Ataları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarmak için (36/6) gönderilen Hz. Muhammed örnek şahsiyeti ile Arap yarımadasından tüm dünyaya tevhit ve adalet ekseninde bir değişimi başlatmıştır. Kuşkusuz o günlerde hiçbir insan Hz. Muhammed’in nasıl bir etkiye sahip olabileceğini hayal bile edemiyordu.
Mekke’de mutlu bir müşrik azınlık, kurulu düzenlerini tehdit ettiği için peygambere karşı çıkıyor; onu davasından alıkoymak için mücadele ediyordu. Peygamber’e karşı öyle çetin bir mücadele vermelerinin nedeni dindar yani putlara düşkün olmaları mıydı? Çok tanrılı Mekke müşrik sistemine bakarak, o toplumun dindar olduğu iddia edilebilir. Nitekim tarihten bize aksettirilen de genelde bu yöndeki rivayetlerdir. Oysa sosyo-ekonomik açıdan toplumu irdelediğimizde müşrik yapının ganimet/rant ekonomisi üzerinde inşa edildiğini görüyoruz. Örneğin ‘’nesi’’ uygulaması ile hac mevsimi her yıl biraz geriye çekilerek haccın hep ticaret ve bahar ayında sabit kalmasını sağlamaktaydılar. Dindar bir tolumun/sistemin bunu kabul etmesi mümkün değildir. Oysa hac gelirleri ve kurulan panayırlar Mekke’deki ekonomik hayatın kan damarı gibiydi. Gelen hacılar için mevsim koşullarını uygunluğu elde edilecek rantı da arttırmaktaydı. Diğer yandan köle ticareti yine toplumun önemli kaynağıydı. Aşiret yapısının hâkim olduğu toplumsal yapı, güçlünün zayıf üzerinde tahakküm kurmasına ve onu sömürmesine olanak tanımaktaydı. Yine yetim ve kadınlara yönelik de aynı baskı kullanılmaktaydı. Hz. Peygamber putperestliği ret ediyordu. Bu durum da bu sektörü ellerinde bulunduran Mekke’nin önde gelen kabilelerinin tüm ekonomik rantının çökeceği anlamına gelmekteydi. Yine yetimin malının korunmasını, zayıfın hakkının iadesini, ticarete hilenin karıştırılmamasını, kölelere insanca davranılması ve bakılmasını yani adil olunması gibi müşrik düzenin temelini sarsacak taleplerde bulunmaktaydı.
Hz. Muhammed’in çağrısı/daveti müşrik sistemin üzerine kurulu dinsel, kültürel, hukuki ve ekonomik yapıyı hedef aldığı için kendisine karşı çıkılıyordu. Müşrik yapı Peygamber’i susturmak için ikna, şantaj ve dünyevi tekliflerle istediklerini alamayınca fiili saldırılarla onu caydırmaya çalışmıştır. Artan şiddetler neticesinde Peygamberimiz önce Taif’e sonra İslam’ın kurumsal kimliğini kazandığı Medine’ye hicret etmek zorunda kalmıştır.
Tarihte öyle dönüm noktaları vardır ki onları tarihten çıkardığınızda sadece tarihte bir boşluk olaşmaz aynı zamanda tarihin akışının da tamamen değiştiğini görürsünüz. Tarih o dönüm noktasından sonra öyle bir rota çizmiştir ki, her şey o dönem ile kayıtlı hale gelir. Adeta milat olur. Örneğin İstanbul’un fethi; bir çağı açmış bir çağı kapatmıştır. Elektriğin bulunması; yine bir çağ başlatmıştı. Ya da Moğolların istilası; dünyadaki tüm sınırları değiştirmekle kalmamış, nüfus hareketi ile yeni bir dönemi başlamıştır. Bunun gibi birçok örnek verilebilinir. Ama kuşkusuz son 1400 yıldır tarihin akışına yön veren etkenlerden hiçbiri Peygamber efendimizin varlığı kadar etkili olmamıştır. Elektriğin icadından Moğol istilasına kadar tüm olayları söküp çıkarttığımızda insanlığa olan etkilerinden, hiçbiri Hz. Muhammedi (s) tarih sahnesinden çıkarmak kadar etkili olmaz. Peygamberimizin varlığını tarih sahnesinden bir an için çekip çıkarttığımızda insanlığın kaybedeceği kazanımlar öyle büyük ki bunun başka türlü telafisi mümkün görünmüyor.
