Beyazyüz ile 'Demokrasi'yi Konuştuk...

Diyarbakır Özgür-Der’den araştırmacı-yazar ağabeyimiz Abdulhakim Beyazyüz ile demokrasi üzerine kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdik.

VAN 3.06.2014 20:22:31 0
 Beyazyüz ile
Tarih: 01.01.0001 00:00

Diyarbakır Özgür-Der’den araştırmacı-yazar ağabeyimiz Abdulhakim Beyazyüz ile demokrasi üzerine kapsamlı bir söyleşiyi siz okurlarımız için gerçekleştirdik.

Islah-Haber’in söyleşi dizisine katılan Abdulhakim Beyazyüz, konuyla ilgili olarak demokrasi kavramının doğduğu kültürden ona yaygınlık kazandıran sosyal, siyasal ve tarihî ortama, görece bir birine karşıt olarak konumlanan farklı beşeri ideolojilerin neden temel meşruiyet kaynağı şeklinde kabul etmesinden kavramdan kimin neyi anladığına, çağdaş İslami düşünce içerisindeki tartışmalardan son Ortadoğu intifadasının yeniden gündemleştirdiği boyutlarına değin birçok yönüne dair önemli tespit ve değerlendirmelerde bulundu.

Demokrasi söyleşisinde, ayrıca Ak Partili süreçle birlikte Türkiye’deki tevhidi kesimler arasında da ciddi ayrışma ve saflaşmalar doğuran kavram ve bağlı hususları konu edinen açılımlar üzerinde de duruldu. Ek olarak Medine Sözleşmesine ilişkin Abdulhakim Beyazyüz ağabeyin ufuk açıcı değerlendirmelerini de bu söyleşide bulabilirsiniz.

***

Demokrasi çok yönlü ve yoğun tartışmalara sebep olmuş bir kavram. İsterseniz öncelikle kavramın kendisinden başlayalım: Demokrasi ne anlama geliyor? Bugün onu görece birbirine zıt ideolojiler için bile albenili hale getiren sebepler neler? Neden solcusundan liberaline değin hemen her kesim kendisini bu kavrama refere etme ihtiyacı görmekte?

Demokrasi kavramı; şüphesiz sadece batıyı değil dünyanın tümünü ilgilendiren, etkileyen, kişilerin ve toplumların kendilerini ona nispet ederek meşrulaştırmaya çalıştığı bir kavramdır. Bunların anlayışları farklı olabilir. Kişiler kapitalist ideolojiye, serbest piyasa ekonomisine ya da sosyalist ekonomi modeline yakın olabilir ama hemen hepsinin ortaklaştığı bir şey var ki o da demokrasidir. Bu açıdan “demokrasi”, dünyanın neredeyse tümünün belli oranda olumladığı bir sistem olarak öne çıkıyor.

Temel özellikleri arasında ise halkın kendi yöneticilerini serbest bir şekilde seçme imkânını tanımasını en başa koymak gerekiyor. Yanısıra siyasal partilere, demokrasiye karşı olmaması kaydıyla, muhalefet etme imkânlarını da tanıyor. Bu arada yine yasama-yargı-yürütme gibi kuvvetler ayrılığı boyutu öne çıkıyor. Yine üniversitelerin özerkliğine imkân tanıyan sistem, STK gibi hükümet dışı örgütlenmelerin oluşmasına imkân tanıyor. Bu anlamda deyim yerindeyse gücün tek elde toplanmasını önleyen bazı sistemlerin uygulandığı bir idare biçimi. Bu boyutuyla doğrusu –ideolojik yönü, eksik ve zaafları hariç- belki insanoğlunun tecrübeleri sonrasında ulaşmış olduğu, belli bazı temel haklarını güvence altına alan bir sistem olarak kanaatimce belli bir övgüyü hak ediyor.

