Güç, avuç içindeki tüydür uçar gider!

Ömer Altaş

VAN 23.03.2015 10:50:38 0
Güç, avuç içindeki tüydür uçar gider!
Tarih: 01.01.0001 00:00
 21 Mart 2015 nevruzu, inşa edilmekte olan yeni düzenin şekillenmekte olduğunun, bugüne kadar ki “en büyük göstergesi” oldu.

Bu nevruz, Türkiye’nin yeni yüzyılının doğum sancısının çığlığıydı.

Doğum sancısında, anne-babalar, sancının verdiği ıstırap karşısında “bebek isteyerek neden belamızı aradık ki” diye düşünürler. Ama pek yakında gözlerinin güleceği nur topu gibi bir bebeği kucaklarına alacaklar, belki ömürleri boyunca bu düşüncelerin akıllarından geçtiğini bile hatırlamayacaklar. Çözüm süreci sonrasında ülke benzer bir duygu yaşayacak. Çözüm süreci yeni oluşumun ebesi.

21 Mart 2015’nde alanlara yansıyan görüntüler; ‘ortak aklın’ tasarrufu. Nevruz günü; herkes ve her şey “suyun bu akış yönünde” rol aldı.

Küresel jeopolitik dinamikler, yüzyıl önce, bu topraklara, yeni bir düzeni mecbur ediyordu. Benzer bir zorunluluk, ülkeyi, bu yüzyılda yeni bir yapılanmaya daha zorluyor.

Öykümüzün en güçlü ana teması bu.

Dolayısıyla HDP-AK Parti gerginliği kimseyi tedirgin etmesin. Hatta hükümet sözcüsü ile Cumhurbaşkanı arasında çözüm sürecinin teknik programlarına dair yapılan polemik de kimseyi endişelendirmemeli. Kendi hesapları nedeniyle bu polemiğe gereğinden fazla anlamlar yükleyerek ve ana bağlamından kopararak topa girenleri ise ciddiye almamalı.

Bu yol artık milletin ve devletin ortak yolu. Devlet; milleti millet yapan değerlerle barışarak milletin yanında yürüme kararını benimsedi.

Yüzyıl önce bu topraklara Batıcılığı dayatan şartlar bu kez “nisbi bir anti-Batı” stratejisini gerekli kıldı. Bugün, anti-Batı stratejisi bir zorunluluk aksi halde beklenen doğum gerçekleşmeyecek. İroniye bakın ki bir asırlık süre içinde Batı karşıtlığı, yeni Türkiye’ye lazım olan bir “bileşene” dönüştü.

Türkiye’nin bu dinamiğine; soğuk savaş döneminde kalan eski Batı açıktan muhalefet etti. Yeni Batı ise, muhalefetini daha rafine yapma, yeni vizyonla uluslararası network oluşturma taraftarı ama başaramıyorlar.

Batı’nın bu çelişkisi bile, tek başına, yeni Türkiye’nin doğuşunun en büyük avantajına dönüşüyor.

Türkiye, bir asır önce Batı vesayetine elleriyle teslim ettiği devlet ruhuna yeniden sahip oluyor. Bugün bölgesel ve küresel Jeopolitik-sosyal konjonktür, bu iradenin önünü tamamen açmış durumda.

Eğer böyle olmasaydı Türkiye’de AK Parti’nin öncülük ettiği birlik içindeki bu yeni irade; tüm haklılığına rağmen tek başına ve üst üste, bu zorlu sınavlardan başarılı çıkmazdı. Unutmamalı ki, Türkiye devrimi, tek başına Müslümanlık nedeniyle zafer kazanmıyor. Türkiye özelinde kendini dayatan bu dönüşümü taşıyacak Müslümanlıktan daha büyük bir dinamik yok.

Ayrıca Abdullah Öcalan, kimsenin kaşına-gözüne hayran değil. Aynı şekilde Devlet Bahçeli de, kimsenin kaşına-gözüne hayran değil. Abdullah Öcalan ve Devlet Bahçeli, en tepeye yakın durmanın verdiği “yabani duyarlılıkla”, herkesten önce bu reel politikaya ve dünyanın yeni kasılmasına tanık oldular. Şartlar değiştiğinde, her ikisi eski hallerine ve ülkülerine hiç tereddütsüz dönerler!

Abdullah Öcalan; Türkiye devletinden önce Batı’nın kendi güç dengesine baktı. Batı sularında, hangi derin ruhun geleceğe yön verme yeteneğine sahip olduğunu kestirmeye çalıştı. Bu nedenle de ısrarla ve sabırla F. Gülen hareketini tam olarak analiz edinceye kadar bekledi. Buldu. Bugünkü kararını o zaman verdi. Buradan hareketle Öcalan’ın, silahlı Kürt hareketine rağmen şahsi istikbalini düşündüğü için böyle davranıyor diyenler yanıldılar.

Devlet Bahçeli de, dünyanın yeni rotasını iyi etüt ettikten sonra; Pazar günü Nevruz kongresiyle kendini daha güçlü gösteren, yeni Türkiye’yi tersten inşa etme kararını verdi. Bir MHP’linin HDP nevruzuna çelenk göndermesini kişisel bir tutum olarak değerlendirenler saf kalmaya devam edebilirler.

