Hadisle İlgili Kavramlar ve Hadisin Tarihî Gelişimi
Yaklaşık hicri ellinci (miladi yedinci yüz) yıldan sonra kendilerine güvenilmeyen hadis talebelerinin ortaya çıkması ile birlikte ravileri ve rivayetleri, güvenilir olup olmama, mahiyet ve muhteva bakımından belli terimlerle değerlendirme ihtiyacı doğmuş, ilgili çalışmalar sonraki iki asırda daha da gelişerek devam etmiştir.[1] Bu terimleri hadis usulü ulemasının açıklamaları doğrultusunda şu şekilde gruplandırmak mümkündür:
Hadisin kaynağına göre: Peygamber'in (s), bazı hadisleri kendi ifade ve üslubu ile söylerken, ‘Allah buyuruyor ki’ demesine bakarak bu sözlerin manasının O'nun gönlüne Allah Teâlâ tarafından ilham edildiği kanaatine varılarak bu tarz gelen rivayetlere ‘kutsî hadis’ denmiştir. Aynı zamanda ‘ilahî’ veya ‘rabbanî’ hadis de denilen bu rivayetlerin içinde sahih, zayıf, hatta mevzu olanlar bulunabildiğinden tenkit ölçüleri bu tür hadislere de uygulanmıştır. Resulullah'ın bu niteliği taşımayan diğer hadislerine ise ‘nebevî hadis’ denilmiştir.
Öte yandan, senetli veya senetsiz olarak, Peygamber ‘şöyle buyurdu’ veya ‘şöyle yaptı’ denilerek doğrudan Resulullah'a isnat edilen sahih, zayıf ve hatta uydurma söze, fiile veya takrire ‘merfu hadis’ (Peygamber'e ulaşan hadis) adı verilmiştir. Bu ifade bir değerlendirme terimi olmayıp sadece sözün Peygamber'e nispetini ifade etmektedir.
Ravi sayısına göre: Bazı hadisler onları ilk defa söyleyenden bir veya birden çok senetle gelmektedir. Senetlerin azlığına veya çokluğuna göre hadisler mütevatir ve âhâd olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Mütevatir hadisler, yalan bir haberi rivayet etme hususunda birleştiklerini aklın kabul etmeyeceği kadar kalabalık ravi topluluğunun yine kendileri gibi bir topluluktan alıp naklettikleri, görülen veya duyulan bir olayla ilgili hadislerdir. Mütevatir hadisler kesin bilgi veren sağlam haberler olduğu için tenkide tabi tutulmaz. Kendileriyle amel edilmesi gerekli olan bu haberlerden sözleri birbirinin aynı olanlara ‘lâfzî mütevatir’ denmekte olup bunların sayısı olabildiği kadar azdır. Sözleri arasında fark bulunmakla beraber muhtevaları aynı olan rivayetlere de ‘manevî mütevatir’ adı verilir.
Peygamberden ‘sözlü mütevatir rivayet’ yok denecek kadar azdır. Hatta daha yaygın ve doğru bir kanaate göre yoktur denilebilir. Çünkü rivayetlerden herhangi biri mütevatir haber tanımına uygun düşmemekte, mütevatirlik özelliklerini taşımamaktadır. Ancak, özellikle ibadetlerle ilgili uygulamaların temel esasları bize tevatüren ulaştığı bilinmelidir. Örneğin, beş vakit namazın farzları böyledir.
Ravilerinin sayısı bakımından mütevatir derecesine ulaşmayan rivayetler, âhâd hadis sayılmıştır. Mütevatir derecesine ulaşmamakla beraber çeşitli meslek grubu âlimleri veya Müslümanlar arasında yayılması sebebiyle bir nevi manevî tevatür özelliği taşıdığı söylenen rivayetlere ‘meşhur hadis’ denmiştir.