Fakat diğer yandan meseleyi batı kültürü içinde ele aldığımızda sınıf çatışmasından gelen bir süreci var diyebiliriz. Tabi bu çatışma sadece sınıf çatışmasıyla da sınırlı değil. Aynı şey bildiğiniz gibi kilisenin şahsında din ile de bir çatışmayı ifade ediyor. Bu noktada maalesef biraz da ruhban sınıfının egale edilmesi, ya da kilisenin egale edilip dinin sınırlarının daraltılması ve dolayısıyla Allah’ın hayata müdahalesinin önüne geçilmesi gibi bir boyutu da var. Demokrasi sisteminin felsefi arka planı bağlamında meseleye yaklaştığımızda böylesi bir boyut da var. Bu nedenle felsefi arka planı itibariyle demokrasinin yani halkın egemenliğinin mutlaklaştırıldığı ve yegâne meşruiyet kaynağı olarak insanın sözümona tercihinin (bu tercihin ne kadar doğru bir şekilde yansıdığı ayrı bir konu) gösterildiği bir sistem… Bu boyutuyla doğal olarak biz Müslümanlar tarafından böylesi felsefi bir arka boyutuyla beraber demokrasinin kabulü elbette ki mümkün olamaz.

Ama diğer yandan demokrasinin belki idare biçimi anlamında kendisinden insani bir tecrübe olarak yararlanabileceğimiz birçok boyutunun olduğunu söylemek lazım.

Kavram çağdaş İslami düşünce içerisinde de baya tartışmalı bir konu. Ayrışmalara, saflaşmalara sebep olmuş. Bugün özellikle de Ortadoğu’daki intifadalarla beraber Mısır’da, Tunus’ta vb. bölgelerde bu tartışma yeniden gündemimize giriyor. İslami hareket liderlerinin bir kısmı arasında demokrasiyi olumlu görmeye yönelik bir yönelim olduğu anlaşılıyor. Bu yönelimi besleyen ne tür saiklerden söz edilebilir?

Her şeyden önce şunu belirtmek lazım ki; Türkiye ile Ortadoğu ülkelerinin durumu şu açıdan farklı: Ortadoğu ülkeleri içinde en despot olanlar bile, buna Suriye de dahildir, meşruiyet kaynağı olarak İslam’ı gördüğünü halka ilan etmektedir. Yani oradaki tartışma meşruiyet kaynağı İslam/Kur’an mıdır yoksa halk mıdır tartışması değil. Tersine ağırlıklı olarak hepsi meşruiyet kaynağı olarak İslam’ı kabul ettiklerini ama Kur’an ve Sünnet’ten çıkartılması gereken şeyin bu olduğunu ifade etmektedirler. Dolayısıyla Türkiye’den farklı olarak işin bu kısmını görmek lazım. Ortadoğu intifadaları sonrasında oradaki İslami hareketlerin kendilerini en azından şimdilik bile olsa ifade etmek anlamında “Biz demokrasiye karşı değiliz” deyişlerini sistemi felsefi anlamda doğru bulmak anlamında düşünmemek lazım. Nitekim halkın tümünün içkinin haram değil helal olduğu konusunda ittifak etmesi durumunda ne İhvan’ın, ne Nahda’nın, ne de Yemen’deki Islah hareketinin bunu kabul etmeyeceğini görmek gerekiyor.

Meseleye bir de “Demokrasi batılı bir sistemin adı olarak yaygınlık kazanmış ve bize intikal etmiş olan bir kavram. Bunu kullanmak ne oranda doğru olur?” sorusu çerçevesinde bakanlar var. Bu tarz bir soruya cevabınızı merak ediyoruz…

Maalesef bugün halkı Müslüman olan ülkelerde demokrasinin karşısında diktatöryel sistemler duruyor. Diktatörlük ile demokrasi arasında kimden bir tercih yapmasını isterseniz doğal olarak demokrasi yanıtı alırsınız. Nitekim siyasi sığınma anlamında da meseleye yaklaştığımızda kendi ülkesindeki militarist yapılardan kaçan insanlar bugün gidip Almanya’ya, Amerika’ya, İsveç’e, Danimarka’ya vd. sığınıyorlar. Bu, doğal olarak sistemin getirdiği görece özgürlükler, haklar nedeniyledir. Dolayısıyla meseleyi bağlamı içinde değerlendirmek lazım.

Bu açıdan baktığımızda –Gannuşi de dâhil- hiç kimse İslam’ın referans kaynağı olmasını tartışma konusu yapmıyor. İhvan yapmıyor, Islah Cephesi yapmıyor, Cemaat-i İslami yapmıyor, Nahda yapmıyor. Dolayısıyla kanaatimce işin diğer boyutu daha çok hikmet ve şartlarla ilgili bir konudur.

