admin admin
Tarih: 08.07.2012 13:43
YA ÇILDIRACAĞIZ YA DA KENDİMİZİ BİLECEĞİZ
YA ÇILDIRACAĞIZ YA DA KENDİMİZİ BİLECEĞİZ
“Kendini bilme”nin öncelikli bir mesele haline gelmediği kültürleri tanımak konusunda Schopenhauer’ın “Kant’ın tanınmaması, anlaşılmaması durumunda çocuk kalınacağı” yönünde yaptığı hatırlatmayı dikkate almak zorundayız, bu çağın insanları olarak. Evet, Schopenhauer, Kant’ı tanımaz isek, çocuk kalacağımızı söyler. Çocuk kalmak ise, bir tür yetişkinlikten ve dolayısıyla sorumluluktan kaçmaktan başka bir şey değil. Yetişkinlikten ve dolayısıyla sorumluluktan kaçış (ikisi birden hayalcilik denen şeyi kavileştirir) insanın yeryüzündeki yaşamını güçleştiren ve dahası zulüm denen azgınlığın açığa çıkmasını sağlayan en önemli kaynaktır. Tam da bu noktada çok önemli bir konuya girmek zorunda kalıyoruz ve fakat yine tam da bu noktada Kant’ın insanlığa neler sunduğu konusuna eğilmemiz zorunluluğu ortaya çıkıyor.
Kant, insanlığa sunduğu felsefesini (aslında felsefenin ne olduğu konusu, hangi niteliklerden dolayı felsefe olduğu konusu da konumuzla iç içe ve fakat yazımızı kekeme kılmamak hatırına bu konuyu şimdilik geçiyoruz) şu üç soru sayesinde belirginleştirmiştir:
1- Neyi bilebilirim?
2- Ne yapmalıyım?
3- Neyi ümit etmeme izin verilmiştir?
Bu soruları soran ve bu soruların yanıtlarını arayan insan teki, Kant’ın felsefe olarak sunduğu dizgelerin meselesi değildir. Yani bu soruların sahibi ve yanıtlarını arayan Ahmet, Michael, Miguel, François, Nobuyuki, Selma, Zilan, gibi somut ve özel insan tekleri Kant’ın felsefesinde bir belirleyici durumunda değil. İnsana özgü araştırmada, arayışta “bağımsız” bir biçimde aklın kullanılmasını ve dahası aklın “saf akıl”, “pratik akıl” şeklinde ikiye ayrılmasını öneren Kant, söz konusu aklın ve/veya akılların kimin aklı olduğu konusuna hiç girmez. Çünkü aklın kime ait olduğu meselesi, aklın içinde bulunduğu koşullardan bağımsız kullanılamayacağı yönündeki aşılamaz çelişkiyi ortaya çıkaracaktır. Bu çelişki dolayısıyladır ki bazı kültürlerde “kendini bilmek”, öncelikli bir mesele haline gelmiştir. Aklın, içinde bulunduğu spesifik koşulların göz ardı edilerek bir mesele haline getirilmesinin sebebi, söz konusu kültürün “kendini bilmeyi” öncelikli başat bir mesele olarak görmeyişinden kaynaklanmaktadır ki, bu gerçeğin en önemli sonuçlarını günümüz dünyasında apaçık bir biçimde görebilmekteyiz.
Klasik Batı felsefesinde kendini bilmek öncelikli, başat ya da temel mesele değildir ve dahası söz konusu zeminde öncelikli hale gelen temel mesele, objeyi, “insan karşısında” duran objeyi bilmektir. Kendini bilmeyi göz ardı ederek ve hatta üstünü örterek karşıda duran objeyi bilme çabası, özellikle Batı düşüncesinde bilgi denen gerçeklikten kopuşu sağlamıştır. Bu kopuş aslında bir tür kayıtsızlık ya da delilikten başka bir şey değil. Çünkü bu kopuşun ilki varlığını objeye bağlayarak yaşanan gerçek-dışılıktır ve bugün teknik ya da teknoloji dediğimizde görebileceğimiz “sınırsız hakimiyet isteğini ya da azgınlığını”n kaynağında bu gerçek-dışılık ya da kopma vardır. Diğer bir kopuş ise, bilgiyi insan zihninin bir türevi ve hatta asal ürünü olarak görmek biçiminde açığa çıkmaktadır. “Düşünüyorum, öyleyse varım” ifadesinin bizim atmosferimizde bulduğu anlam, neredeyse yokluktur. Çünkü Türkiye gibi ülkelerde Batı düşüncesinin elde edilmemesi, söz konusu havzaya hemşeri olunmaması konusunda resmi politikalardan tutun da, kültürel havzamıza egemen olan züppeliğe (snob) varıncaya değin her unsur elinden geleni ardına koymamaktadır.
“Düşünüyorum, öyleyse varım”. Yani var oluşumu sağlayan, var oluşumu devam ettiren ve var oluşuma meşruiyet kazandıran kaynak, düşünebilme dehamdır.
