DİN’İ SİYASETE ALET ETMEK

Doğu ülkelerinde ise temelde iki durum gözlemlenmektedir.

VAN 2.06.2014 08:38:02 0
DİN’İ SİYASETE ALET ETMEK
Tarih: 01.01.0001 00:00
Bir toplum dahilinde tüm kurumlar, gruplar, statüler vs. doğrudan ya da dolaylı olarak, şu veya bu siyasetin şemsiyesi altında olmak durumundadırlar. Bu unsurlardan bazılarının depolitize olarak vasfedilmelerine yol açacak tutumlarda bulunmaları, onları kuşatan bir siyasetin bulunmadığı anlamına gelmeyecektir. İşte din de, gerek toplumsal bir kurum olarak, gerekse çeşitli grup, statü ve rollerin bir tezahür yeri olarak; razı ya da karşıt, iktidarda ya da muhalif, bu tabloda yer almak durumundadır. Dünya siyasi literatüründe genellik vasfı kazanmış yüzlerce terim bulunmaktadır. Bunların yanında bir takım siyasi deyimler de ilgili ülkelerin siyasi literatürlerinde yer alır. Bunlar, genelde bu ülkelerde konuşulan dilde özel bir anlam kazanmış durumdadırlar. İşte Türkiye’de ‘dîni siyasete âlet etmek’ şeklinde bir deyim sık sık kullanılmaktadır. Bu deyim, herhalde, doğusuyla, Batısıyla dünyanın başka hiçbir ülkesinde rastlanmayan yoğunluk ve şiddet taşımaktadır. Bu özgüllük, Türkiye’deki siyasi yapı ve gelişimin arzettiği özelliklerle yakından bağlantı halindedir. Batılı ülkelerde, bırakın bu tip özel yoğunluklu bir deyimi, orada neredeyse sistemin birinci iman şartı olan laiklik kavramını karşılayan kelimelere başvurulmasına, ya neredeyse yok denecek kadar az rastlanmakta; ya da bunlar, felsefe ve toplum bilimleri gibi özel alanlarla ilgili olarak çok dar bir kesim arasında sınırlı nitelikte kullanılmaktadırlar. Bunda, Batı’da dini ve laik siyaset çatışmasının, birincinin ehlileştirilerek ikincisi lehinde çözümlenip, durumun kesinleştirilmiş olması temel bir etken olarak görünmektedir. Doğu ülkelerinde ise temelde iki durum gözlemlenmektedir. Bunların birincisinde din kurumunun mistik özellikler taşıdığı ülkeler yer almakta, bunlar bu ülkelerin makro siyasi yapısı için önemli bir sorun teşkil etmemektedirler, ikinci kategoride ise İslam’ın aldatıcı yöntemlerle sanki uygulanıyormuş olduğu şeklinde bir görüntü verilmek istenen yapılar bulunmaktadır. Hindistan, laiklikle ilgili özel bir yere sahip olarak algılanmakta ise de, hakim unsur olan Hinduluğun belli dozlarda bu ülkenin anayasası dahil, hukuki ve siyasi kaynaklarına yansıtılmış olduğu da bir gerçektir. Bu durumda tüm Orta Doğu’da hem Türkiye’nin ihraç edilmek ya da kopyalamak istenen ‘modellik’ özelliği, hem de kavram olarak ele alınan deyimin bu ülkelerde yeterli arkaplanı bulunmaması açıkça ortaya çıkmaktadır. Bir başka deyişle Türkiye’nin siyaset-din ilişkisine dair ortaya koyduğu durum, kendisinde bu deyimin revaç bulup, canlılığını sürdürmesinde etkili olan özgüllüğünü gündeme getirmektedir. Diğer yandan öteki Orta Doğu ülkelerinde din unsurunun siyasi kanallardan sözde dışlanmamış, hatta bazılarında düpedüz sertlikle vasfediliyor olması da, bu deyime fazla bir ihtiyaç hasıl edecek ortamın mevcut olmamasını izah etmektedir. Dîni siyasete alet etmek gibi bir deyim, birbirinden farklı üç kesit içerisinde ele alınacak bir anlamlar bütününü ifade etmektedir. Bu deyimin gerçek anlamının ortaya