Fakat buna demokrasi adını vererek sahiplenmenin İslami hareketleri kirleteceği, onları istemedikleri noktalara götüreceğini söyleyenler var. Rica edersek bunu da biraz açar mısınız?

Burada da şunu görmek lazım: İslami hareketler Müslümanların ortaya koyabildiği, istişare ettiği ve kendi kavramlarıyla ifade ettiği bir literatürü ve bugünkü çağda sisteme dönüştürüp tecrübe ettikleri idari modelleri inşa mı ettiler ki gidip batılı bir kavram olan demokrasiyi tercih ediyorlar? Böyle bir durum söz konusu değil. Bu nedenle bugünkü şartlarda demokrasiye karşıt olmak anlaşılmamak ve hatta diktatörlüğe yakın durmak gibi bir algıyı oluşturuyor. Bu nedenle maalesef zihin karışıklığına sebep olma pahasına bazı İslami hareketlerimiz demokrasinin idare yapısını kastederek demokrasiyi savunduklarını söylemek zorunda kalıyorlar. Bu nedenle meseleyi değerlendirirken bütün bu boyutları göz önünde bulundurmak gerekiyor.

Eyvallah Hocam. Bu değindiğiniz son nokta önemli. Farklı coğrafyalardaki kardeşlerimizi kendi bölgemizden kalkarak değerlendirdiğimizde bağlamı gözetmezsek rahatlıkla yanlışa ve adaletsizliğe düşebiliriz. Nitekim düşüyoruz da! Şimdi Hocam, bildiğiniz gibi demokrasiye bir yönetim tarzı olarak olumluluk atfedenler bunu “şûra” kavramıyla karşılamakta. Bu bağlamda rica edersek bize biraz şûra kavramından özellikle de siyasal boyutundan bahseder misiniz?

Doğrusu en temelde şunu görmek lazım: İslam, bir insanın hayatını düzenlemesi sırasında onun ihtiyaç duyduğu temel boyutları ortaya koymuş. Ve kendisine mensup olandan bunları karşılamasını istemiştir. Bunlar nedir? Örneğin inanç boyutuyla İslami bir akideye sahip olması; buna uygun bir pratiğe, salih amele, eylemliliğe, duruşa sahip olması. Ek olarak sistem anlamında Allah’ın göndermiş olduğu temel ilkeler doğrultusunda kendi içinde bu organizasyonu gerçekleştirirken en ehil ve ilim sahibi olan, sıhhaten bunu uygulayabilme gücüne sahip olan; hem dinin bilgisine hem de İslam’ın toplumla-hayatla buluşturulacağı hayat bilgisine sahip olan kişilerin seçimini istiyor. Yani ehliyet dediğimiz olay…

Bunu yaparken aynı zamanda şûrayı emrediyor. “İşler konusunda onlarla istişare et.”; “Onların işleri kendi aralarında şûra iledir.” Bu, aslında var olan toplumun sahip olduğu bilgi, tecrübe imkanlarının yani kuvvede olan imkanların fiile çıkma durumunu ifade ediyor.

Bu açıdan “şûra” denildiğinde biz Rasulullah (s) döneminde de, Raşid Halifeler döneminde de çok da bütün boyutları göz önünde bulundurulan, kurumsallaşmış ve bugüne de kolaylıkla uyarlanabilecek dört başı mamur bir sistem göremeyiz. O günkü şartlarda bugünün tüm ihtiyaçlarını karşılayan bir sistemi ortaya koymaları zaten mümkün de değildi. Dolayısıyla Rasulullah efendimiz (s) ve Raşid Halifeler içerisinde bulundukları toplumlarda yapabilecekleri şeyin en iyisini yapmış, şûra ile hareket etmiş; danışmış ve bunun için de ehil olanlarını seçmişlerdir. İslam’ın temel ilkelerine riayet ederek diğer insanların da tecrübesinden yararlanmış, hem yöneticilerin haklarına hem de idare edilenlerin haklarına riayet ederek o çağ içinde güzel bir örneklik sergilemiş ve bize de kendisinden hareketle çağımızın ihtiyacına uygun birşeyler üretme imkânını sunmuşlardır.