Ortaçağın o karanlık dünyasını aydınlatan o kutlu insan olmasaydı, bugün ortaçağın bütün felaketlerini, günahlarını, zulüm ve fesadını hala yaşıyor olacaktık. Bugün hala kız çocukları diri diri gömülüyor ve insanlar putları için yakılıyor olacaktı. Kölelik hala devam edecekti; bugün adalet ve merhametten söz edilip vicdanlar hala konuşabiliyorsa; modern, medeni şehirler kuruluyorsa kuşkusuz bunlar Peygamberimizin ve ahlakının tetiklediği değişimlerdir. Belki birisi kalkıp köleliği Müslümanlar kaldırmadı diyebilir; bu doğrudur. Ama köleliğin kaldırılmasına öncülük eden batı medeniyetini o karanlık çağdan kurtarıp adalet duygusunu öğreten de İslam medeniyeti ve onun kurucusu olan Hz. Peygamber’in mümtaz şahsiyeti olduğunu unutmamalıyız.
Peygamber ahlakını kendine örnek alan ilk nesil ve takipçileri İslam davetini ulaştırdıkları her yerde Peygamber’in öğrencisi olarak adalet ve ahlaka olan bağlılıkları ile halkın teveccühünü kazanmışlardır. İmparatorluklar yıkan ve medeniyet kuran Müslümanların en büyük gücü, rehber edindikleri o güzel insanın eğitiminden geçmiş olmalarıydı. Tarih bir daha o ilk nesil gibi bir nesli bir araya getirmedi ve getirmeyecektir de. Çünkü o ilk neslin rehberi ve öğretmeni olan insan Hz. Muhammed’dir (s).
Tarihten bir an için Peygamber’in varlığını yok saydığımızda önümüzde oluşacak o karanlık tablo bizlere sahip olduğumuz hazineyi ve değeri hatırlatmaktadır. Peygamberimiz daha Mekke’de müşriklerle mücadele ederken, Allah’ın bir müjdesiyle, onun tarih sahnesinde sönmeyecek bir ışık olarak kalacağı haberi veriliyordu. Allah ona kevseri vererek, şanını yücelttiğini (94/ 4) ilan ediyordu.
RASULULLAH’A KEVSER VERİLMİŞTİR
Mekke’de müşriklerle mücadelenin kızıştığı en zor günlerde Peygamber efendimiz son erkek evladını da kaybeder. Bir babanın evlat acısı yaşaması kadar acı bir durum olabilir mi? Bu durum Resullulah’ın kalbinde çok derin yaralar açar. Müşrik ve ataerkil olan Mekke toplumunda erkek evlattan yoksun olmak güçsüzlüğü ve acziyeti ifade ederdi.
Ahlak ve merhametten yoksun o müşrikler Peygamber’in acıyan kalbini kanatmak için ona ‘’ebter’’ yani soyu kesik dediler. Çünkü müşriklere göre soy-sop çok önemliydi ve bu, ancak erkek evlat ile devam ettirilebilirdi. Böyle bir atmosferde Allah, Peygamber’ini yalnız bırakmayarak ona öyle bir müjde verir ki, onun tarih sahnesinin hiç sönmeyecek yıldızı olacağını ifade eder. Çünkü Allah, Hz. Muhammed’e ‘’kevseri’’ verdiğini söyler.
‘Ebter’ nitelemesine karşı ‘Kevser’ kelimesi çokluk ve üstünlükten türeyen bir kelimedir. Araplar cömert adama kevser demiştir. Ama Peygamber efendimize verilen Kevser tıpkı cennetteki tüm ırmakların kendisinden beslendiği ırmak gibi ümmetinin ondan besleneceğidir. Başka bir ifadeyle isminin şanının, mesajının, yüksek ahlakının, hayat hikâyesinin, şahsiyetinin, sözlerinin, tavsiyelerinin yani Peygamber efendimize dair her şeyin sonsuz bir şekilde çoğalarak tarih sahnesinde hep var olacağı, anılacağı ve örnek alınacağıdır. Yani Kevser; Muhammed isminin hem madden hem mana olarak sonsuzluğa doğru çoğalacağını ve hiç kesilmeyeceğini ifade eder. Çevremize bakalım; ne kadar çok Muhammed, Ahmet, Mustafa veya Rukiye, Zeynep, Hatice, Gülsüm, Abdullah ve İbrahim isimlerine rastlarız… Bunlar Peygamber’e duyulan sevginin ürünü değil mi? Ümmetin kendi Peygamber’ini sürekli yaşatması değil de nedir?
Belki müşrikler soyu kan bağına bağlayarak bir iki nesil daha isimlerinin anılmasından övünerek Peygamber’i bu yolla küçük düşürmeye çalışmış olabilirler. Ama Allah’ın vaadi ile Hz. Muhammed’in şanı sonsuzluğa doğru çoğalan bir şekilde çevresini de aydınlatarak, bir nur olarak varlığını devam ettirecektir. Allah bu güzle insana kalbi yaralıyken kevseri verdi. Hatta onu kevser yaptı. Bitip tükenmek bilmeyen bir ırmak olarak 1400 yıl boyunca olduğu gibi bundan sonra da ümmetinin susuzluğunu giderecektir.
Her Peygamber, Şeriatına Rengini Katar
Her din için kendi peygamberi önemlidir çünkü peygamberler getirdikleri mesaj ve uygulamaları yanında oluşturdukları hukuki düzen nedeniyle de ‘’kururcu’’ unsurlardır. Bir dinin peygamberini yok saymak ya da onu görmezden gelmek imkânsızdır. Böyle durumda kişi dinî mensubiyetini yani kimliğini kaybeder. Bununla beraber peygamberler kendi oluşturdukları düzene-şeriata adeta renklerini katarlar.
Hz. Musa, İsrailoğullarının kölelik dolu yıllarından sonra onları özgürlüğüne kavuşturur ama İsrailoğulları o kölelik psikolojisini hiçbir zaman üzerlerinden atamazlar. Özgür bir insandan öte efendisinin hizmetinde çalışan bir köle gibi istenilen her emri yokuşa sürmeye ve günü kurtarmaya çalışırlar. Bu durum karşısında Musa peygamberin öfke ve çaresizliği adeta Yahudi şeriatını şekillendirmiştir. Merhametten eser olmayan kurallarda bir efendinin kölelerin itaat etmeme durumunda her an cezalandırabileceği tehdidi vardır ve bu üslup tüm Tevrat emirlerine sirayet etmiştir.
İsrailoğullarının zincirlerini kırmaya gelen İsa peygamber onların korku ve şiddetle harmanlanmış yüreklerine merhamet tohumları ekmeye çalışır. Bir sevgi peygamberi olarak onlara güzelliğe ve iyiliğe dair ne varsa anlatır. İsa peygamberin anlattığı tüm mesellerde merhamet vurgusu ilmik ilmik işlenir. Öyle ki “Yanağınıza vurulan bir tokada karşı öteki yanağınızı çevirin.” diyecek kadar kin ve öfke üzerine kurulu Yahudi karakterini yıkıp yerine merhameti önceleyen bir duruş getirir.