konulabilmesi için, içerdiği bu unsurların önce ayrı ayrı çözümlenip, daha sonra bir araya getirilişinin ardındaki sosyal muhtevanın hedeflenmesi gerekmektedir. Çünkü bu ifade günlük yaşamda bilinçsizce kullanıldığı ortamlardakinin çok ötesinde, çok daha derin bir şekilde bir dünya görüşünün, hem de yerel şartlarda belirginleşmiş bir şekilde rakip olarak aldığı din karşısındaki savaşında kullandığı bir araç konumundadır. Sürekli olarak başvurulan bir propaganda, bir yalan söyleme vasıtası olarak derinliğine bir analizi, onun gerçek doğasının ortaya konmasını gerektirmektedir. Deyimde yer alan bir unsur olan siyaset: hayvanı tımar etmek, iyi bakmak, terbiye etmek gibi anlamlara gelen Arapça s-y-s kelime kökünden gelmektedir. Siyaset bu kökün masdar halidir. Kelime zamanla idare etmek, düzene koymak, tedbir etmek anlamlarında kullanılmaya başlanmıştır. Kelimenin Batı dillerindeki yaygın karşılığı bilindiği gibi ‘politika’dır. Bunun da kökeni Yunanca politeia ve politike sözcüklerine kadar uzanmaktadır. Yunan şehir devletlerinin sevk ve idaresi konusunda kullanılan bu terimler, sonunda tüm Batı’da yönetim konusunu ifade etmek üzere yaygınlık kazanmışlardır. Siyaset ya da politika, insanın sosyal gerçekliğinin bir parçasıdır. İnsan topluluklarının belli bir kesafet kazanmasıyla birlikte toplu yaşamanın sonuçlarından olarak bu topluluk ya da toplumların sevk ve idareleri bir zorunluluk halinde ortaya çıkmıştır. İnsan toplumları, öteden beri birbirinden farklı telakki ve düşüncelere ve bunların bir şekilde tüm topluma nüfuz etme gayretlerine sahne olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Bu bağlamda adına siyaset denilen toplumsal kurumlaşma ister çatışma, isterse uzlaşma üzerinde kavramlaştırılsın; ya da iktidar, devlet, çatışma, değer ve kaynak dağıtımı vb. gibi bir dizi başat faktörler çerçevesinde farklı şekillerde anlatılmaya çalışılan, sonuçta evrensel, sürekli ve kaçınılmaz bir olgudur. İnsan toplumlarında siyasetin sıfırlanması ancak ütopyalar söz konusu olduğunda bahsolunabilir bir şeydir. İnsanlar zaman zaman çeşitli şartlar doğrultusunda ideolojilerin, hatta tarihin sona erdiği türünden, veya devletin ideolojisiz, tarafsız {!} bir kurum olabileceği şeklinde yanılsamalar içerisine girebilmektedirler. Ancak bütün bu geçici algılama yanlışlıklarının ya da hayallerin sosyal realiteyle bir ilgisi bulunmamaktadır. Bundan dolayıdır ki, bir toplum dahilinde tüm kurumlar, gruplar, statüler vs. doğrudan ya da dolaylı olarak, şu veya bu siyasetin şemsiyesi altında olmak durumundadırlar. Bu unsurlardan bazılarının depolitize olarak vasfedilmelerine yol açacak tutumlarda bulunmaları, onları kuşatan bir siyasetin bulunmadığı anlamına gelmeyecektir. İşte din de, gerek toplumsal bir kurum olarak, gerekse çeşitli grup, statü ve rollerin bir tezahür yeri olarak; razı ya da karşıt, iktidarda ya da muhalif, bu tabloda yer almak durumundadır. Din kavramına gelince, bu terimin dünya çapında daha geniş bir spektruma sahip olduğu söylenmelidir. Ki, bu spektrumun ne tarafında bulunulduğu, aynı zamanda onun siyasetle ilgili olarak arzettiği konum hususunda da büyük ölçüde tayin edici olacaktır. Batı’da