Biz ise şimdi bu çağın içinde istişareyi kurumsallaştırarak bir şûra sistemini oluşturmak zorundayız. Bu nedenle bir meclis pekâlâ şûraya karşılık gelebilir. Bundan kasıt elbette “İslam’ı referans almayan meclisler bizim için şûra ifade eder” olarak anlaşılmamalı. Hayır. İslam’ı referans alarak kurulan meclislerin veya Müslümanların ehil olanlarının seçilerek gönderildiği meclislerin pekâlâ bugünkü şartlarda şûrayı oluşturduğu kabul edilmelidir. Burada bugünün şartlarına uyarlanan, İslam’ın temel şartlarını gözeterek insanların maslahatı için öngörülen ölçüleri hayata aktarabilen bir sistem oluşturmak gerekiyor. Bu bağlamda istişare veya şûra ilkesini de bu çerçevede değerlendirmek lazım. Yani “Raşid halifeler döneminde bir model vardı da onu taklit edip buraya taşımamız gerekiyor” gibi bir yaklaşımın gerçekçi olmadığını düşünüyorum. Orada istişare veya şûra olarak temel bir ilke var ve Müslümanlar bu ilkeyi ortaya koyan, kurumsallaştıran bir sistem oluşturmak durumundalar. Bu ise Müslüman âlimlerin içtihatlarıyla gerçekleştirilebilir.

Yani şöyle mi Hocam: İlke planında şûra söz konusu ama bunun kurumsallaştırılması şartlarla ve Müslümanların yeterlilik düzeyleriyle ilgili bir husus. Bu ise içtihat konusu. Dolayısıyla Şûra ilkesi değişen şartlar karşısında yeni formlar kazanabilir, yenilenip çeşitlendirilebilir.?

Şüphesiz. Yüce Allah’ın emirleri ve Resul‘ün(s) sahih sünnetine ters düşme gibi bir duruma düşmeden.

Çağdaş Müslümanlar arasında diğer birçok konuya olduğu gibi demokrasi kavramına karşı da farklı yaklaşımlar söz konusu. Az önce belirli bir eğilimi kısmen açmıştık. Bir de başta demokrasi olmak üzere laiklik, liberalizm vb. kavramları hiçbir ölçü gözetmeden kendince İslamileştiren eklektik ve dolayısıyla modernist bir eğilim göze çarpıyor. Bu zihin yapısı doğal olarak “Demokrat Müslüman”, “Liberal Müslüman”, “Sosyalist Müslüman” gibi kavramları da rahatlıkla üretip içselleştirebiliyor. Türkiye’de kavrama karşı temkinli olan Müslümanların en azından bir kısmının kavrama karşı aşırı tepkiselliğinin sebebi biraz da bu galiba.? Bu tiplere karşı oluşan tepkiden kalkarak Ortadoğu intifadasındaki İslami hareketleri değerlendirmek şüphesiz tam bir facia. Modernist eğilim gösteren bu eklektik Müslüman zihin sahiplerinin genellikle eklektik tutumlarına referans olarak Medine Vesikası’na gönderme yaptığı anlaşılıyor. Bu bağlamda Medine Vesikasını nereye oturtabiliriz? Söz konusu sözleşme bu tarz bir okumaya elverişli mi?

Doğrusu Medine Vesikasına baktığımızda meseleyi bu şekilde değerlendirenlere yarayacak bir temel bulmak çok da mümkün değil. Terine mesela orada çok açık bir şekilde “İşte bu vesika Peygamber Muhammed tarafından Kureyşli ve Yesripli mü’minler ve bunlara tabi olanlarla yine onlara sonradan ilhak etmiş olanlar ve onlarla beraber cihat edenler arasında tanzim edilmiştir” deniliyor. Yine başka bir maddede ihtilaf durumunda Allah ve Elçi’sinin hakemliği vurgulanıyor. Mesela 42. madde de “Bu vesikada gösterilen kimseler arasında ortaya çıkmasından korkulan bütün öldürme yahut ihtilaf vakıaları Allah’a ve Rasulullah Muhammed’e götürülmeli” deniliyor.