Keza her tabakada en az üç ravisi bulunmadığı halde halk arasında şöhret bulmuş rivayetlere de ‘meşhur’ denilmiştir ki bu, kelimenin sözlük anlamına uygun bir isimlendirmedir. Bu tür meşhur haberler içerisinde uydurma olanlar da vardır. Örneğin, ilim Çin'de bile olsa talep ediniz, rivayeti, halk arasında oldukça meşhur uydurma bir haberdir. Bir hadisin, mervi bütün çeşitlerinde olduğu gibi meşhur olması tenkit dışı kalmasını gerektirmediğinden bu tür hadisler güvenilirlik açısından sahih, hasen, zayıf, mevzu gibi kısımlara ayrılmıştır.
Sıhhat (sağlamlık) derecesine göre: Hadislerin delil olma değeri taşıması sıhhat derecesine bağlıdır. Hadisler güvenilir olup olmama açısından üçlü bir taksime tabi tutulmuştur:
Sahih hadis, ravileri güvenilir, senedi kopuksuz, metni Kur'an'a, aklın ilkelerine ve Peygamber (s) dönemindeki tarihî verilere aykırı düşmeyen hadistir. Sahih hadisler, dinî hükümlere kaynaklık etme bakımından önemli bir konuma sahiptir. Geçmiş ulemadan ‘sahih hadislerin en üstünü mütevatir rivayetlerdir,’ şeklinde ifade edilen yaklaşımı sadece kategorik bir değerlendirme olarak kabul etmek gerekmektedir. Diğer hadis kitaplarında da bulunmakla beraber bu tanıma uygun hadisler Buhari (194–256/810–870) ve Müslim'in (206–261/821–875) el-Cami'us-Sahih'lerinde daha çok bulunmaktadır.
Ancak bu kitaplarda mevcut rivayetlerin de yine onların içtihatlarıyla konumlandığı unutulmamalıdır. Nitekim bunların sahihlerine yönelik çeşitli eleştirilerin varlığı bilinmektedir. Keza bunların da otoritelerini uzun zamana yayılan bir süreçte sağladıkları malumdur. Dahası bütün hadis külliyatının benzer serüvenlerinin olduğu bilinmelidir.
Sözgelimi Hâkim Nisaburi (321–405/933–1014) kendi içtihadı ile oluşturduğu Müstedrek’inde kendince ‘sahih’lediği hadisleri aldığını belirtmiştir. Ancak onun kaydettiği hiç değilse bir kısım hadislerine ciddi çekinceler konduğu bilinmektedir. Keza Gazzali’nin -ahlak kitabı da olsa- İhya’sında da aynı durum söz konusudur. Zira o da kaydettiği hadisleri kendince doğruladığı için almış olsa gerektir. Ancak bilindiği gibi adı geçen kitabını tahric edenler yine kendi içtihatlarıyla çoğu hadislerini cerh etmişlerdir.
Hasen hadis, sahih hadisten bir derece aşağıda bulunan, metin ve senet olarak biraz kusurlu olan hadistir. Bu hadisleri kimi fıkıh âlimleri delil olarak kullanmışlardır. Hasen hadislerin çokça bulunduğu kaynakların başında Tirmizi'nin (209–279/824–892) el-Cami'us-Sahih'i ile Ebu Davud (212–275/827–888), Nesei (215–303/830–915) ve İbn Mace'nin (209–273/824–886) sünenleri gelmektedir.
Sahih ve hasen hadisin şartlarını taşımayan rivayetler ise zayıf kabul edilmiştir. Sahih veya hasen hadisin bulunmadığı konularda idare edilebilecek(!) durumdaki zayıf hadislerle amelin mümkün olduğunu söyleyen âlimler olmuştur. Bu âlimlerin, hasen hadisle amel edilebilmesi için bile ileri derecede ihtiyatlı davranılması gerekirken, zayıf hadis karşısında sergiledikleri bu tutumun isabetli olmadığını zaman göstermiştir. Bu tür hadisler, tasavvufa dair ya da daha yerinde bir ifade ile sofî meşrep müelliflerin eserlerinde daha çok olmak üzere her türden kitapta bulunabilmektedir.
Senedinde kopukluk bulunup bulunmamasına göre: Hadisin senedinde yer alan ilk raviden son raviye kadar isnat zincirinin halkalarında kopukluk bulunmayan hadislere muttasıl ve mevsul adı verilmektedir. Bu hadisin merfu, mevkuf veya maktu olması fark etmez. Senetlerinde kopukluk bulunmamasına binaen bu rivayetlere aynı zamanda müsned de denilir. Fakat müsned hadis, genellikle senedinde kopukluk olmadan Peygamber'e ulaşan rivayetlere denir.
Senedinde bir ravinin dahi eksik olduğu her çeşit rivayet zayıf sayılmaktadır. Bu hadisler, kopukluğun bulunduğu yere ve eksik olan ravi sayısına göre değişik adlarla anılmıştır.
Ravisinin kusuruna göre: Raviler, ya yalancılık, ibadette gevşeklik gibi ahlakî ve dinî kusurlar bakımından (adalet) veya çok yanılma, hafıza bozukluğu, dikkatsizlik gibi zihnî yetersizlikler (zabt) açısından tenkide uğramışlardır. Hadis öğrenimi, tarihi seyri içerisinde çeşitli metotlarla yapılmıştır. Bir hocanın (şeyh) rivayet ettiği hadisi hangi tarzda öğrendiği, onu öğretirken kullandığı eda sigalarından anlaşılır.
Burada şunu belirtmekte fayda mülahaza ediyoruz. Günümüzde ravi ve rivayetlere, ‘hadislere’ dair yeni değerlendirme ve nitelemelerin yapılması faaliyeti tekrar canlandırılabilir olmalıdır. Bunun için öncelikle çerçevesini İmam Şafii’nin tesis ettiği paradigmadan mülhem İbn-i Salah’ın (577–643/1181–1245) belirlediği çemberi kırmak icap etmektedir. İbn-i Salah’ın otoritesine mağlup olmadan, söylemi ve onun gözlüğünü kullananların şablonları bir yana bırakılabilecek olunsa bugün de sözgelimi onların kendi ön yargılarıyla bidatçilik vesairle itham ettikleri raviler hakkında objektif değerlendirmeler yapılarak yeni bir ravi, rivayet piramidi inşa edilebilecektir.
Burada şunu ilave etmekte fayda görüyoruz. Muhaddislerin hadislerle ilgili yaptığı bu tanımlarda esas hedef muhtemelen şuydu: Kategorik bir tasnif ile bir açılımda bulunmak, böylece özellikle fıkıhçı ve kelamcıların direnişini kırmak. Bu amaçla ne kadar çok hadis bir tanım dâhiline alınabilinse o kadar çok ‘hadis’e az ya da çok ama mutlaka bir değer yüklenmiş olunacaktır. Bu doğrultuda tanımlar diğer bir ifade ile süzgecin delikleri ne kadar geniş tutulabilse eserlere o kadar çok hadisi alma olanağı olacak ve bunların tenkidi engellenmiş olunabilecektir. Nitekim ‘hadisçi’lerle ‘fıkıhçı’ ve ‘kelamcı’lar arasındaki tartışmaların odak noktasının da genel manada bu olduğu bilinmektedir. Bilindiği gibi fıkıhçılar hadislerin fıkhî değerine, kelamcılar ise bilgi değerine önem veriyorlardı. Oysa hadisçiler sözün nakil yani ravi ve rivayet sayısına göre yaklaşıp, bu rivayetleri nas diye dayatıyor ve üstelik kendi şablonlarını benimsemeyenleri olmadık ithamlarla kurutmaya çalışıyorlardı.
Burada hadisçilerin hadis kültürünü oluşturmada sarf ettikleri devasa gayreti ve çoğunlukla var olduğuna kanaat ettiğimiz iyi niyetlerini görmezden geldiğimiz sanılmamalıdır. Bunu takdir gereğini her zaman ifade ettiğimizi belirtmeliyiz. Ancak bu hakşinaslık onların algı ve yaklaşımlarını keza ürettiklerini kutsal kılmamayı, hele tarih boyunca farklı ve kıymetli hatta kimisi daha doğru yaklaşımların varlığını bilmeyi de göz ardı etmemelidir.
Hadisin Tarihî Gelişimi
Şüphesiz ki hadis tarihî ile tarihî süreçte oluşan kavramlar, hadisin, içinde doğduğu kültürel ortam ve ehl-i hadisin yaşadığı dönemlerin sosyal ve siyasal olaylarından bağımsız düşünülemez. Nihayet onlar da yaşadıkları dönemlerde kendilerine has bir dünya, peygamber vs. tasavvurları olan bir ekol/ mezhep idiler. Bu çerçevede onlar, yaptıkları değerlendirme ve faaliyetleriyle muhaliflerine karşı mücadele verirken bu arada hadis tarihini de kendi ilke ve beklentileri doğrultusunda boyuna şekillendirmişlerdir. Nitekim hadis ulemasının kimi zaman ideolojik mülahazalarla hadis ve ravi değerlendirmeleri yaptıkları bilinmektedir. Tabiî ki hadis tarih ve kavramlarının bu boyutu ile bilinmesi icap etmektedir.
İslam coğrafyasının farklı bölgelerine çeşitli nedenlerle dağılan sahabeden bazıları, gittikleri bu yerlerde yerleşti. Peygamber'in (s) talebesi olan sahabenin yerleştiği bu coğrafi merkezler haliyle büyük önem kazandı. Buralara, kendilerinden, Resul (s) ve risalete dair bilgiler almak amacıyla seyahat edenler oldu. İlk devirlerde yapılan seyahatler bu amaca matuf iken zamanla hadis öğrenme ve daha sonraları âli isnat elde etmek veya duyulmamış bir hadisi tespit edebilmek amacıyla sürdürüldü. Artık haliyle zamanın akışına bağlı olarak hem gidilenler (sahabe) ve hem de gidenler değişip durmaktaydı.
İşin özünde sünneti doğru nakletme ve anlama konusunda gösterilen titizliğin ilk ve en güzel örnekleri sahabe devrinde görülmektedir. Sözgelimi Peygamber'in (s) vefatından sonra eşi Ayşe'nin (v.58) (r) yirmi kadar sahabenin rivayetlerine müdahale ettiği bilinmektedir. O, bu müdahalelerinde birtakım unutkanlıklar, yanlış anlamalar ve eksik duyumları düzeltmişti. Ne var ki bu ilmi yaklaşım kısa denecek bir sürede terk edilmiş ve yerini yine o süreçte başlayan dönem (asr-ı saadet) ve insan (sahabe) dokunulmazlığına terk etmişti.
Devam eden ancak artık hadis toplama amaçlı yapılan seyahatler daha sonraki dönemlerde ‘taleb'ul-hadis’ veya ‘rihle’ adıyla bilindi. Zamanla kendi memleketlerinde çok sayıda hadis âlimi bulunsa bile hadis talebelerinin önemli ilim merkezlerini bazen birkaç kez dolaşarak devrin tanınmış muhaddislerinden hadis rivayet etmeleri bir gelenek halini aldı. Zira artık yeni bir meşguliyet alanı yahut meslek türü ortaya çıkmıştı. Kendini bu işe adamış insanlar ve bunların, taşıdığı evsafa veya ulaştıkları şöhrete binaen ziyaretçileri oluşan kimseler söz konusuydu. Bunların geliştirdiği terminoloji ve kaide kurallar gelişerek hüküm sürmekteydi.
Şüphesiz bütün bunlar, hadisçilerin samimi bir gayretle Peygamber ve arkadaşlarından gelen ya da onlara dair sözleri toplamaya çalıştıklarının alameti sayılmalıdır. Ancak insan olmaları nedeniyle bazı rivayetlerin seçiminde ve değerlendirmesinde onların da hataya düşebilecekleri, hatta düştükleri gözden uzak tutulmamalıdır.
