Tarih: 14.11.2016 10:39

BÖLGESEL/KÜRESEL STATÜKO ÇÖKERKEN YENİ TÜRKİYE’NİN SESLENDİRDİĞİ İTİRAZLAR

Facebook Twitter Linked-in

ABDULLAH PAMUK

Sık sık hatırlattığımız gibi değişen dünya ve bölge dengeleri ve dolayısıyla Yeni denge arayışları, yeni konumu ve misyonuyla Yeni Türkiye’de bir paradigma/model değişikliğini beraberinde getirdi. Yeni Türkiye’nin hareket alanının genişlemesi, Batı/küresel bazı güçlerle zımnen varılan “ideolojik uzlaşma” zemininde önemli gelişim ve değişimleri ortaya çıkardı. Bu da haliyle bölgede gerçekleştirilmesi zorunlu değişim ve dönüşümde Yeni Türkiye’nin “örnek ülke” haline gelmesini ve yeni denge arayışı sürecini gündeme taşıdı. Oyun kurucu güçlerin bazı konulardaki çıkar farklılıklarının ötesinde, zamanla strateji farklılıklarının da belirginleşmesiyle bölgedeki değişim ve dönüşüm sürecinde açmazlar, sorunlar ve bazı kaygılar değişim ve dönüşüm sürecini yeni bir aşamaya taşıdı… Dönemsel olarak değişim sürecinin tartışmaya açılması beraberinde; “Ilımlı İslam” gibi ucube bir ideolojinin daha da yumuşatılması, küresel güçlerin reel politik kaygılarla kendilerine ait ilke ve değerleri hiçe saymalarının önünü açtı… Dahası bölgedeki değişim ve dönüşüm stratejisinin tartışmaya açılmasıyla birlikte kaos ortamından medet umulmaya başlandı. Mezhebi ve etnik fay hatları canlandırıldı… Küresel terörle mücadele maskesi altında bazı örgütlerin güçlenmesi, önünün açılması ve lojistik destek verilmesi, hatta ‘terör’ ile mücadele adı altında terör örgütlerinin bir kısmı diğer terör örgütleriyle güya savaştırılarak “meşrulaştırılma” saçmalıkları göz göre göre sahaya yansıtıldı…
İşte tam da böyle bir vasatta bölgenin önemli gücü, hızla merkez ülkesi olmaya doğru yol alan Yeni Türkiye’nin lideri Recep Tayyip Erdoğan “küresel sistemin değerleri ve kuralları içinde kalarak” bölgede yaşanan katliamları, bölge insanının yaşadığı sıkıntıları da içeren söylemlerle mevcut yapıya itirazlarını güçlü bir sesle dillendirmeye başladı. Hiç şüphesiz küresel sistemin içinde kalarak gündeme taşıdığı bu itirazlar, bölgedeki değişim sürecinin kesintiye uğratılması ve kaostan kendileri için çıkış arayışıyla birlikte birbiri ardınca devam etti… Söz konusu itirazlardan en kapsamlısı, yapısal bir niteliğe sahip olanı ise, 2. Dünya Savaşı sonrası oluşturulan BM (Birleşmiş Milletler)’e yönelik itirazıydı… BM’e yönelik bu eleştirisinde Erdoğan, zaten kuruluşu itibarıyla sorunlu olan BM Genel Kurulu’nun yapısının yanında, bu yapıdan da yararlanarak mevcut uluslararası hukuka (ki böyle bir hukuktan bahsedilebilir mi, tartışılır) rağmen BM Genel Kurulu daimi üyelerinin, yapılan katliamlara, hukuk ihlallerine açık “suç”lara sessiz kalmalarını, hatta destek vermelerini öne çıkarmaktaydı…
Bilindiği üzere ABD öncülüğündeki Postdam, Tahran, Yalta Konferansları ile oluşturulan yenidünya düzenine paralel BM Teşkilatı, güya “Uluslararası barış ve güvenliği korumak” amaçlıydı. San Francisco Anlaşması’na göre BM’in, “Tüm üyelerinin egemen eşitliğine saygı gösterme, uyuşmazlıkları barış ve güvenliği ve adaleti tehlikeye düşürmeyecek şekilde barışçı yollarla çözme, başka devletlerin toprak bütünlüğüne ve siyasal bağımsızlığına karşı kuvvet kullanmaktan ve ayrıca BM tarafından aleyhinde önleme ve zorlama eylemine girişilen ülkelere yardımdan kaçınmama