Öcalan da Bahçeli de, ilk başta; bu yeni süreci herkesten önce okuma yeteneği gösteren Recep Tayyip Erdoğan ile aynı fikirde değildi. Her üçü için de bu değişimi, gözlerimizin önünde, merhale merhale bizzat izledik. Bugün Türkiye; küresel konjonktüre rağmen elbette tam bağımsız davranma yeteneğine sahip değil. Aynı zamanda bugünün hiçbir devleti için de geçerli olmayacak.

Gelinen noktada Millet; devleti Batı’nın elinden aldı. Böyle olunca, doğası gereği devlete bakan, Türkiye’deki tüm siyasal ve sosyal yapılar güç de olsa makas değiştirmek zorunda kaldılar. Onlar da, İslam rayı üzerinden, çok renkli katar yürüten yeni devlete uydular. Onlar, bu ana yapı üzerine kendi doğalarını bozmadan yer almaya çalışıyorlar. Onların varoluşsal stresi de bu.

Normalde hem Öcalan, hem Bahçeli bugüne kadar İslam’a yeterince uzak yaşadı. Ama reel şartlar dayattı, ana akım olan İslam mirasına sahip çıkmaya başladılar. Bu şartalar, Anne-baba ve dedelerinin asıl unsur olduğunu ve Türkiye’de entellektüelizmin, okumuş yazmışlığın, öğretilmiş bir “çelişki” olduğunu onlara gösterdi.

Bundan sonraki süreçlerde her ikisini de; İslam ile Kürtlüğü, İslam ile Türklüğü birbirine telif etmeye çalışırken göreceksiniz. Tüm tartışmalara rağmen, zaman zaman, radikal İslamcılara taş çıkartacak çıkışlar yapacaklar.

Bu Nevruz’da, bunun işaretine bir kez daha tanık olduk.

R. T. Erdoğan, (kişisel ya da hükümet olarak) eğer sıra dışı büyük bir hata yapmazsa, bu nedenle, tüm bu gelişmelerde rüzgârın önündeki gemisini yürütmeye devam edecek. Erdoğan, Abdullah Öcalan’ın “Kürdistan’dan”, Devlet Bahçeli’nin “Türkistan’dan” ters açılardan inşa ettiği yeni binyılın “Müslüman Türkiye’sinin” kurucusu olma rolünü sürdürüyor.

Kemalist, liberal ve radikal Sol unsurlara gelince; eski devletin, ana akımı olmalarının bedelini azar azar ödeyerek, savrula savrula, yeni düzenin adapte olmaya çalışacaklar. Bu nedenle, Selahattin Demirtaş’ın bir Batı projesi değilse Türk solunu kapsamaya çalışması bilakis desteklenmelidir ve bu gelişme Türkiye’nin lehinedir.

Daha önce hiç olmayan ve sürekli savaş ile tehdit eden Selahattin Demirtaş’ın İstanbul’daki nevruzda, “Erdoğan kabul etmiyor diye savaşa devam edecek değiliz” sözü, Türkiye’deki değişim dinamiğinin ne kadar güçlü bir karaktere sahip olduğunu gösteriyor.

Öyle görünüyor ki, Erdoğan, İzleme Komitesi stratejisi ile bugüne kadarki en güçlü siyasi manevralarından birini yaparak bu oyunda bir taşla birçok kuş vuruyor. MHP’yi blok olarak yanına çekiyor, HDP’nin en uç adamına çözüm sürecini sahiplendiriyor, Kandil’e “mecbur değilim mecbursun” mesajı veriyor, Hükümet’e ise “gücünün farkına var ve kurucu dinamik sensin” diyor ve bunu risk alıp sürecin içindeki en önemli aktör olarak, fiilen ortaya koyuyor.

Sonuçta, detaylar bir yana Türkiye’de olmakta olan şey büyük. Yer küre, ol emriyle olan bir ‘big bang’ sonrası yeni oluşum hissi veriyor.

Küresel yeni şekillenmenin Türkiye’ye yansıyan yüzü, ihata edilmesi güç, bu büyüklükte kendini gösteriyor. İçimizde, filin ayağını tutarak “bu bir sütun” diyenler gibi fotoğrafın sadece bir kısmını görenler var.

Yeni sürecin tek gündemi sivil devrimin kendi doğası ve birliği içinde tamamlanması. Bu nedenle ortaya çıkan çelişkilerin çaktığı kıvılcıma körük olmaktan ısrarla kaçınmalı, komplo teorileri üretmemeli. Zaman, çelişkileri büyütmek zamanı değil, herkesi etkileyen doğum sancısına dayanmak için yüreklendirme zamanıdır.

Bundan sonra ne olacağını AK Parti’nin birlik olması belirleyecek. Siyasette kimseye tapulu mülk yok. Gereği yerine getirilmediğinde işin ruhu kaçar. Güç dağılır. Güç avuç içindeki tüydür. Parmaklar sıkılmadığında duygusal durum ne olursa olsun; uçar gider.