İslam peygamberi Hz. Muhammed ise adeta iki peygamberin sentezi gibidir. İnsan fıtratına en yakın olan duruşu sergiler. Yüksek ahlakı için de merhamet ve iyiliğin yanında öyle bir takvayı barındırır ki, Allah’ın her daim onu gözettiği bilincini asla terk etmiyordu. Korku ve umudun harmanlandığı bu sorumluk bilincinin onun eşsiz bir insan olarak tarih sahnesinde yer almasını sağlamıştır. Dünyada hiçbir lider ya da peygamber Hz. Muhammed gibi kendi mensuplarına kendi karakterini yansıtamamış ve hiçbir toplum İslam ümmeti gibi kendi peygamberini model almamıştır. İlk neslin başarısının altında da bu vardır. İslam’ın muzaffer olduğu dönemlere baktığımızda Müslümanların inancı ve yüksek ahlakı bunda önemli bir faktör olarak göze çarpar.
Peki, Peygamberimiz nasıl bir ahlaka sahip idi?
Hz. Muhammed’in insanlar için beslediği duygu ve endişeleri, müminlere yönelik merhameti ve içtenliği Kur’an metinlerine yansır. İnsanların kurtuluşa ermesi için gösterdiği çaba öyle yüksekti ki, Kur’an; “Kendini helak (perişan) etme!” (18/6) diye uyararak onu teselli etmekteydi.
Hz. Muhammed çevresinde adil, dürüst, emin ve yüksek ahlak sahibi olarak bilinip takdir ediliyordu. Nitekim peygamberlik görevini ifa ederken sahip olduğu bu faziletler, insanların ona inanmasında etkili olmuştur.
Sahip olduğu maddi zenginliği ihtiyaç sahipleri için cömertçe harcamaktan çekinmeyen biriydi. Kendisinden talep edilen mal ve mülkü vermekten hiçbir zaman tereddüt etmemiştir. Bu nedenle tüm hayatı boyunca iyilik ve yardımlaşma hareketlerinde bulunmuş ve bunu teşvik etmiştir.
Azim ve kararlılığı yanında vakur olmayı hiçbir zaman elden bırakmamıştır. Hayatı boyunca söz ve eylemlerindeki tutarlılığı ve yüksek ahlakı onun örnek şahsiyetini ortaya koyar. Cesur bir insan olmasına karşın aynı zamanda utangaç, sıkılgan ve duygu yüklü kişiliğini, onun örnek şahsiyetini tamamlayan meziyetler olarak görebiliriz. Onun merhamet duygusunun her zaman onun kişisel duygularının önüne geçtiğinin de altını çizmek gerekir.
O, Muhammedu’l Emin idi… Öyle bir doğruluk ve güven hissi vermişti ki, Mekke’deki çatışmaların en şiddetli anlarında bile düşmanları ona hala güvenebiliyordu. Onun asla yalan söyleyemeyeceği, adaletten şaşmayacağı, mazlumdan yana olduğu, akraba ve yoksulları gözettiği, hakkı söylediği ve nefsiyle hareket etmediğine yönelik hiçbir kuşku ve tereddüt yaşamamışlardır.
Oysa onun ümmeti bir gün gelecek düşman gördüğü toplum ve insanlara yönelik hatta kendi Müslüman kardeşine bile tüm ahlaki prensipleri askıya alarak çıkarı için ilkesiz ve ahlaksız davranmayı mubah görecektir. İşte biz Müslümanları tarih sahnesinden kenara iten şey de, kendi önderimizi örnek alma ve anlamaktan vazgeçtiğimiz an ile başlaması bir trajedidir.
Peygamber için mevlitler yazıp bu mevlitleri kutsayan doğum günlerinde ziyafetler verip törenler düzenleyen ümmeti onun yüksek ahlakını örnek almayarak içinde bulunduğu cehaleti örtmeye çalışması, sadece bir çelişki değil aynı zamanda acınası bir durumdur.