kullanılan dinle ilgili terimlerde ‘bağlanmak’, ‘bir işin tekrar tekrar yapılması’ ya da ‘korku ve sevgi’ gibi daha pasif, duygusal ağırlıklı anlamlar söz konusudur. Doğu ve Uzak Doğu dinlerinde de ‘öğreti’, ‘erdem’ vs. gibi yine daha dar anlamlar ön plana çıkmaktadır. Ancak tektanrılı dinler olarak anılan ilahi dinlerden Yahudilik ve İslamiyet’te din için geçerli anlamlar farklılık arzetmektedir. Burada edilgen ve bireysel çağrışımlar taşımak yerine hüküm, sorgulama, yargı, ceza ve nihayet yaşam tarzı gibi somut, tüm topluma yönelik, objektif anlamlar mevcuttur. Dolayısıyla toplumdan soyutlanmış, diğer toplumsal unsurlardan ayrı ya da onlara tabi bir kurum olmak yerine din olgusunun, imanı da inkarı da içine alacak şekilde, izlenen hayat tarzları olarak kavramlaştırılması söz konusu olmuştur. Gerek gündelik yaşamda, gerekse sosyal bilimlerin terminolojisi içerisinde din, hep bu vahyi muhtevanın uzağında, tapınak, din adamı, cenaze merasimleri, büyü, doğaüstü varlıklar vs. gibi dar bir ‘kutsal’ alan dahilinde hapsolunmuş vaziyette kullanılmakta, anlamı daraltılmaktadır. Oysa ilahi perspektif, bırakın kutsalın kabulünü, onun reddini bile bunun dışında telakki etmeyecek bir geniş bakış açısı sunmaktadır. Buna göre din, öyle veya böyle, bir hayat tarzıdır. Bir tarafta Allah’ın dini, diğer tarafta ortak koşanların dini {sadece putlara tapmaları değil, tüm yaşam biçimleri, teslim olmamışlıkları} bulunmaktadır. Kutsal diye bir şey içermeyen ya da öyle olduklarını söyleyenler de dahil olmak üzere, tüm ideolojiler birer din olmak durumundadırlar. Bunun içindir ki Allah, dinin yalnızca kendisine özgü kılınması çağrısında bulunmakta; bunu yaparken de sadece müşrikleri değil, kendisine inansın inanmasın, kutsal denilen şeyle ilgisi olsun olmasın tüm yaşam biçimlerini hedeflemektedir. Nitekim insanların çoğu için Kur’an’da ortaya konan bu çerçeve yabancı olduğundan, dinin sosyal planda arzettiği kaçınılmaz gereklilikler algılanmamakta, buradan da gerek dini, gerekse ilişkide bulunduğu sosyal aktörlerle münasebetlerini doğru olarak görebilme imkanı ortadan kalkmaktadır. Diğer yandan bir şeyin bir şeylere alet edilmesi şeklindeki bir üslup, bilindiği gibi negatif bir çerçevede, yerinde olmayan bir tarzda ilgili şeyin kullanılmasını, istismar edilmesini ifade etmektedir. Buna göre istismar olunan şey, istismar edildiği konu ile aslında bilinçli bağlantıya sahip olmayan, ama istismar eden ya da edenlerce öyleymiş gibi gösterilmeye çalışılan bir özellik taşır olarak takdim edilmektedir.İstismar olayı din-siyaset ilişkisi bağlamında ele alındığında ilginç sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Bunlar öyle sonuçlardır ki, aralarında yine ilginç çelişkiler bulunduğu görülmektedir. Bu karşıt ya da çelişik manzaraya iki ayrı perspektiften yaklaşılabilir. Bunların birincisi, dinin siyasetle ilişkisi, daha da somut olarak, onun siyaseti kapsayıp kapsamadığı ile ilgilidir. Eğer genel olarak bakılırsa, siyaseti hiç kapsamayan ya da siyasetin tali kaldığı bir çok dini örnekten söz edilebilir. Ama vahye müstenid dinler söz konusu olduğunda meselenin o kadar basit olmadığı görülecektir. Sözgelimi Yahudilik, içerdiği