Yine kanaatimce şeklî bir tarzda meseleyi değerlendirmek yanlış olacaktır. Bu bağlamda önemli açılımlar sağlayan Hayrettin Karaman hocamızda da konuyla ilgili kaleme aldığı son yazıda eksiklikler olduğu anlaşılıyor. Yanlışlık şurada: Deniliyor ki Medine Vesikası imzalandıktan sonra epey bir zaman geçti ve dolayısıyla dönem değişti. Müslümanlar o dönemde bu anlaşmayı yaparlarken zayıftılar. Dolayısıyla meseleyi bu sonraki dönemlerde inen vahiyle beraber düşünmek gerekmektedir. Medine Vesikası tek başına ölçü olamaz.

Elbette bu yorumda haklılık payları var. Tabi ki meseleleri değerlendirirken vahyin bütününü ve Rasulullah’ın uygulamalarını dikkate almak durumundayız. Ama “O zaman diliminde Müslümanlar zayıf oldukları için böyle bir antlaşmaya gidildi” denilmesi ve dolayısıyla sanki bugün bu anlaşmanın bir hükmü yokmuş gibi bir yaklaşım kabul edilemez. Aksi halde tedricilik prensibine aykırı durumlara düşeriz. Bu nedenle şunu sormakta fayda vardır: Peki, şimdiki zaman diliminde yaşayan Müslümanların durumu nedir? Çok mu güçlüyüz? Kur’an ve Sünnet’i referans alan ve bununla hayatı buluşturma bilincine sahip güçlü bir İslam ümmetinin iradesiyle seçilen, Kur’an ve Sünnet ölçüsünü merkeze alarak hayatı şekillendirmeye çalışan bir idareye mi sahibiz? Biz bugünkü toplumda varlıkları-kimlikleri bile kabul edilmeyen, ısrarla kendilerine laiklik kimliği dayatılan, laik olma mecburiyetine sokulan Müslümanlar değil miyiz? Kaldı ki çocuklarımızı inancımıza göre eğitme hakkımıza bile sahip değiliz. İnancımıza uygun olmadığı halde askerlik bize dayatılıyor. İnandığımız hukuka göre yargılanma hakkımızdan bahsetmemiz bile yasak. Teorik olarak evet Müslüman kabul ediliyoruz ama Müslüman olmanın gerektirdiği işler laik sistemin ihtiyaçları, yönlendirmesi, baskısı ve şekillendirmesiyle görülüyor. Dolayısıyla bu anlamda tabi Müslümanların güçlü toplulukları, güçlü temsilcileri ortadaysa; örneğin Mısır’daki İhvan gibi veya Tunus’taki Nahda gibi güçlü yapılar söz konusuysa elbette biz Medine Vesikasıyla Rasulullah’ın ortaya koyduğu sünnetin bir gereğini bugünkü toplumlarda da gerçekleştirebiliriz. Sınırımız nedir peki? İşin bu kısmı atlatılmamalı. Sınırımız şudur: Biz müdahane yapamayız. Biz laik olduğumuzu söyleyemeyiz. Biz Allah’ın hayata karışmamasını kabullenemeyiz. Biz insanların kabulü durumunda her şeyin değişebileceğini, yani hâkimiyetin kayıtsız-şartsız Allah’ın hükümlerine aykırı kabulleri de içerebileceği tarzda insanlara ait olduğunu söyleyemeyiz. Evet, idarecilerini seçme konusunda hâkimiyet kayıtsız-şartsız insanlarındır/ümmetindir; buna hiçbir Müslüman itiraz edemez. Elbette halk/ümmet kayıtsız-şartsız biçimde kendi içinde kendi değerlerine inanan insanları seçmelidir. Fakat Allah’ı hayatın dışına itme ya da insanla Allah’ı eşitleme gibi bir durumu kabul edemeyiz. Hele de insanı Allah’ın önünde tutmaya ise asla göz yumamayız. Bu anlamda bir halk egemenliğini kabullenmek müdahane olur ki bunu asla meşru addetmeyiz. Bizim kırmızı çizgimiz müdahaneye düşmemektir. Belli bazı şartlara bağlı olarak karşılıklı antlaşmalar geliştirmek başka, İslam’ın ilkelerinden vazgeçerek veya onları pazarlık konusu yapıp tahrif ederek insanlarla sözüm ona İslam adına muhatap olmak başka şeylerdir.