Bugün İslam coğrafyasında yaşanan tüm sıkıntılar, kaoslar, yaşanan şiddet sarmalı ve müslümanın müslümanı katlettiği bu ortamda ihtiyacımız olan şey; Peygamberimizin örnek kişiliğidir. Elimizde Kur’an yani Allah’ın sözü ve de bizimle olan son konuşması varken bu kadar cehalet deryasında yüzüyorsak; ihtiyacımız, bu sözün insan bedenine bürünmüş hali olan Elçi’sinin örnek şahsiyetidir. Hz. Aişe validemiz Peygamber için “Yürüyen Kur’an’dır.” demişti. Kur’an insan olarak gelseydi nasıl olurdu sorusunun cevabı Hz. Peygamber’in örnek şahsında şekil bulur. Bu yüzden o, insanlık için bir rahmettir. Eğer onun ayak izlerine basa basa yürürsek elbette kurtuluşa doğru çıkarız. Aksi halde ümmet olarak bu zilleti yaşamaya devam ederiz.
Nasıl bir Peygamber’e iman edip onu aldığımızı hiç düşündük mü acaba? Kuru hurma taneleri yiyen Âmine annemizin o müşfik evladını mı? Yoksa mucizelerle donatılmış hatta kendisi olmasaydı bu dünyanın bile yaratılmayacağı iddia edilen insana mı? Çünkü ikisinin bir arada olması mümkün değil. Biri bizlere Kur’an’da anlatılan Hz. Muhammed, diğeri geleneğin ve efsanelerin ürettiği meçhul peygamber…
Kur’an, Hz. Muhammed’in insani kimliğine sıklıkla vurgu yapar. Allah, Hz. İsa gibi Peygamberimizin de bir gün karşılaşacağı ithama karşı bizi uyarmak ve yol göstermek istemektedir.
Kur’an, Hz. Muhammed için şunları der: O, bir insandır. (18/110, 41/6); Sadece Allah’ın elçisidir. (3/144); Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. (34/44); İnsanları Kur’an ile davet eder. (33/46, 65/11); Sırtlarımızdaki ağırlıkları ve zincirleri kaldırıp atmak ister. (7/157); Bundan önce ümmi idi. (7/157, 29/48) yani daha önce kitap nedir iman nedir bilmiyordu. (42/52); Kur’an ile hidayet buldu. (34/50); Her insan gibi acıkan, yemek yiyen ve çarşı pazarda dolaşan bir beşerdir. (25/7); İnsanlara hayat verecek kitaba (8/24) ve sadece doğru yola çağırır. (23/73); Onda müminler için örnek vardır. (33/21); Şefkatli ve merhametlidir (2/128) çünkü o, yüce bir ahlaka sahiptir. (68/4)
Gaybı da bilmeyen (6/50) bir peygamber nasıl olur da öyle mucizeler gösterir diye düşünmek gerekmez mi? Kaldı ki yukarıdaki ayetler onu bizden biri gibi göstererek, dikkatleri sadece Kur’an mesajına ve onun yüksek ahlakına çekmektedir.
Ki Kur’an, müşriklerin mucize taleplerine kapıyı sonuna kadar kapatarak ret cevabı verir: Allah şöyle buyuruyor: “Bizi mucizeler göndermekten alıkoyan şey, evvelkilerin (onları) yalanlamış olmasıdır.” (17/59) Yani “Ey Mekke müşrikleri ve de sonraki kuşak Müslümanlar, Allah Resulü’nden hiçbir mucize beklemeyin!” denilmek istenmektedir. Ve bir de bu mesajı başka bir ayette Resul’ünün ağzından şöyle dile getirir: “Mucizeler Allah katındadır. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.” (29/50)
Bizler insan olarak ancak her yönü ile insani özellikler gösteren bir insanı örnek alıp, onun adımlarını takip edebiliriz. Oysa Allah, Resul’üne öyle bir misyon biçmişti ki, onun örnek alınması bir yana ancak yaptıkları karşısında büyülenmek ve hayranlıkla izlemek kalıyor bizlere… Böyle bir insanın –ki insan demek zordur. Onun yeri semai varlıkların yeri olmalıdır- örnek alınması veya taklit edilmesi imkânsız hale sokulmuştur. Peki, bu nasıl olmuştur?