kapsamlı şeriat nedeniyle tartışmasız olarak siyasetle içiçe olmak durumundadır. Onun da laikleştirilmesi, ya da tarihen olduğu üzere, çarpıtmalara maruz bırakılması çaba ve pratikleri bu gerçeği değiştirmemektedir. Keza Hıristiyanlık da, menşei itibariyle, siyasetten tümüyle uzak, onun şerrinden Allah’a sığınılan bir tutum içinde olmamıştır. Yahudilikte olduğu üzere, Hıristiyanlığın tarihsel pratiğinin aldığı doğrultu, tamamen ayrı bir yöndür. Ancak peygamberine indirildiği haliyle Allah’ın kendisini ‘meleküt’ alemiyle sınırlandırıp, dünyayı insanların keyiflerine bırakması olacak bir iş değildir. Olay, tamamen o günün fiili imkanlarının taşıdığı menfi durumdan kaynaklanan bir ‘pasiflik’ görünümünün doğmuş olmasından doğmaktadır.İslam’a gelince, Allah tarafından yine kendi katından gönderilen, adları Yahûdîlik ve Hıristiyanlık olarak yaygınlaşmış talimat bütünlerinin ardından gönderilen son bildirim olarak bazı farklı özellikler taşımaktadır. Güçlü sosyal karakterlere sahip olmasının yanı sıra, Yahudilik’ten farklı olarak, orijin itibariyle talimatı değişikliğe uğratılmamıştır. Diğer taraftan Hıristiyanlık’tan farklı olarak da, bu talimat, pasifleştirici şartların etkilediği muhtevanın aksine aktif siyasi imkanlarla ayrılmaz bir içiçelik taşımaktadır. Bundan dolayı Müslüman için dünya ve ahiret diye bir ayrım söz konusu olamayacağı gibi, Allah’ın otoritesinin şu veya bu, herhangi bir alan için, dışına çıkılması mümkün değildir. Bu da sonuç itibariyle, eğer sahih konumundan bakılacak olursa, İslam’la siyasetin hiçbir surette ayırdedilemiyeceği anlamına gelmektedir. Zaten Müslümanlar, tarihleri itibariyle daha başlangıçtan itibaren siyaset tecrübesini yaşamışlardır. Tabii bu tecrübe, ilgili aktörlerin sahih platformlarda bulunup bulunmamaları, basiretli davranıp davranmamaları, iç ve dış şartların izin verip vermemesi gibi bir dizi faktör dolayısıyla değişik şekiller alagelmiştir. Fakat İslam’ın kaynağı, tüm orijinalitesi ile aklı selim sahipleri için her zaman ulaşılabilir durumdadır. Şartların farklılığı, Müslümanların Kur’an dışı eksenlerde siyaset yapmalarını hiçbir zaman meşru kılmayacaktır. Bu şartlar kimi zaman Müslümanlara iktidar yolunu açmış, çoğu zaman ise onları iktidardan uzak kılıcı yönde gelişmiştir. Ama her halükarda, iktidarda ya da muhalefette, siyasetle ayrılmaz bir bağlantı içindeki sahih bir İslami çizgi devam etmek durumundadır. Bunu hem Kur’an’da sunulan imanî muhteva, hem de Müslümanların dünya nüfusu içinde hatırı sayılır bir kütle oluşturmaları gerçeği zorunlu kılmaktadır. Peygamberin ve onun arkadaşlarının dönemlerinde din-siyaset ilişkisi iktidar konumunda olmuş, zaman gelmiş monarşik tasallutlar, sahih dini çizgide olanları, yeri geldiğinde ölümüne muhalefete itmiştir. Batı modernizminin İslam dünyasına bir kanser gibi yayılmasıyla birlikte, özellikle de şu son on yılda, onun siyasal üstyapısının empoze edilmesi durumuyla karşılaşan Müslümanların buna muhalefetleri söz konusudur. Bu muhalefetin siyasal İslamcılık, fundamentalizm. radikalizm gibi Batı’dan kaynaklanmış terimlerle yaftalanıp, İslam’daki din-siyaset ilişkisinin örtülmeye ya da karikatürize edilmeye çalışılması, kirli bir propagandadan, veyahud da dünyalarını ahiretlerine tercih eden sözde Müslüman aydınların düşünce ve davranış zafiyetlerinden başka bir şeyi ifade etmemektedir. Müslüman gerek içinde bulunduğu toplum, gerekse dünya üzerindeki konumu itibariyle Allah’ın adını, olabilecek maksimum düzeyde ilâ etmek durumundadır. Bunu da şirk içindekilere benzemek, onlara özenmek suretiyle değil, ancak kendi farklılığını koruduğu takdirde başarabilecektir. Dolayısıyla Müslümanlar için siyaset, müstağni kalınabilecek bir alan olamaz. Bu yöndeki imani gerekliliği unutmayıp hatırlatanların da dîni istismar etmekle suçlanmaları abes olacaktır. Bir diğer nokta da, dînin siyasete alet olunduğu söylemine sarılanların bizzat kendilerinin bu alet etme işini gerçekleştirdikleri hususudur. Bu tür söylemlere sarılanlar, bir taraftan dînin sahih anlamlarını örtme, gizleme gibi bir rolü yerine getirirken, diğer taraftan da içinde bulundukları meşruiyet temelinden uzak, bâtıl konumlarını, rakibi oldukları dinin kendisini dönüştürmeye çalışmakla güçlendirip, kurtarmaya çalışmaktadırlar. Yani dînin karşısına gerçek yüzlerle değil. çözümünü rakibinin formüllerinden alan bir ‘karşı din’le çıkılmaktadır. Bir zamanlar birileri İslam’ın asli karakterlerini dönüştürmek üzere mızraklara üzerlerine ayetler yazılı sayfalar takmak suretiyle bu işe girişmişlerdir. Birileri, ‘İslam’ toplumundaki köksüzlüklerini âyetlerle oynayıp, sembolik cambazlıklar yapmak, peygamberin ağzından çıkmış gibi sözler uydurarak ve rablerinin kalplerine doğruları naklettiği{!}ni söyleyerek telafi etmeye çalışıp, kendi bâtıl ve müşrik düşüncelerini kurumlaştırmışlardır. Batı modernizminin istila ve nüfuzuyla birlikte bu kullanma örnekleri daha da çeşitlenmiştir. Batı’nın müşrik düzenine tapınan yerli unsurlar, bu bâtıllıkları kendi toplumlarına kabul ettirmek için istismar etmedik bir şey bırakmamışlardır. Bunun için Kur’an’daki ‘yöneticiler’ {ulul-emr} ifadesi, Allah düşmanlarına itaati sağlamanın en etkili yollarından biri olarak kullanılmış, yeri gelmiş minberlere çıkılıp, hutbe okunmuş, yeri gelmiş Allah yolunda öldürülenleri ifade etmek için kullanılan Kur’an terimi, Allah yoluyla hiçbir ilgisi bulunmayanların sıfatı olarak lanse edilmeye kalkılmak suretiyle gasbedilmiştir. Aynı insanlar ya da kurumlaşma, dini siyasal uzantılarıyla sahipleniyormuş izlenimi verip, halk arasında bu yöndeki taleplere kanal temin etmek suretiyle, sahte İslâmi söylemlere sahip bir parti organizasyonunun ve benzer şemsiyeler altında bulunan tarikatlar, vakıflar ve diğer grupların sergiledikleri üçüncü sınıf bir istismarın da gerçek sorumlusudurlar.Şimdi müceddidliğine iman olunan birilerinin kitaplarına, evlerinde oda tahsis edip, ezan okunurken saygıyla {!} susup, dinleyip, Kur’an’ı Kerimleri öpüp başına koyup, kendilerinin de hoca oğlu-torunu olduklarını söyleyenlerin ağzından ‘yüce dinimiz’in siyaset gibi ‘kaka’ şeylere bulaştırılmasından, dinin siyasete âlet olunduğundan bahsedilmesi oldukça gülünç, bir o kadar da düşündürücüdür. Ama asıl düşündürücü olan, imanları hususunda hiçbir şüpheleri bulunmayanların Kur’an’la olan mesafeleri ve hadiseler karşısındaki körlükleridir. -