yükümlülükleri…” olarak ilkeleri söz konusuydu… Oysa ta işin başında Soğuk Savaş/Dehşet dengesinin atmosferi, kağıt üzerinde yazılı bir çok hususun geçerliliğini, uygulama imkanını ortadan kaldırdı. Özellikle de 1948’de kurdurulan ve bölgenin kontrolü için ve başta ABD olmak üzere küresel güçlerin çıkarları için olmazsa olmaz görülen “Terör devleti” İsrail, BM anlaşmasındaki birçok ilke ve kuraldan adeta muaf tutuldu; “veto” hakkına sahip devletlerin zorunlu olarak İsrail aleyhine aldıkları kararlar da uygulanmadı… Aynı zamanda Soğuk Savaş dönemindeki işgaller, askeri darbeler, “insan hakları” ihlalleri, soykırımlar karşısında daima çıkarlar ön planda tutuldu, ilkesel ve ahlaki hiçbir kaygı taşınmadı… Zaten, “güçlünün haklı kabul edildiği”, bunun da “reel politika” ile meşrulaştırılmaya çalışıldığı bir zihniyetten başka bir şey de beklenemezdi. Ve “Kur’an merkezli” ilkelerle hareket eden hak ve adaletin temsilcisi Müslümanların iktidar sahibi olmadığı bir dünyada, hak ve adalet bir süredir hakim de olamadı…
2. Dünya Savaşı sonrası kurulan düzenin çökme sürecine girdiği, eski düzenin başat güç olma niteliklerinin hızla aşındığı ve yeni denge arayışlarının devam ettiği bir süreçte ise, eski güçlerini ve hakimiyetlerini kaybetmenin hırçınlığıyla küresel güçler daha da azgınlaştılar… Adeta “Medeni Vahşet”lerle dolu geçmişlerine yeni sayfalar eklemekte birbirleriyle yarışır oldular. Bu vahşeti anlatmak için fazla söze ihtiyaç yok. Son zamanlarda yaşanan değişim ve dönüşüm sürecinin inkıtaya uğratıldığı, önce “vekaletler savaşı”nın yaşandığı, sonrasında da “kaos” ortamının oluşturulduğu Suriye’deki gelişmelere, daha doğru bir ifadeyle Irak-Suriye eksenindeki yaşananlara bakmak yeterli… Diğer bölgelerde yaşanan benzer vahşetleri de unutmamak gerekmekte…
Bahse konu dönemde BM’de danışma kurulu işlevi gören ve her üyenin temsil edildiği Genel Kurul’da güya uluslararası barış ve güvenliğin korunmasında başlıca sorumluluğu üstlenen BM Güvenlik Konseyi’nde neler yaşanıldığına kısa bir göz atıldığında ve/veya yaşananlar hatırlandığında ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır. Zira BM Genel Kurulu’nda her biri “veto” hakkına sahip “beş” daimi üye ve iki yılda bir seçilen on daimi üye bulunmaktadır. Yani BMGK’na getirilen uluslararası bir sorun, Güvenlik Konseyi’ne intikal ettiğinde, “veto” hakkına sahip “5” daimi üyenin siyasi ve ekonomik çıkarlarıyla uyumlu olmadığı takdirde bir üyenin vetosu ile (sorunlu yapısıyla) BM, sorun ne kadar ağır ve acil müdahale gerektiriyor olursa olsun herhangi bir tavır koyamamaktadır. BM’in ilk kurulduğu günden belirli bir zamana kadar ABD’nin teşkilat üzerindeki ağırlığı çok net bir şekilde görülse bile son zamanlarda BM Güvenlik Konseyi, karar alamayacak, hatta kendi kuvvetlerini ve temsiciliklerini koruyamayacak bir teşkilat haline gelmiş bulunmaktadır…
Aslında böyle bir sisteme, sadece Yeni Türkiye itiraz etmemekte, aynı zamanda Brezilya, Hindistan, Güney Kore de benzer kaygılarını seslendirmekteler. Hatta belirli bir süre ABD (bir dönem SSCB’nin) kontrolünde olan Almanya ve Japonya gibi ekonomisi gelişmiş ülkelerde “negatif ayrımcılığa” uğradıkları gerekçesiyle bu duruma itirazlarını dile getirmekteler…