İslam’ın dünyanın dört bir yanına yayılması ile birlikte, farklı kültür ve inanç gruplarıyla dinsel anlamda diyaloglar kurulmuştur. Özellikle de Kitap Ehli ile olan diyaloglarda fikrî tartışmaların yoğunluğu, din mensuplarını kendi inançlarının üstünlüklerini ortaya koyma noktasına taşınmıştır. Yahudilerin Hz. Musa’ya verilen mucizeleri öne sürmeleri, hakeza Hıristiyanların Hz. İsa’nın kurtarıcı rolü ve yaptığı mucizeler üzerinden saldırmalar, Müslümanları en zayıf noktalarında yakalamıştır. Bu konuda savunma pozisyonundan saldırıya geçmek için Hz. Muhammed’in en az onlar kadar mucize sahibi olduğu ve kurtarıcı bir rolü de üstlendiği tezi işlenmeliydi. Bunun için Peygamber efendimizin büyüklüğü/yüceliği, tüm âlemin onun için yaratıldığına dair teolojik bir tezle ve buna paralel olarak “Miraç”ta tüm peygamberlere imamlık yaparak, tüm peygamberlerin önderi olduğu düşüncesi ile karşılık verilmiştir. Kuşkusuz bu düşünceler sadece İslam’ın evrensel mesajına değil onun peygamberine de yönelik en büyük haksızlık ve iftiradır. Allah’ın kitabında yazmadığı bir husus kutsi hadis kılıfı altında İslam düşüncesine sokularak zihinler bulandırılmaya çalışılmıştır.
Peygamber’in şahsında gösterildiği iddia edilen her mucizede İsa ve Musa peygamberin mucizelerine gönderme vardır. Musa peygamberin asasıyla yardığı denize mukabil Peygamber’in parmağı ile ayı yardığı; yine Musa peygamberin asasını yere vurarak çıkardığı pınarlara karşı Peygamber’in parmaklarından fışkıran sular; İsa peygamberin şakirtleri için az yemeği çoğaltması gibi Peygamber’in de birçok kez bir tas sütü veya bir kap hurmayı çoğalttığına şahit oluruz. Yine İsa peygamberin kendini insanlık için feda etmesine karşı Peygamber’in de ahrette ümmetine şefaatçi olacağı söylenir. Yani tıpkı peygamberler arası bir yarış gibi Peygamber’e hak etmediği bir misyon yükleyerek asıl sahip olduğu yüksek ahlak vasfı ötelenerek örtülmüştür. Bunun yansıması olarak Peygamber’in ahlakını örnek alacak nesiller yerine, onun üstün mucizeleri ile övünen nesiller yetiştirilmiştir.
Peygamberimizin mucizesi onun getirdiği ilahi mesaj ve mükemmel ahlakıdır. Onun dışındaki her türlü nitelemeden uzak olduğunu içselleştirmeden, onun adımlarını takip etmemiz mümkün değildir. İlk adım olarak onu bir insan olarak görüp onun ayak izini takip etmemiz gerektiğini öğrenmemiz gerekir. O, nasıl yürüyen bir Kur’an ise yani Kur’an’ın insanın suretindeki formu ise, bizlerin de Elçi’nin varisi olarak onun adımları üzerinde Kur’an talebeleri olarak yürüyerek onun kutlu yürüyüşünü kıyamete kadar sürdürmemiz icap eder.