Dolayısıyla Medine Vesikası bize şunu gösteriyor: Bizler eğer Müslümanlar olarak büyük bir halk kitlesiysek, bağlı olduğumuz temsilcilerimiz veya liderlerimiz varsa –ki maalesef yok- bu hareket önderlerimiz örneğin laik toplumdan bazılarıyla muhatap olarak tabiatıyla inancımıza uygun bir tarzda eğitimimizi sürdürme gibi kendi içimizde bağımsız olmayı doğuracak ve Müslümanlar topluluğu olarak Yahudiler topluluğu, Kemalistler topluluğu vs. ile belli bazı antlaşmalara gidebiliriz. Biz olası bir müdahane durumuna girmeden laik toplumda Müslüman bir topluluk olarak sözümüzün etkin olduğu bir ortamın oluşması için çaba sarfedebiliriz. Bu çerçevede yeni fıkıhlar oluşturabiliriz ki Medine Vesikası bunun için güzel bir modeldir.

Bu durumda galiba Medine Vesikası öncelikle çok kavimli, çok dinli, çok mezhepli gibi çoğulcu bir ortamda Müslümanların garantörlüğü veya kurucu inisiyatifiyle ilkeli bir ortak yaşam kültürü oluşturma modelidir.?

Orası zaten tartışmaz bir gerçeklik. Bununla beraber burada özellikle dikkat çekmek istediğim husus şu: Diyelim ki bugün biz Müslümanlar olarak zayıfız ve farklı bir toplumdayız, mesela Habeşistan’dayız; bu durumda ne yapacağız? Böyle bir toplumsal gerçeklik içerisinde Medine Sözleşmesi gibi bir model oluşturma imkânımız var mı? Elbette hayır! O zaman biz de Medine toplumundaki Yahudilere benzer bir konumda, Habeşistan’ın Müslümanları olacağız. Bize adaletle muamele etmesi şartıyla, inancımıza uygun yaşamamızı güvenceye alması kaydıyla ve inancımızı insanlara özgürce anlatmamıza imkân tanıması koşuluyla içinde yaşadığımız toplumun kurallarına –İslam’a aykırı dayatmalar içermemesi kaydıyla- uyarız.

Şunu demek istiyorum: Bizler şablonik bir tarzda meseleleri değerlendirmemeliyiz. Bizler içimizde Rasulullah’ın örnekliğinin, Kur’an hükümlerinin hayat bahşediciliğinin kıyamete kadar süreceğinin bilincinde olmalıyız. Ama bunun gerçek anlamda bir hayat bahşediciliğe dönüşmesi, pratiğimizde karşılık bulabilmesi için çaba sarfetmek durumundayız. Kur’an ve Sünnet’in temel ilkelerine aykırı olmaması kaydıyla bugünkü toplumda Müslümanlar olarak Müslümanlığımızı fert ve toplum bazında nasıl sürdürebiliriz? Biz başka dine, ideolojilere, sapık mezheplere mensup insanları yok etme gücüne sahip değiliz. Ki olması durumunda bile bunun doğru olmadığı da açıktır. O zaman bizler, tıpkı peygamberler gibi beraber yaşadığımız toplumları nasıl ıslah edeceğimize kafa yormalıyız. Bu da var olan temel sabitelerden vazgeçmeden içinde yaşadığımız çağı, mekânı, zamanı kendi gücümüzü, konumumuzu doğru bir şekilde değerlendirip buna uygun bir fıkıh oluşturmamızla mümkün olabilir.

O zaman şöyle mi Hocam: Şartlarımız itibariyle Türkiye başta olmak üzere birçok bölgedeki Müslümanlar daha Medine Vesikasına benzer bir aşamanın bile çok çok gerisinde. Böylesi bir durumda kalkıp Medine Vesikasının bile ötesinde ideal bir İslami yönetimi idealize etmek ve gönlümüzdeki bu istekle birbirimizi ve başka coğrafyalardaki kardeşlerimizi yargılamak yerine en azından bir Medine Vesikası aşamasına nasıl geçebiliriz diye kafa yormalıyız. Bu bağlamda demokrasi kavramını daha çok üzerinden tartıştığımız Mısır-Tunus vs. şartlarında yaşayan Müslümanların bizden çok daha ileri bir aşamayı en azından zorlamakta olduklarını göz önünde bulundurarak ve bu uğurda ödemekte oldukları büyük bedelleri düşünerek tahfif etmekten kaçınmalıyız. Modernist tutumun ihaneti karşısında haklı tepkimizi Medine Vesikasını tahfif yanlışına dönüştürmeden, kendi vakıamızı Medine Vesikası ışığında okumalı ve aşmaya çalışmalıyız.?

Kesinlikle katılıyorum.Bu arada şu da yanlış anlaşılmamalıdır: Çoğulculuk derken buradan İslam’a aykırı olarak oluşabilecek çok fikirlerle uzlaşmayı kastetmiyoruz. Bütün dünya Lut’un (a) kavminin helakine neden olan o çirkin fiili savunsa bile biz Müslümanların bunu sırf çoğunluk öyle istiyor diye kabullenmesi söz konusu olamaz. Bütün dünya laiklikten yola çıkarak Allah’ın insan işine karışmaması ya da sadece bir alanına karışmasını istese biz Müslümanlar asla ve asla bunu meşru görmeyiz, göremeyiz. Çünkü bu bizim Müslüman olmamızın zorunlu bir gereğidir. Fakat bununla beraber bizim gibi düşünmeyen insanlarla nasıl bir ilişki kuracağız? Bugün içinde yaşadığımız toplumda bizim gibi düşünmeyen insanları öldürecek veya da onların bizi baskı altına aldığı gibi biz de onları baskı altına mı alacağız? Hayır. Biz özgür bir ortam olsun diyoruz. Zira Rabbimiz “Dinde zorlama yoktur.” diye buyuruyor. Mü’minler olarak inandığımız gibi yaşamamıza imkân veren bir ortamı talep etmek bizim en temel hakkımız. Dolayısıyla mesela Türkiye’de bizim gibi düşünen topluluklar arttı ve idareye geldik diyelim. Bu durumda da bizler azınlık olarak kalanlara çocuklarını inanç ve düşüncelerine uygun olarak eğitmek de dâhil tüm haklarına sahip olmalarını sağlamalıyız. Ama gel gör ki bugün biz azınlık pozisyonundayız ve bununla beraber temel haklarımız sürekli olarak gasp edilmektedir. Dolayısıyla keşke Medine Vesikasının sağladığı o belli bir güven, belli bir özerklik imkânına bugün Müslümanlar olarak sahip olabilsek! Keşke! Böyle bir imkâna sahip olsak kendi özel okullarımızı oluşturup çocuklarımızı yetiştirebilsek… Kendi inandığımız değerlere uygun mahkemelerde sorunlarımızı çözebilsek... “Şu hususlar inançlarımızla çatıştığı için biz İslami camia olarak bu işleri yapmayacağız” diyebilme özgürlüğümüz olsaydı vs... Bunlar kötü mü olurdu? Aksine bugünkü durumdan çok daha ileri bir durumda olurduk.

İstismarcılara karşı verilen haklı tepkinin vardırdığı yanlış sonuçlara galiba burada da şahit oluyoruz. Medine Vesikasını tahrif eden yaklaşım kadar tahrifi, istismarı önleme adına olayı tahfif boyutuna vardıran tutum tutarlı mı? Ya da şöyle soralım; demokrasi de dâhil araçları kullanıp yanlış sonuçlara ulaşanlara verilen tepki dozajının bizatihi araçların kendisini tahfif etmeye götürmesine ne diyorsunuz?

Medine Vesikasına yaklaşımda dediğiniz durumu görüyoruz. Birileri parçacı yaklaşıp işine gelen yönlerini öne çıkarmakta ve Müslümanların eklektik algılara ve müdahaneye sürüklenmesine sebep olmaktadır. Birileri de tersinden İslam’ın ancak mütekâmil anlamda hâkim olduğu bir toplumda belki sağlanabilecek duruma vurgu yaparak bunu tehdit edecek her türlü uygulama ve modeli ya tahfif ya da tevil etmektedir. Bu tutum Müslümanların yapabilecek durumda iken birçok şey yapamamasına da sebebiyet vermekte, adeta bastığı dalı kesmeyi çağrıştırmaktadır.