Eski statükonun ürünü BM’in yapısal sıkıntılarından kaynaklanan itirazların yanı sıra, değişen dünya ve bölge dengelerine rağmen, eski düzenin ortaya çıkardığı siyasi ve ekonomik sonuçlarla ciddi düzlemde sıkıntılar yaşayan ülkelerin sesleri daha çok çıkmaktadır. Özellikle Yeni Türkiye, sadece bölgemizde değil dünyanın bir çok yerinde yeni dengelerin oluşumunda giderek artan bir stratejik ağırlığa sahip olmasının da sağladığı imkanlarla, güvenliğine ve geleceğine yönelik tehditlere itirazlarını ısrarla devam ettirmekte. Üstelik bu itirazlarını sadece sözde bırakmamakta yeni şartların kendine açtığı alanı, ortaya çıkan yeni imkanları kullanarak operasyonlar yapmak zorunda kalmaktadır… Ve Yeni Türkiye’nin “dünya beşten büyüktür” itirazı, “stratejik müttefiki” ABD ile aynı zamanda da NATO ilişkileriyle birlikte ele alınması, doğru bir zeminde anlaşılmaya çalışılması halinde doğru sonuçlar çıkarılacağı da unutulmamalıdır…
Doç Dr. Murat Kirişçi’nin “NATO’dan Asya-Pasifik’e İstikrarın Adresi Türkiye” başlıklı (Yeni Şafak Gazetesi, 18.10.2016, syf. 22) yazısında da belirtildiği gibi; “Güvenlik algısının farklılaşmasında uluslararası sistemdeki değişimin çok önemi var. Çünkü çatışmalar, kavgalar, savaş ve işgal kavramları farklı anlamlarda tanımlanmaya başladı. Teknolojinin baş döndürücü hızıyla ordular çok üstün özelliklere sahip olurken ve askeri yeterlilikler gelişmeye devam ederken güvenliğe ait sorun üreten ve bu sorunları çözen aktörler çoğaldı. Aktörlerde farklılıklar oluştukça güç kullanımına bakış değişerek önceki yüzyılın güvenlik mimarisine itirazlar arttı.”…
YENİ TÜRKİYE’NİN GÜVENLİK VE GELECEK KAYGILARI
Son zamanlarda özellikle de değişen dünya ve bölge koşullarına paralel olarak Yeni Türkiye, yeni konumu ve misyonuyla, bunun ortaya çıkardığı imkanlarla adeta sınıf atladı. Ticaretin yanı sıra enerji hatları ile finans koridorlarının birleştiği bir merkez ülke, bölgesel güç olarak anılmaya başladı. Ve bu Yeni Türkiye, bölgesindeki gelişmelerden, yeni denge arayışlarından etkilenmekte, özellikle “kaos” ortamından olumsuz etkilenmekte, güvenlik ve gelecek kaygılarından dolayı yeni misyonuyla çelişmeyen tedbirler almaktadır. Aynı zamanda Yeni Türkiye yakın bir gelecekte öncelikle bölgesinde politika belirleyici konumuna da geçmek istemektedir… Türkiye’nin bu duruşu ve hesapları bir taraftan bazı odakları kaygılandırırken, bölge gerçeklerinin farkında olan bazı odaklar içinse, ihtiyati kayıtla “vazgeçilmez müttefik” olmaya devam etmektedir… Bölgemizde yeni bir denge arayışı, strateji savaşlarının geldiği aşama dikkate alındığında bazı küresel aktörlerin, Yeni Türkiye ile ilişkilerindeki belirsizlikler, onların Türkiye’yi manipüle etmeye yönelik hamleleri amacını aşan yorumlara tabi tutulmaktadır. Son zamanlarda yaşananların yıkıcılığı ve sıcaklığı da bu değerlendirmeleri güçlendirmenin yanında bölgesel ve küresel düzlemdeki işbirliklerinin de üzerini örtmektedir… Aynı zamanda, özellikle küresel aktörlerin eski güç ve konumlarında kayıpların yaşanması da gelişmeleri okumada zorlukları beraberinde getirmektedir…
Mesela 2. Dünya Savaşı sonrası bölgenin kontrolü, süreç içerisinde İngiltere ve Fransa’dan devralan, 20. yy.’ın son çeyreğinde bölgede yaptığı askeri operasyonlar, işgaller ve katliamlarla “ben dünyanın jandarmasıyım”, “dünyada tek süper güç benim” diyen ABD, bugün, dönemsel olarak değerlendirilse bile bölgemizde acziyet içinde kıvranmakta, “terör örgütlerini” kullanarak hamleler yapmaya çalışmaktadır… Ancak ABD’nin bölge politikasının, bir süredir, orta ve uzun vadeli stratejik düzlemi net bir şekilde anlaşılmaktan uzak. En azından sahada yaşananlar, dönemsel olarak böyle bir görüntü vermektedir… DAEŞ’in bitirilmesi, Irak-Suriye eksenindeki yeni denge arayışları, bu süreçte bölge ülkelerinin yeni konumları ve misyonları, gelecekte nasıl bir bölge hedeflendiği tartışılmaktayken ABD’nin bu “belirsiz”/flu duruşu öncelikle müttefiklerini zor durumda bırakmaktadır…
Tüm bu belirsizliklere/gelişmelere rağmen, sık sık ifade etmek zorunda kaldığımız gibi, böylesine karmaşık bir vasatta, değişen bölge ve dünya şartlarının önünü açtığı, tarihi/stratejik derinliğe sahip bir (Ilımlı Laik-Demokrat, Batıcı, NATO üyesi) Yeni Türkiye gerçekliği var. Ve bu gerçeklik, bazılarının ısrarla yapmaya çalıştıkları gibi “düz mantık” ile tanımlanması kolay olmayan dinamiklere, potansiyel güce sahip bir bölgesel gücü ifade ediyor, şimdilik…
Hatırlanırsa belirli bir zaman diliminde Türkiye Batı’nın/önce İngiltere ve Fransa, sonrasında da ABD’nin bir strateji aracı, bölge politikalarında önemli bir “cephe” ülkesi iken son zamanlarda ABD’nin “stratejik müttefik”i olarak anılmaktadır. Aynı zamanda, bölgede ve dünyada yaşanan değişim ve dönüşüm sürecinin açtığı alan Yeni Türkiye’ye geçmişe göre daha bağımsız bir politika uygulama imkanı da sunmuş bulunmakta. Yeni Türkiye, bu imkanları kendi ideolojik çizgisinde, kendi çıkarları ve geleceği için kullanmakta beklenilenin üstünde bir performans gösterdiğinde, öncelikle müttefikleriyle farklı düşündüğü konularda sıkıntılar yaşadı. Sonrasında ABD başta olmak üzere “Batı”nın bir kısmının bölgeyle ilgili stratejileri kendi geleceği ve güvenliğini tehdit eder hale gelmesiyle de “duruşu”nu bozmadığı ve bunda ısrar ettiği için operasyonlara maruz kaldı… Bunlar, iddiaların aksine Yeni Türkiye’nin hızla güç kazanmasının ve bahse konu odakların çıkarları ve dönemsel stratejileriyle çatışan hamlelerin önünü kesme amaçlıydı. Son zamanlarda ise malum güç odakları, bölgede etnik ve mezhebi fay hatlarını canlandırarak, Yeni Türkiye’yi İran’a, İran’ı da Yeni Türkiye’ye karşı kullanarak bölgede kendi lehlerine bir denge oluşturmak istemeleriyle de bağlantılı. Gerektiğinde de bölgedeki yeni denge arayışının kendi lehlerine oluşumuna zaman tanıyacak, ABD’lilerin tabiriyle “yaratıcı kaos”u gündeme taşımakta hiç tereddüt etmeyecekleri de açık. ABD-İngiltere-İsrail ortaklığının önünü açtığı, diğer bazı küresel güçlerin de çıkarlarıyla paralel lojistik destek verdikleri DAEŞ, PKK/PYD çizgisi bu kaosun oluşumunda kullanılan terör örgütleri olarak bilinmekteydi… 15 Temmuz sonrası net bir şekilde ortaya çıktı ki Nitelikli Fethullahçı Terör Örgütü (NFETÖ) de arka planda çok daha sofistike işleve sahipmiş… Ve bu örgütler arasında ciddi düzeyde yardımlaşma, hatta zaman zaman koordinasyon söz konusuymuş…