Hadis tahsili niyetiyle yapılan bu yolculuklar zamanla azalmış olmakla beraber h. V. (m. XI.) yüzyılın sonlarına kadar sürmüştür. Bu seyahatlerin eski canlılığını yitirmesinin bir sebebi hadislerin kitaplarda toplanması, diğer bir önemli sebebi de h. IV. (m. X.) yüzyıldan itibaren ‘dar'us-sünne’ adıyla bazı hadis öğretim müesseselerinin kurulmaya başlanmasıdır. H. V. (m. XI.) yüzyılda ilki Bağdat'ta olmak üzere teşekkül eden ve tanınmış ilim adamlarını bünyesinde toplayan Nizamiye Medreseleri h. VI. (m. XII.) yüzyıldan itibaren ‘dar'ul-hadis’ adıyla önce Dımaşk'ta ve daha sonra pek çok merkezde kurulup yaygınlık kazanmış, böylece hadis tahsilinin belli mekânlarda yapılması sağlanmıştır.
Hadis toplama şeklinde yeni bir iş kolu olarak gelişen ve daha sonraları ‘Hadisçilik’ olarak nitelenecek olan bu meslek kısa zamanda geniş çevrelere kendini kabul ettirdi. Derken her mezhep veya ekolün kendilerine özgü hadisçileri ve bu hadisçilerin zamanla kurumsallaşan kriterlerini esas alan usulleri gelişip yerleşti. Düşünsel ve sosyal meselelerde birbirlerine muhalefet eden bu ekoller, birbirine yönelik tenkitlerinde kimi zaman bağnaz tutumlar sergiledi. O kadar ki sırf şu meşrepten olmadığı yahut filan düşünceye sahip olduğu için kınanıp cerh edilen samimi dürüst insanlar yerine kendi çevrelerinden muhakemesi yetersiz insanlar tercih edilebildi.
Bu durum, artık hadisçilik olarak değerlendirdiğimiz bu mesleğin kurumsallaştığını da göstermektedir. Tamamıyla kendine özgü bir sektör; bu sektörde ciddi bir çekişme ve kimi zaman da muhalefet söz konusuydu. Nitekim bu vaziyet hadis alanında muhtelif aşamaların kat edilmesi yahut yeni taktiklerin geliştirilmesini gerektiriyordu.
Diğer bir açıdan Peygamber'in (s) vefatından sonraki dönemde, siyasi ve sosyal çalkantıların başlaması, inanç ve fikir ayrılıklarının doğmasıyla beraber hızlı bir hadis uydurma faaliyeti görülmüş, böylece mevcut hadis miktarı Peygamber'in (s) vefatından önceki döneme oranla onlarca misli artmıştır.
Hadisin bu yönünü konu alan Hadis Usulü ilmi, Peygamber'in (s) vefatından yaklaşık otuz sene sonra fazlaca görülmeye başlanan uydurma hadis tehlikesi karşısında, hadis âlimlerinin, hadisleri korumak ve bunların sahih olanlarını olmayanlardan ayırmak için aldıkları tedbirler ve koydukları kurallardan oluşmaktadır. Artık alınan bu tedbir ve kural kaidelerin ne denli ilmi, tarafsız olduğu ve ne kadar işe yaradığı ayrı bir konudur.
Bu aşamaların en önemlilerinden biri de hadislerin tedvini idi. Tedvini çabuklaştıran sebeplerin başında, Osman'ın (r) şâhâdetini müteakiben siyasi fırkaların ve h. I. (m. VIII.) yüzyılın sonlarından itibaren de itikadî mezheplerin ortaya çıkması gelir. Muhafazakâr çoğunluğa karşı olan bu fırka ve mezhep taraftarlarının düşüncelerine uymayan hadisleri inkâr etmeleri, görüşlerini takviye etmek maksadıyla hadis uydurmaları, hadisleri toplamakla meşgul kişileri konu üzerinde düşünmeye ve önlem almaya sevk etmiştir. Özellikle Şia'nın kendi grupları ve daha sonra Abbasi hilafeti taraftarlarının halifeler lehinde rivayetler icat etmeleri, ayrıca bazı menfaatçilerle ırk ve mezhep taassubuna kapılmış cahillerin ve bunun yanında İslam aleyhtarlarının kendi düşünceleri doğrultusunda hadis uydurup yaymaları ve bazı kimselerin iyi niyetle de olsa bunlara hadis uydurarak karşılık vermesi, tedvine taraftar olmayan muhaddislerin bu konuya yaklaşımlarını değiştirmiştir. Ayrıca bu tür gelişmeler onları dikkatsiz ve samimiyetsiz ravilere karşı daha temkinli davranmaya, rivayet ettikleri hadisleri kimden aldıklarını sormaya, bid'atçıların rivayetlerinden kaçınmaya sevk etmiş ve I. (VIII.) yüzyılın ilk yarısından itibaren rivayette isnat sistemi gündeme gelmiştir.
İsnadın başlamasından itibaren kamplaşan toplumun ehlisünnet kanadına mensup ravilerin rivayetleri muhtemelen yönetimlerin de desteğiyle daha çok kabul görmüş, ‘ehl-i bid'at’ denilenlerin rivayetleri ise kimi zaman önyargılarıyla hareket eden bu kesim tarafından ipotek altına alınmış ve biraz da bu nedenle itibara alınmamıştır.
Bu bağlamda ehlisünnet hadisçilerinin anlattıklarına göre raviler titizlikle takip edilmiş; yaşayışları, dindarlık ve dürüstlükleri, bid'atla ilgileri bulunup bulunmadığı, özellikle yalan söyleyip söylemedikleri, hafızalarının zayıf olup olmadığı araştırılmış ve böylece daha I. yüzyılda cerh ve ta'dil ilmi doğmuş, bunun sonucunda ravilerin hal tercümeleri hakkında geniş bir birikim meydana gelmiştir.
Hadislerin tedvini tamamlanınca bunların sistemli birer kitap haline getirilmesi ve böylece aranan hadisleri kolayca bulmaya imkân verecek usullerin geliştirilmesi yönündeki çalışmalar ağırlık kazanmıştır. Bazı âlimler hadisleri konularına göre tasnif etmeyi ve bu şekilde ‘musannef’ adı verilen türde eserler yazmayı denerken bazıları da hadisleri ilk ravileri olan sahabenin adlarına göre sıralayarak ‘müsned’ denen türde kitaplar telif etmeyi tercih etmiştir.
Zamanla hadislerin kitaplarda toplanmış olması sebebiyle şifahi (sözlü) rivayet unutulmaya başlanmış ve artık genellikle orijinal kitap telifi yerine daha önceki yüzyıllarda meydana getirilen hadis kitaplarından derleme ve ihtisarlar yapılmaya başlanmıştır. Bundan dolayı âlimler IV. yüzyılın başını mütekaddimin döneminin sonu, müteahhirin devrinin başlangıcı olarak değerlendirmişlerdir.
Daha sonraki dönemlerde, yapılan çalışmaların temel özelliği değişmemiş, tanınmış hadis kitaplarının farklı şekillerde yeniden tertip edilmesinden ibaret olan tasnifler yapılmıştır. Nihayet bu hadis kitaplarından seçmeler yapmak, hatta bütün hadisleri bir araya getirmek düşüncesiyle çeşitli boyutlarda derleme eserler kaleme alınmıştır.
[1] Bu başlık altında yaptığımız değerlendirme ve tanımlamalar, genel manada klasik usulcülerin yaptığı tasnif ve açıklamalardır. Bu kavram ve nitelemelerden en azından bir kısmına katılmadığımızı, sahih hadis tanımı gibi bazı noktalar dışında klasik usulcülerden aynen aktardığımızı belirtmeliyiz. Çünkü işin ehli insanların dediği gibi hadis denilen sözler taşıdıkları bilgi değeri ve bize ulaşma şekline göre önem kazanır. Bu yaklaşımda gelenekteki yaygın isnat odaklı yaklaşıma mesafeli durulduğu açıktır. Keza hadislerin her çeşidinin hem metni hem de senedi cerh ve tadile konu olabilmektedir. Bu anlamda usulcülerin ödünç aldığı ‘mütevatir’ denilen hadislerin de buna dâhil olduğu ve bu zırhın bahsi geçen türden hadisleri dokunulmaz kılmadığı bilinmelidir. Biz burada bu kavramları vermekle, okuyucuyu geçmiş dönemde oluşmuş bahsi geçen birikimden haberdar etmeyi hedefledik.