AMAÇ - ARAÇ İLİŞKİSİ/ METOD ÜZERİNE

Mustafa AKMAN YAZDI!

VAN 29.09.2012 13:15:15 0
AMAÇ - ARAÇ İLİŞKİSİ/ METOD ÜZERİNE
Tarih: 01.01.0001 00:00 Güncelleme: 29.09.2012 13:15
AMAÇ - ARAÇ İLİŞKİSİ/ METOD ÜZERİNE
Şekil ve yöntem demeye gelen metod, herhangi bir gayeye çabuk ve emin bir surette ulaşmak için önceden çizilmiş yol olarak tanımlanır. Bu anlamda, her peygamberin (a) uyduğu bir metodu ve izlediği temel bir hareket tarzı olmuştur: Bunlar çağrılarına Tevhid'den başlamayı esas almıştır. Nitekim Son Peygamber (s) ve O'nun Allah'tan (c) aldığı mesajı içeren Kur'an da kendine özgü bu metodu takip etmiştir. Bilindiği gibi Kur'an'ın kendine mahsus metodunun ne olduğu, onun ne amaçla okunması gerektiği de yine sadece kendisinden sorumlu olunan bu kitaptan öğrenilmesi gerekmektedir.
Kur'an, günümüzde de kendine özgü bu metoduyla insanoğluna durmadan seslenmekte ve anlaşılmayı beklemektedir. O ise aklını kullanıp iradesiyle buna yönelme gereği duymamakta ve bu haliyle onun cahili kalmaktadır. Hem de bilerek, endişe ve kaygı duymadan ve hem de mahiyetini idrak etmeden. Bunun ise mazeret teşkil etmeyeceği açıktır.
Bu gereklilik çerçevesinde onu okuma amacının yanında, şüphesiz okuma şekli de büyük önemi haizdir. Yani ona ne amaçla yönelinmesi gerektiği sabitesini iyi tespit etmek lazım geldiği gibi, nasıl yönelinmesi, ne şekilde kullanılması gerektiğini de en az o kadar iyi bilmek icap etmektedir.
Bugün toplumumuz ne yazık ki Kur'an'dan çok uzaklaşmış ve artık değil ona hangi metotla yaklaşacağını bilememek, bunun ötesinde ona ne amaçla yaklaşacağını dahi şuur etmekten uzak kalmıştır. Tıpkı geçmiş kavimlerdeki gibi kendine bir takım sıfatlar nispet etmeyi kâfi görerek, bunun Allah'ın kurtulmuş milletinden olmaya yeteceğini zanneder olmuştur. Özetle Allah'ın dinine genel manada adeta sırt çevirmiş, onun yerine geleneğe dönüşmüş kurallara ve ama gene o adla sıkı sıkıya sarılı vermiştir.
Bu sebepten Kur'an’ı anlama çabasındaki insanların toplumun bu durumunu ıslah adına ifa etmesi gereken bir takım vecibeleri bulunmaktadır. Bu vecibelerin dayanaklarından biri olarak emr-i maruf gereğince ilk maruf emir olan tevhidin anlaşılması uğruna bütün gayretlerin sarfı gerekmektedir. Bu meyanda olabildiğince geniş kitlelere Kur'an kültürünü yaymak esas olmalıdır. Bugün Kur'an kültürünün ve onu yayma çabalarının önünde çeşitli engeller ve farklı amaçlara sahip nice çevreler bulunmaktadır. İşbu badireleri aşmak, Kur'an öğrencilerinin temel ödevidir. Ne var ki bu amaçla yola koyulan nice insanlar zamanla ya amaçlarını iyi belirlemediklerinden veya amaçları meşru olsa da metotları /araçları isabetli olmadığından farklı mecralara sürüklenip durmuşlardır.
İmdi amacını dünya metaı, şöhret, kendi veya başkalarının heva hevesi, ırk, vatan vs. olarak belirleyenler, buna Allah’ın kitabını ve/ya resulünü de araç etseler dahi bir fayda elde edemeyeceklerdir. Keza Allah’ı tevhid etmeyi, onun uğrunda samimiyetle cehdetmeyi hedefleyen kimseler de yol yöntem enstrümanlarına dikkat etmek durumundadırlar. Şu halde Allah'ı, hidayeti, takvayı seçenler elbette kendilerini buna ulaştıracak vasıtayı da iyi tespit etmeli, kendilerini hedefledikleri noktaya götüreceğinden gerçekten emin ve de delil üzere olmalıdırlar.