Bölgede ciddi sonuçlara gebe gelişmeler yaşanırken ABD, başta Yeni Türkiye olmak üzere, Suudi Arabistan ile ilişkilerini bozacak adımlar atmaktan imtina etmemekte, ABD içerideki güç çatışmaları nedeniyle Radikal unsurların yönetimindeki İsrail ile ilişkileri bile eski yakınlığından hızla uzaklaşmaktadır. ABD bundan sonra Irak-Suriye ekseninde nasıl bir politika izleyecek? Başkanlık seçimi sonrasında bölge stratejisinde bir netlik oluşacak mı? Yeni Türkiye ile ilişkilerinde nasıl bir değişiklik yaşanacak? Yeni Türkiye-İsrail ilişkileri yeni dönemde hangi zemine oturtulacak? Rusya-ABD ve Rusya-Yeni Türkiye, Rusya-İran ilişkileri nasıl şekillenecek? Yeni Türkiye’nin Suudi Arabistan liderliğindeki Körfez ülkeleri ile ilişkilerinin seyrini bölgedeki gelişmeler nasıl etkileyecek?.. Ve Yeni Türkiye’nin bölgedeki gelişmelerde belirleyici öneme sahip olduğundan hiç şüphe bulunmamakta…
Ve son günlerin kritik konusu olan Irak-Musul başta olmak üzere Irak’ta ve Suriye’deki bazı stratejik bölgelerin/şehirlerin akıbeti ne olacak? Öncelikle de Musul’da ne yapılmak isteniyor? sorusu önemli…
Musul konusunun gündemde olduğu bir zamanda, bazılarının ABD Musul’u DAEŞ’ten temizlemek istiyor cevabı, bizce olabildiğince naif ve bazı önemli gelişmeleri perdelemeye yönelik bir anlam taşımakta… DAEŞ’in nasıl gündeme geldiği, “yaratıcı kaos” kavramının anlamı dikkate alındığında Musul’daki operasyonların, Irak-Suriye ekseninde düşünülen bundan sonraki operasyonları kolaylaştırmak, bölgenin kontrolüne imkan verecek yeni bir dizayn/düzenleme amaçlı olduğu çok net bir şekilde anlaşılacaktır. Ancak böyle bir planlamanın, küresel güçlerin çıkar çatışmalarının yanı sıra bölgesel güçlerin güvenlik ve gelecek kaygılarıyla çatıştığı çok açıktır. Aynı zamanda bölgenin gerçekleri ve yeni dinamikleri böyle bir düzenlemenin orta ve uzun vadede geçerli olabilmesinin güçlüğüne işaret etmektedir. Bu durumda, bölgeye yeniden nizam vermeye çalışan küresel güçler, ya bölgenin gerçekliğini dikkate alarak bölgesel güçlerin de kabul edebilecekleri bir çözümü sahaya yansıtacaklar. Ya da bir süredir kullandıkları “yaratıcı kaos” politikasının devamı olarak etnik ve mezhebi eksende orta vadeli bir savaştan medet umacaklardır… Bu ikinci ihtimalin başarılı/uygulanabilir olması içinse Yeni Türkiye ve İran’ın “duruş”ları belirleyici olacaktır…
Bazıları hala hatalı tanımlasalar da Yeni Türkiye’nin yeni konumu ve misyonu belli, “ideolojik çizgisi” çok net, anlayana… Siyasi bir devrim ile küresel sisteme İslam adına meydan okumuş Humeyni’nin İran’ından bugünkü yönetime doğru evrilmiş, adeta bir “ulus” devlet refleksiyle hareket edegelen İran’ın “duruşu” çok önemli ve belirleyici… Ki İran’ın içinde ve dışındaki aklı selim Ayetullahların, liderlerin ikazlarına rağmen bugünkü İran yönetiminin, güdümündeki Merkezi Irak yönetiminin geçmişte Maliki eliyle yürüttüğü mezhepçi politikaları İbadi’nin de uygulamasına izin verecek mi?.. Yani Müslümanların güçlü bir yapı oluşturamadıkları bölgemizde onlar adına hareket ettikleri iddiasında olan iki güç var. Biri “ikiyüzlü” ideolojik çizgisine rağmen bölge gerçeklerine uygun, kendi misyonuyla uyumlu bir dış politikayı ısrarla uygulayan ve moral üstünlüğü elinde tutan bir Yeni Türkiye… İkincisi ise kuruluş ilkeleriyle ve Humeyni’nin küresel sistem dışı siyasi “duruşu” ile bölgedeki Müslümanlar açısından stratejik öneme sahip olduğunun bilincinde ya da… bir İran… Ve tabii ki bu ülkenin yanında ve karşısında yer alan örgütlerin, cemaatlerin, aşiretlerin, kanaat önderlerinin resmin tamamını ve Müslümanların geleceğini önceleyici okumaları, “duruş”ları da düşünülmeli…

İKTİBAS



Orjinal Habere Git
— HABER SONU —