu anlayışla büyük eserler verdikleri, asırlardır kitleleri dini vecd içinde Allah'a yaklaştırdıkları muhakkaktır. Bugün bestelenmiş gibi hâlâ coşkunlukla söylenen Tekbir, Salât, Allah'ı arayan ruhun İlâhî güzellik karşısında duyduğu hayranlığın ifadesinden başka ne olabilir? Önünde hayranlığımızı saklayamadığımız, Süleymaniye, Sultan Ahmet gibi mehabetli camiler... bizi secdeye, bizi ümit dolu duaya davet etmiyorlar mı? Yüzyıllar ötesinden Aşık Yunus, hâlâ aramızda değil mi?
Görülüyor ki, sanat milletlerin hayatında duygu ve düşünce birliği sağlayan önemli bir unsurdur.
Netice Sanat, karşıdaki ile konuşmadır. Bu konuşma ne kadar güçlü bir dille verilirse o kadar etkin ve kalıcı olur. Özle biçim, yani imanla sanat öyle birleşmiştir ki, birini diğerinden ayırmak mümkün değildir. Dinsiz bir sanat kuru, yüzeysel ve coşkusuz olur. Sanatsız din ise, hayattan kopuk birtakım ahlâkî manzumeler yığını olur. Bunun içindir ki din ve sanat hep olacaktır.
Çünkü hayat vardır, dinsiz, sanatsız bir yaşantı söz konusu değildir.
KAYNAKLAR:
Yusuf El Kardavi, İslam ve Sanat, Aşiyan Yayınları, İstanbul-2006
Prof. Dr. Nusret Çam, İslâm'da Sanat, Akçağ Yayınları Ankara-2008
Vedat Erkul, Sanat ve İnsan, Timaş Yay., İstanbul-1996.
Batılı Gözüyle, İslâm Kültür ve Medeniyeti, çev: Müjdat Karayerli-Murat Özyiğit, Esra Yay.,İst-1994.
Beşir Ayvazoğlu, İslâm Estetiği ve İnsan, Çağ Yay., İstanbul-1989.
Lois F. Faruki , İslama Göre Müzik ve Müzisyenler, Akabe Yayınları, Ocak 1993.
İBNİ HAZIM: Hicri 384, Miladi 994 yılının Ramazan ayında Endülüs'ün meşhur şehri Kurtuba'da dünyaya geldi Babası Ahmed kıymetli bir ilim adamı olduğundan ve aynı zamanda Halife Mansur ve oğlu Muzafferin döneminde vezirlik yaptığından dolayı İbn Hazm'ın çocukluğu lüks bir hayat içerisinde geçti İbn Hazm da 1023'te kendisine halifelik üzerine biat edilen Müstezhar Billah tarafından vezirliğe getirildi, ancak bu görevinde uzun süre kalamadı, halife yedi hafta sonra öldürüldü ve İbn Hazm da hapse atıldı Daha sonra Hişam el Mu'temed Billah döneminde ikinci defa vezaret görevine getirildi Fakat sonunda bu görevi bırakarak kendisini tamamen ilmî araştırmalara verdi. İbn Hazm, hadis ilimlerinde ve fıkıhta otoriteydi, Kitap ve Sünnet'ten hüküm çıkarma gücüne sahipti Siyer ve tarih konularında da ulaştığı üstün seviyeden dolayı ortaya koyduğu her meseleye tarihten yaşanmış örnekler getirmesini kolaylaştırıyordu Bunlardan başka mantık ilmiyle de uğraşmış ve bu konuyla ilgili olarak et-Takrîb isimli bir eser yazmıştır Daha sonra mantık ilmini bırakarak tamamen İslâmî ilimlere yönelmiştir Aslında o zaten, mantık örneklerini bile hep fıkıhtan vermekteydi Öğreniminin ilk dönemlerinde Maliki fıkhını incelemiş, Muvatta'yı okumuştur Daha sonra Şafii fıkhına yönelmiş ve bu mezhebin koyu bir taraftarı olmuştur Bilahere Zahirî mezhebine bağlanmıştır ki kurucusu daha önceleri Şafii olan Davud b Ali ez-Zahiri'dir (202-270) (miladi 817-884) İbn Hazm, bu mezhebin kök salması için her yerde onun savunmasını yapmış ve bu konuda kitaplar yazmıştır
İMAM NEVEVİ : Şafii âlimlerinin büyüklerinden İsmi Yahya bin Şeref, lakabı Muhyiddin, künyesi Ebû Zekeriyya’dır 1233 (H631) senesinin Muharrem ayında, Şam’ın güneyindeki Nevâ kasabasında doğdu. Doğduğu yere nispetle Nevevi denmiştir 1277 (H676) yılının Receb ayında vefat etti.
İmam-ı Nevevi hazretleri, geçinmede kanaat üzere olup, nefsi ve dünyevi arzu ve isteklerden geçmişti Allahü teâlâdan çok korkardı Doğru konuşur, yerinde söyler, gecelerini ibadet ve taatle geçirirdi İlim tahsilinde gayretli olup, salih ameller yapmakta sabrı çoktu Şam halkının yediği şeylerden yemez, memleketinden, anne-babasının yanından getirdiği, tam helal olduğunu bildiği şeyleri yemekle kanaat ederdi Yirmi dört saatte bir defa, yatsıdan sonra yemek yerdi Yine günde bir defa, sahur vaktinde su içerdi O diyarın âdeti olan kar suyu içme âdetini yapmazdı Bekar idi Hiç evlenmedi Geceleri uyumaz, ibadet eder ve kitap yazardı Devlet reislerine, valilere ve diğerlerine emr-i maruf ve nehy-i münkerde bulunurdu Allahü teâlânın emirlerini bildirir, yasaklarından sakınmak lazım olduğunu anlatırdı. Bu işte hiç müdahene etmez ve gevşeklik göstermezdi.
İMAMI NESAİ : Büyük hadis ve fıkıh âlimi. Künyesi Ebu Abdurrahman; ismi, Ahmed bin Şuayb bin Ali bin Sinân bin Bahr bin Dinar’dır. İmam-ı Nesai diye meşhurdur. Aslen Horasan’ın Nesa şehrindendir. 830 (H. 214) yılında orada doğdu. 915 (H.303)te Filistin’in Remle şehrinde vefat etti. Mekke’de vefat ettiği veya Hariciler tarafından şehid edildiği de bildirilmektedir. Hadis ilminde imamdı, yani üç yüz binden fazla hadis-i şerifi ravileriyle birlikte ezbere bilirdi. Yazdığı Süneni Sagir’i, Kütüb-i Sitte adı verilen altı büyük hadis kitabından biridir. Hadis ilminde rumuzu sin (S)’dir.
muhterem.net