Amaçtır insanı motive eden. Ona ulaşmak için insan vesile arar, gayret gösterir. Ancak amaç kimi zaman isabetli ve ona ulaşmak için tutulan yol da doğrudur; kimi zaman ise maalesef. Bu nedenle amacı iyi tespit etmek lazımdır. Nokta hedef kabul edilen şey (amaç) iyi tanınmalı, bunun sahibini, kendisine ulaştığında hayal kırıklığına uğratmayacağından emin olunmalıdır. Aynı şekilde araç da böyledir.
Araç (vasıta-metot) vardır, insanı gerçekten hedefine ulaştırır ve akabinde devreden çıkar. Bu araç, amaca ulaştırmada gerçekten isabetlidir. Dahası tek seçenektir. Gereği gibi davranıldığında kişiyi yanıltmaz. İşte Allah'ın kitabı böyledir. O’nu tevhid etmede yanıltmayan, muttakiler için hidayet kaynağı ve Peygamber'in (s) ahlakına kaynaklık eden Kur'an. Evet, araç da vardır ki kimi zaman isabetli olduğu halde zemininden kaydırıldığı için amaca dönüşür. Kimi zaman da iyi seçilmediğinden dolayı sahibini farklı bir ortama (amaca) taşır.
Kimi insan vardır, amacını iyi beller. Belki bunda samimi ve doğrudur da. Ne ki bu kişi kendisini ona götürecek aracını tespitte yanılmış olabilir. Aracının kendisini amacına ulaştırması söz konusu olmaz. Dahası aracının özelliği gereği farklı sonuç/ amaçlara varır. Aracından dolayı hedefinden sapar. İşte tasavvuf böyle bir metottur. Bir şekilde intisap edip bilgisizce bağlanan ilk dönemdeki insanlar samimi olmuş olabilir. Ve belki halen samimi niyetle bağlananlar da vardır. Ne ki bu samimiyetin yeterli olmaması bir yana takvaya ulaştırmada vasıta işlevi göreceği zannıyla intisap edilen bu yolun, özelliği sebebiyle -kimi zaman farkına varılmadan- çok ayrı bir mecraya taşıması olgusu da ortadadır. Çünkü bu metot zaman sürecinde felsefî tasavvuf biçiminde İslam'dan bir sapma olarak amaç haline dönüşüp bilgi kaynağı, vahdet-i vücud, varlık mertebeleri ve batın-zahir gibi savlarıyla çok değişik bir mecra, apayrı bir yol ve daha farklı bir amaç-araç ilişki kombinezonu oluşturmuştur. Sonuçta İslam'ın takvası, İslam'ın öngördüğü Allah (c) ile tasavvufunkisi birbirinden ayrı bir vaziyet almıştır. Burada araç iyi seçilememiş dolayısıyla ona (araca) kurban olunmuştur.
Araç vardır, samimicedir, bulunmazdır. Hedefe ulaştırma özelliği vardır. Ne ki bu defa onu kullanan (seçen) kişilerde problem vardır. Bu araç Kur'an'ı anlamada önemi aşikâr olan Arapça'dır. Eski sistemle okutan medreselerde yıllardır okutulan Sarf-Nahiv (Emsile, Bina, Maksud, İzi, Amil, Süyuti, Cami, vs.), ne hikmetse çok uzun zamandan beridir bir türlü Kur'an'ı anlamış ve insanları bununla uyarmış şahıslar yetiştirememiştir. Aktüaliteden, sosyal hayattan kopuk, hele son dönemlerde bir iş (gelir) de va'detmeyen bu medreselerde belki sıkı bir talim-terbiye uygulandığı da görülür. Oysa ne yazık ki yıllardır bir türlü bu aracı aşıp/ halledip amaç durumundaki Kur'an'ı kavrama, onun üzerinde akledip insanları uyarma görevini üstlenen şahsiyetler -istisnalar hariç- yetiştirememiştir.