I.Dünya Savaşı’nın en önemli sonucu, insanlığın hala güttüğü, gütmek istediği ideallerin yerle bir olmasıydı. I. Dünya Savaşı’nın kaçınılmaz sonucu olan II. Dünya Savaşı’nın ardından söz konusu ideallerin yerle bir olduğu ayrımına bütün insanlık vardı. Bu yıllar aynı zamanda düşünce ile gerçek uyuşmazlığının ortaya çıkmasıyla insanlığın yönsüz kalışına tanık olunan yıllardı. Batı, sadece insani idealler karşısında değil, bugün daha da iyi anlaşılabileceği biçimiyle Batı Medeniyeti’nin kendisinin de peşinden koşturup durduğu idealler bakımından da felce uğradı.
Kendini bilmek ve objeyi bilmek ikileminde karşılaşacağımız en önemli tutamaklardan biri de bir mekanizma içersinde yaşadığımız gerçeğidir. Mekanizma tabiatı gereği harekete geçirilebilen unsurları ifade ediyor ve fakat mekanizmaların harekete geçirilebilen unsurlardan oluştuğunu ifade ettiğimizde tam olarak hâkimiyetimizde bulunmuş olan unsurları da ifade etmiş olamayız. Meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için herhangi bir makineyi ele almamız yeterli olabilir. Bir bilgisayarı ele almamız ya da bir su arıtma tesisini ele almamız durumunda olan biten süreci elbette ki şu şekilde özetleyebiliriz:
Bunlar, biz insanların ürettiği makinelerdir ve “istediğimiz an onları kapatabiliriz.”
Bana kalırsa bu anlayış içinde yaşadığımız çağın ruhunu (zeitgeist) kavrayamamanın bir sonucudur. Evet, makineleri kapatabiliriz ve fakat söz konusu makineleri kapattığımız an, en azından finansal döngüyü ve yaşam kaynağımız halinde olan suyu da kesmiş oluruz. İnsan ürünü (bunun doğruluğu da tartışılabilinir) olan sistemler, salt insan ürünü olmaklığı dolayısıyla insanların kontrol edebildiği sistemler demeye gelmez ve dahası söz konusu sistemlerin sahibi, insanlar da olmayabilir. İnsanın kendi varlığının sınırlarına çekilmesi ifadesinin anlaşılabilmesi için ve özellikle günümüz meseleleri karşısında saflıkla malul olmamak için günümüz meselelerinin göründüğü kadarıyla kalmadığı gerçeğini fark etmemiz gerekiyor. Bugün yeryüzünde öyle gerçeklikler yaşanmaktadır ki, söz konusu gerçekliklerin öğrenilmesi durumunda kendinden emin olan birçok insan kendisini mukni kılan koordinatlarını bir anda kaybedebilir. Konvansiyonel eğitimin biz insanlara yaptığı en büyük kötülük, evren gerçeğini bir simülasyonla örtmektir. İnsan ürünü araçların insanlar tarafından yönlendirildiği gerçeği, söz konusu araçların istenilen sonuçları elde etme konusunda tam bir başarım seviyesini elde edebileceğinin kanıtı olarak sunulamaz. Bu mantık, söz konusu araçları karasaban seviyesinde ele alan bir mantıktır ve bugün kullanılan tarım aletleri ve örneğin otolar eskiden kullanılan karasabanın ve at arabalarının devamı olan unsurlardan oluşmamaktadır. Bu bağlamda mekanizmaların kriz geçirmeyeceği yönündeki düşüncemiz, tamamen yanlış anlaşılmakta ve hatta anlaşılmamaktadır. Zihinsel yükseltilerimiz, bırakın onayımızdan geçmeyi, onayımızdan geçmesini sağlayabilecek donanımızın yokluğuyla belirleniyor. Mekanizmaların yaşadığı tıkanmalar, söz konusu mekanizmaların sahiplerinin yaşadığı tıkanmaları işaret etmez. Çünkü mekanizmaların tıkanmasıyla birlikte mekanizmanın belli bir değişimi geçirmesi zorunluluğu ortaya çıkar ve aslında bu çıkış, mekanizmaların sahiplerinin bugünkü dünya sisteminde tuttukları konumu kaybetmemelerinin en önemli kanıtı durumundadır. Mekanizma, open-ended (ucu açık) süreçlerle varlığını sürdüren nitelikteki insan ürünü ve fakat tüm sonuçlarıyla insan tarafından kontrol edilemeyen bütünlerdir. Kapitalistlerin ve elbette ki kapitalizmin dünya sistemindeki konumunu kaybetmeyişi, yaşanan tıkanmaların kimler için geçerli olduğunu da gösterir. Gücün arttırılması ilkesiyle ihdas edilmiş bulunan kapitalizm, çizilmiş bir senaryo ve dolayısıyla emin olunan diagnostik (teşhis, tanı) süreçlerle devinen bir gerçeklik değildir. Ekonomi ve hassaten sosyal bilimler, kesinliği elde edilmiş teoremlerle gelişen bir bilim değildir. Kapitalizm, open-ended’dir ve bu gerçekliği dolayısıyla biz insanların onun hakkında birer turnusol haline getirdiğimiz ifadeler, her an masada durması gereken niteliktedir, birer ayet değil.
Kendini bilmenin öncelikli bir mesele haline getirdiği kültürler içersinde bulundukları korteks itibariyle diğerinin, daha doğrusu ötekinin (Batılılar West and Rest derler) de ele alınmasıyla birlikte fark edilen farklılık değil, zıtlık, alemlere ve/veya aleme ve/veya evren ve/veya evrenlere bakışta hissedilen ve fark edilen zıtlıktır.
Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —