Gençliğimizi sorgusuz sualsiz çaldınız…

Prof.Dr. Sedat Aktan

VAN 4.11.2014 13:21:37 0
Gençliğimizi sorgusuz sualsiz çaldınız…
Tarih: 01.01.0001 00:00 Güncelleme: 04.11.2014 13:21
 Hitler Almanya’sından kaçan profesörlerden biridir Philipp Schwartz… Aslen Tıp doktoru olup, patoloji uzmanıdır. Bu yönü dışında Türkiye’ye getiriliş amacına da uygun olarak Türk yükseköğrenimiyle ilgili saptamaları olmuştur.

İstanbul Üniversitesindeki 18 yıllık tecrübelerine dayanarak, “İstanbul Üniversitesinin bugünkü durumu ve istikbali, 1950-1951” adlı 55 sayfalık bir rapor hazırlamıştır. Schwartz, özetle 1933 üniversite reformunun istenen başarıya ulaşamamasını iki ana nedene bağlar: Gençliğin kendine güveninin olmaması ve yine gençlerin ülke yöneticilerine güvenmemesi…

Schwartz ayrıca tali sebepler de belirtir. Bunlardan en dikkat çekeni Türkiye’ye getirilen meşhur bilim adamlarının 5 yıl gibi kısa bir sürede ülkeden ayrılmak zorunda bırakılmasıdır. Sanırım mobbing kapsamına girebilecek olaylar yaşanmış dersek hatalı olmaz.

Gençlik kendine neden güvenmez? Okumadığından mı? Aile içi informal eğitim eksikliğinden mi? Üniversiteye ulaşıncaya kadarki formal eğitim sisteminin hatalarından mı?

Yıllar önce Şenlikoğlu “Gençliğin imanını sorularla çaldılar” demişti… Gerçekten de sorular imanı çalmaya muktedir midir?

Yine yıllar önce Prof. Dr. Nazif Şahinoğlu hoca bir sohbetinde Hz. İbrahim (as) kıssasını anlatırken zihnimdeki algıyı tashih eden farklı bir bakış açısı kazandırmıştı. Ben, Hz. İbrahim’in (as) yıldız, ay ve güneş için “Rabbim budur” demesini ve her seferinde de bunların hükmünün gelip geçici olduğunu söylemesini “ismet” sıfatı ile bağdaştıramayarak bu noktadaki inanç sahiplerini düşünmeye sevk edici ifadeler olduğu kanaatindeydim. Nazif hoca, kıssanın, insanın aklıyla doğruyu bulabileceğine dair bir veçhesi de olabileceğini söylemişti. Allahu alem…

Gelelim zamanımıza…

Belli bir bilinç düzeyine ulaşmış insanlar, yani kuşağımız talihliydi… Ama bu kuşağın evlatları kısmen talihsizdiler. 28 Şubat, kuşağımızın taze ebeveynlerinin üzerinden silindir gibi geçtiğinde kimi ekonomik, kimi psikolojik nedenlerle üzerine düşeni büyük ölçüde yapamadı.

Kimimiz hüsnü zanla onca insanın hidayetine (değilse de bilinç kazanmasına) vesile olmuş bizlerin bu gayretlerine karşılık bir nusretin mutlaka olacağını düşündü...

Kimimiz görevlerini, her sıkıntılı dönemde ne olmuşsa olmuş ama bir şekilde ayakta kalmış yapılara, eksikliğimizi dolduracak mekanizmalara tahvil etti. Sanırım bu da en kolayıydı…

Bir ağabey Türkiye derecesi yaparak sayılı bir üniversiteye giren biricik oğlunu bu yapıya kaptırdığını anladığında iş işten geçmişti. Üstelik vakur ve gaile sahibi bir ağabeydi. Şahsında bedeller ödemişti. Ailesinin sehmine ise bedel olarak çoğu dava adamının ailesinde olduğu gibi, gerektiği gibi ilgilenilememe düşmüştü.

Yutkunarak da olsa bir baba için söylemesi oldukça zor şu cümle düştü ağzından:

“Bana o kadar yabancılaştı ki, babası olarak görmediğini, bana o gözle bakmadığını hissediyorum”.

Henüz sabî iki çocuk babası olarak tüylerim diken diken olmuştu. Onun yutkunmasına benzer iki satır döküldü:

Lâl ü bî-mecâl dilden aşağı

Düğüm düğüm yutkunduğum bir çığ düştü (Saniyesneyn, Kasım 2012)

Türkiye derecesi yapmış oğlunun parlak ve berrak beyninin adeta iğdiş edilip, itaat ama mutlak itaat kültürüyle (!) kişiliksizleştirilmesi, kimliksizleştirilmesi zoruna gitmişti.

Ne hayaller kurmuştu kim bilir ona dair… Allah’ın evlat nasip ettiği herhangi birimiz gibi…

İç çekişle birlikte belki de yenilgiyi kabul eden bir ses tonuyla, şu cümlelerle devam etti:

“Bu nedenle entelektüel ya da düşünce adamı çıkaramıyorlar. Kendine güveni olmayan, koptuğunda sanki ayakta kalamayacağı zannı galip gelen bir güruhtan başka bir şey değiller”…

“Haydi Brejnev konuş! Neydi Afgan’a kinin?

Çalıyor mu kabrinde kemanı Çaykovski’nin…”

Ahmet Mahir Pekşen’in Afganistan için yazdığı bir şiirden hafızamda kalan bu mısraların telmihiyle;

Neydi gençliğe yani geleceğimize gareziniz, kininiz?”

“Gençliğin imanı” demeyeceğim her şeye rağmen… Üstelik orta yerde hakikaten imanî problemler olsa da…

Keşke sizlere sorular sormalarına izin verseydiniz…

Keşke kitap okumalarına izin verseydiniz. Sırf farklı okumalar yaptılar diye akıllarına yeni ve hatta tehlikeli (!) sorular gelseydi bile… Yine de izin verseydiniz.

Keşke sorgulamayı öğretebilseydiniz. En kutsalınızı sorgulasalar bile… Hiç değilse “Lâ yüs’el”lik makamına şerik olmazdı en kutsalınız…

N’olaydı da “tekâsür” ile övünecek bir hedef koymayaydınız kendinize… Üstelik size düşen “apaçık bir tebliğden” başkası da değildi, mükellefiyet penceresinden…

“Maziraten ilâ Rabbikum…” kabilinden, dareyn’de yetecek bir müktesebât yetmedi mi benliklerinize?

Velhasıl, sizler gençliğimizi, geleceğimizi, evlatlarımızı sorularla değil “sorgusuz”, “sualsiz” çaldınız…