Ezber tekniğine dayalı bu kurumlarda okutulan kitaplar hazmedilerek okunduğunda gerçekten geç de olsa iyi derecede bir Arapça bilgisi sağlarken, bunları muhakemeden yoksun olarak okuyan bu insanlar ne gariptir ki ezberledikleri metinlerin dışına hemen hemen hiç çıkamamaktadırlar. Böylece Arapçayı öğrenip, insanlara imam/önder olma misyonunu üstlenmesi beklenen bu kişiler genelde Kur'an yerine, ibareleri bilmece haline getirilmiş ve bu nedenle anlaşılması için önceden bir hocanın yanında okunmayı gerektiren fıkıh kitaplarında kaybolmakta ve bu duruma rağmen 'on iki ilim sahibi' olmak gibi (oysa bu ilimlerin büyük bir kısmı tek ilim halindeki Arapçayla ilgilidir. Mesela: Sarf, Nahiv, Bedi, Belagat, Meâni vs.) bir takım sıfatlar takınarak yahut o şekilde tavsif edilmekten hoşnut olarak insanların cehalette boğulmalarına en azından sebep olmuşlardır. Tabi ki halkın, bu vaziyetin oluşması ve devamını sağlamaktaki katkıları göz ardı edilmeden. Bilindiği gibi bu zevatın en yetersiz olduğu alan Hadis Usulü sahasıdır. Özellikle bu alanda eskiden beridir sorunlu bir duruş mevcuttur.
Bu manada Kürt medreselerinde çokça itibar edilen Muhammed eş-Şirbînî el-Hatib’in (v.977/1570) Muğni’l-muhtac ila marifet’i maaniy’i elfaz’ıl-minhac (Şirketu mektebeti ve matbaatı Mustafa el-Babi el-Halebî ve Evladuhu, Mısır 1958., 1/512) isimli kitabında Hâkim’in (v.405/1014) senedi sahihtir diyerek rivayet ettiği:
Âdem malum hatayı işlediği zaman, ‘Ya Rabbi! Beni, has kulun Muhammed hürmetine bağışla!’ diye dua etti. Allah da kendisine: ‘Ya Âdem! Muhammed’i, ben, O’nu daha yaratmamışken nasıl tanıdın?’ diye sordu. Âdem şöyle cevap verdi: ‘Ya Rabbi! Sen beni yarattığın ve ruhundan bana üflediğin zaman, başımı kaldırıp yukarı bakmıştım. İşte o sırada Arş’ın sütunları üzerinde: ‘La ilahe illallah! Muhammed Resulullah’ diye yazılı olduğunu gördüm. Bildim ki Sen, kendi adının yanına ancak nezdinde yaratıklardan en sevgili olan kulunun ismini koyarsın.’ Bunun üzerine Cenab-ı Hak: ‘Evet Ya Âdem! Doğru söyledin. Şüphesiz o benim için mahlûkatın en sevgilisidir. Madem O’nun hürmetine istedin, Ben seni affettim. Muhakkak ki Muhammed olmasaydı, Ben seni yaratmazdım.
uydurma söze/ hadise istinaden; şefaat istemeye ve tevessüle teşvik etmesi bu marazi durumun en patolojik örneği olarak kendini göstermektedir.
Oysa süreç içerisinde ve hususen bugün de sağlıklı bir metin ve senet tenkidi usul bilgisine/ ufkuna sahip olunsa idi bu tarz hem senet ve daha önemlisi metin açısından absürt sözlerin Peygamber aleyhisselama nispeti ve bundan hareketle -yeniden nükseden- cahiliye kültürü ürünü şefaat ve tevessül düşüncesi angaje edilmezdi.
Buna göre Arapçayı bilmek dahası çok iyi biliyor olmak âlim olmak demeye gelmez. Halka böylece lanse edilmiş olan bu mantık, külliyen yanlıştır. Nihayetinde vasıta bir ilim olan Arapça sahibine daha geniş bir alan açmakta ve kaynaklardan istifade etmesinin oranını arttırmaktadır. Bu böyle olmakla beraber söz konusu vasıtaya sahip kişiler belirtilen bu vasıtayı kullanmadıkları, yani o dille yazılmış devasa kaynakları incelemeye, onlardan yararlanmaya koyulmadıkları, bu vasıtayı o yolda kullanmadıkları an, amaç bağlamında onu biliyor olmak bir anlam ifade etmeyecektir.
Böyle olunca amacını öncelemiş bir araç halinde olan Arapça, fonksiyonunu yerine getirememiş olmaktadır. Çünkü burada aracı amaç edinme söz konusudur. Zira amacı doğrultusunda kullanılmayan her araç, vasıta olmaktan çıkartıldığı an, artık ondan istifade etmek mümkün değildir.
Nitekim bugün mevcut durum da bundan ibarettir. Bu kişiler Arapça'yı biliyor olabilirler. Ne ki bildikleri bu vasıta ile yazılmış kaynaklardan çok uzaktırlar. Şimdi abdestle veya hanımların özel halleriyle ilgili sorulan sorulara binaen cevap bulmak için kaynak kabul edilerek okunan kitaplardaki diğer bilgilerden bigâne kalmaya devam edilirse yahut dinini ona emanet etmiş çevresini, bunları da merak etmeye yöneltmiyorsa, kişinin biliyor olduğu bu ilimle muttasıf olduğu söylenemez. Oysa ne yazık ki halk onlara bunun ötesinde bir gözle bakmakta ve bu zanna binaen saygı göstermektedir.