Hocam, sağladığınız bu açılımlar dolayısıyla çok teşekkür ediyoruz. Allah razı olsun! Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Bir Müslüman kendisini laik olarak tanımlayamaz. Bir Müslüman kendisini sosyalist, kapitalist veya sadece anti-kapitalist olarak tanımlayamaz. Bu nitelemelerin hiçbiri doğru değil. Ve bizim kendimizi tanımlamamız için herhangi bir şeyin antisi olarak göstermeye ihtiyacımız yok. Keza Müslümanlar olarak İslam’a uygun düşmeyen her şeyin zaten karşısında olmalıyız. Kendimizi antitez değil, tez olarak ortaya koymamız gerekir. Allah bize Müslüman ismini vermiş, bundan razı olduğunu söylemiştir; biz de buna razı olarak Müslüman olmuşuz. Dolayısıyla kendimizi Müslüman olarak tanımlamamız yeterlidir. Bu bize yeter!

Öte yandan demokrasiyi idare biçimi olarak benimsediklerini söyleyen kardeşlerimize karşı insaflı olmalı, onları kendi şartları içerisinde değerlendirmeliyiz. Demokrasi derken neyi kastettiklerini göz önünde bulundurmalıyız. Demokrasiye yaklaşımda onları eklektik algılara sahip modernist akım ile aynı kefeye koymak veya modernistlere kızıp, onlara çatmak adil olamaz. Bir Nahda, bir Islah Cephesi ya da bir İhvan yöneticisi demokrasi derken bundan mekanizmayı kastediyor. Yoksa bunlardan kimsenin kavramın felsefi yönünü sahiplendiği yok. Bundan; insanların kendi yöneticilerini özgür bir şekilde seçmesi, memnun olmadığında da onları indirmesi, denetlemesi vs. kastediyorlar. Kaldı ki bunlar gerçekten olması gereken şeylerdir. Ve Müslümanların tamamen kendi düşüncelerine uygun bir sistem oluşturma ve uygulama imkânına sahip oldukları zaman da insanlığın bu tip tecrübelerinden yararlanmak durumunda olacakları açıktır.

Dolayısıyla demokrasiyi güzel veya imkânlı bulan veya da onu savunan Gannuşi’yi, Mevdudi’yi veya bir başkasını Allah’ın hâkimiyetini kabul etmemekle suçlamak hele de tekfir etmek büyük bir haksızlık olacaktır. Bu, Müslümanların kendilerini ve İslam’ı ifade etmek, anlaşılır kılmak için kullandığı dilin ve üslubun hikmet boyutu kapsamına giren bir tartışma. Biz Mevdudi’den de Gannuşi’den de, Islah Cephesi’nden de Hizbut-Tahrir’den de şundan yana eminiz: Onlar, hüküm ancak Allah’ındır diyorlar ve yine onlar, bütün insanlık Allah’ın hükmüne mugayir temel bir hususta birleşse bile yine de çekinmeden Allah’ın hükmüne dikkat çekiyorlar. Bununla beraber içinde yaşadıkları çağda katledildikleri, hapsedildikleri, diktatörlerce en ufak bir haklarının dahi verilmediği bir yerde özgür bir ortamın oluşması suretiyle müslümanca bir duruşun ortaya konabileceği bir zemini aramaya çalışıyorlar. Bunun için hayata dönük içtihatlarda bulunuyorlar. Ve demokrasi kavramını da bu yüzden kullanıyorlar.

Dolayısıyla bulunduğumuz yerde 10, 100, 500 insanı idare edemeyen, sorunlarına çözüm bulamayan ve onların dağılmalarına rahatlıkla sebep olabilecek bir durumu yaşayan Türkiye’deki Müslümanların tutup da yüzbinlerin sorunlarına çözüm bulmak için çırpınan, Allah korusun yanlış bir içtihatta bulunduğunda yüzlercesinin öldürülmesi ya da Nahda’da olduğu gibi binlercesinin hapsedilmesine neden olabilecek liderlerin mücadelelerine saygı duymaları lazım. İletişim çağında yaşıyoruz. Kardeşlerimizi tanıma, uyarma ve onlardan yararlanma anlamında yapabileceğimiz çok şey var. Yazışabilir, ziyaret edebilir, kitaplarını okuyabilir ve internet sahifelerinden onları takip edebiliriz. Bunları yapmayıp, yanlış ve eksik bilgilerle onları mahkûm edersek, bunun hesabının ağır olacağını unutmamak gerekir…

ISLAH-HABER