Öyle ya kişi, namazın teferruatını merak ettiğinden dolayı sorma gereği duyuyor ve ama dinin bunun dışındaki hususlarını öğrenmeye çalışmıyorsa bunun o âlim denen kişilere bir çağrışım yaptırması lazım değil mi? Toplum nezdinde İslamî hayat şekli bundan ibaret olarak anlaşılmış ya da hükmen bu pozisyona gelmiş ise, bunda kendilerinin de bir payının olabileceğini düşünmeleri gerekmez mi? Oysa ellerindeki kitapların çok büyük bir kısmı -artık doğru veya yanlış- öte şeylerden de bahsetmektedir. Evet demek ki bunlar okumuyorlar!
Beri tarafta bu medreselere vaziyet eden, oraların namı büyük hocaları -daha esastan ismiyle- melaları -istisnalar dışında- güncel olaylarla, toplumun sosyal problemleriyle ilgilenmiyorlarsa, bu konulara dair bir sözleri yoksa ve böylesi konularda genellikle en iyimser tabirle ‘tarafsız’ kalarak bir tarafın ekmeğine yağ sürdüklerinin şuuruna varamıyorlarsa, bu, bir düşünce ve duruş krizine işaret ediyor olsa gerektir. Sözgelimi çoğunluğu Arap ırkından kimselerin oluşturduğu ‘tekke’leşen medresesiyle ‘Tillo Ekolü’nün, Cumhuriyet tarihinin hemen her döneminde olduğu gibi bugün de bölgenin sorunlarını sadece devletin istediği kadar ve şekilde ve çoğunlukla da sanki sorunun öncesi yokmuş ve çoğu problem, devletin ayrılıkçı politikaları sonucu değilmiş ve sebep olduğu kaos ve zulüm zorbalığın unutulması, olmadı görmezden gelinmesi için keşfettiği ‘din kardeşliği’ edebiyatı ile tedaviye çalışmaları gerçek bir basiretsizliği gösterse gerektir.
Aslında bu, sadece, itibarı kendilerinden menkul ve kendi şöhretlerinin pazarlamacısı olan bu yöreyle de sınırlı değildir. Maalesef mollasıyla melasıyla nerdeyse bütün medrese çevreleri ve öğretim görevlisi ve öğretmeniyle bütün ilahiyatçılar ile diğer din görevlilerinin ne yazık ki hemen hepsinin tavır ve tutumudur. Nedense insan hakları, yanı başlarında ezilen ve horlanan kitlelerin hak hukukları bu zümrelerin pek de bir derdi olamamaktadır. Şüphesiz onlar böylece mensubu oldukları Sünnî çevrenin geçmişten gelen, statüko ve saltanatın yanında yer alma tarzındaki gelenek duvarını yıkamamış olmanın ve hatta dini ve dindarlığı böyle algılamış olmanın sırıtan resmini izhar ediyorlar demektir. Evet, işte tam da bu nedenle demek ki bunlar bilmiyorlar!
Şu var ki bu bilmeyenlere karşın tevhid tarihi boyunca hep mücedditler olagelmiştir. Bunlar, İslam düşüncesini, insanlar nezdinde oluşan cahiliye tortularından ayıklamaya çalışmışlardır. Ne ki tarih boyunca kavram karışıklığından dolayı bu mücedditler ile mütecedditler çoğu zaman birbirine karıştırılmıştır. İnsanlar, gönüllerinin ya da kısır telakkilerinin öngördüğü kimselere dilediği sıfatı yakıştırmışlardır. Oysa birinin bu kıymetli vasfa müstahak olması, böylesi bir nitelemeyle olamaz. Bu ancak söz konusu kişinin kendisinden sonraya kalan eserleri üzerinde sağlıklı bir değerlendirme vasıtasıyla anlaşılabilirdir. Aksi durum, cahillerin baş olmasına rıza göstermek olacaktır ki bu da bir nevi zulümdür.
Bu anlamda 'gaybi açıdan tasdik edilmeyi içeren haberlerin damgası' ya da ' gaybın, (beni ve risalelerimi) tasdik etmesine dair gelmiş olan haberleri/mühürleri' demeye gelen Sikke-i Tasdik-i Gaybi isimli kitabında Said Nursi, her ne kadar İbn-i Arabî ve Celaleddin Rumî gibi bana yazdırıldı ve ben farkında olmadan kutsi bir dergâhın hizmetkârı olmuşum dese de onun bizzat kendi kafasından yazdığı kesin olan risaleleri de bu meyanda zikredilebilir. İman davası, Kur'an'a hizmet ve tefsir gayesiyle yazıldığı iddia edilen ve Kur'an'ın en mühim tefsiri (Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Doğuş Matbaası, Ankara 1959, 10, 29-30; krş. Dücane Cündüoğlu, Anlamın Buharlaşması ve Kur'an, Tibyan Yay. İstanbul 1995., 8, 22, 31) olarak takdim edilenRisale-i Nur Külliyatı, yazıldığı günden beri kendi şakirtlerini kendi içinde boğmuş, ne yazık ki hemen hiç birine Kur'an'ı kavrama, Resulü (s) örnek alma, sosyal hadiselere bu perspektiften bakma özelliği sağlayamamıştır. Üstelik risalelerin, revaç bulduğu günden itibaren Türkiye toplumunda vukuû mümkün, zulüm ve zorbalığa karşı direniş ve başkaldırı ifadesi demeye gelen Arap Baharı’na benzer bir toplumsal mücadele bilincine engel olduğu yetmezmiş gibi Kürtlerin kimlik kaybına uğraması/ uğratılması projesinde de temel enstrüman işlevi gör(dürül)müştür.
Sonuç olarak teslim olmaları durumunda kendilerini felaha erdireceğine inandıkları kültür haline dönüşmüş İslam'a (amaca) risaleleri güya vasıta kılanların ekseriyeti, zamanla bunları araç olmaktan çıkarıp amaç haline dönüştürmüş, yazarını da Resulullah'ın (s) konumunda ve de yaptıkları örnek alınacak insan durumuna getirmişlerdir. Amaca aracılık etmesi, içeriğinden dolayı tartışılır bu kitaplar, sonuçta vahiy kültürünü kavramış insanlar değil ama iyi birer pozitivist insan yetiştirmiştir. Böylece amaç tahrif edilerek özü bir tarafa atılmış, son tahlilde araç olan bu kitaplara bağlanan insanlar, Kur'an kültüründen daha da çok uzaklaşmıştır.
Evet dinle alakadar olan insan gruplarından bir kısmının durumu, amaç ve bir kısım araçlar bağlamında bu şekilde ortaya konduktan sonra bilineceği gibi meselenin bir de insanları irşat eden, onlara din anlatan kişi ve kitaplar boyutu vardır. Zira halka ulaştırılan dinin mahiyeti de ilginçtir. Muhtelif şekillerinin yanında muhafazakâr, milli ve kültüre dönüşmüş haliyle her tür bidat, hurafe, zulüm, vesaireyi içeren bir din. Ve tabi ki bir de böylesi önderlerden bizzat ve/ya kitaplarından din öğrenen ya da onların ön gördüğü gibi iman eden yığınların içinde bulunduğu durum vardır. İşte tam da bu nedenlerle toplum kesimlerinin, amaç-araç noktasında Resulullah'ın (s) metodundan farklı ciddi gariplikler sergilemesi doğaldır.
Oysa İslam'ın kendisine özgü bir metodu vardır. Tabii ki bu, kişilerin kafasından uydurduğu rastgele bir araç/ metod değildir. Aksine Allah elçisinin pratiğindeki tevhidî düşünceyi öncelemiş olan araçtır. Bununla amaç, İslamî hayat şeklini pratize ederek, dosdoğru yol üzere bir kul olmak suretiyle O'nun (c) rızasına kavuşmaktır.
Bu bağlamda bilinmelidir ki Müslüman herhangi bir faaliyette bulunurken, kullanacağı vasıtaların İslamî esaslara aykırı olmamasına dikkat etmek zorundadır. Tıpkı aracı amaç haline getirmemesi gerektiği gibi. Amaca ulaşmak için her yol meşrudur kuralı ise İslamî zihniyet ile bağdaşmamaktadır. Çünkü Kur'an, gayelerin meşruluğu kadar, vasıtaların meşruluğunu da öngörmektedir.
Evet, hedefe varmak için her yol mubah mantığı İslamî olamaz. Bu nedenle hadise ve gidişatların amaç-araç çerçevesinde yeniden ele alınması gereği vardır. Çünkü eğer usul/ araç, disipline olmanın vasıtası ise, bu, başıboşluğun bertaraf edilmesi için zorunludur.