YENİ TÜRKİYE-İSRAİL İLİŞKİLERİNİN “NORMALLEŞME”SİNDEN NE ANLAŞILMALI?

ABDULLAH PAMUK

VAN 9.02.2016 11:11:40 0
YENİ TÜRKİYE-İSRAİL İLİŞKİLERİNİN “NORMALLEŞME”SİNDEN NE ANLAŞILMALI?
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Ezcümle, bir süredir bölgede değişim ve dönüşüm süreci yaşanmakta. Zaman zaman değişik görüntüler ortaya çıksa ve farklı gelişmeler yaşanıyor olsa da Ortadoğu’da statüko artık çökmekte. Dolayısıyla yeni denge arayışları hızlanmakta, konuyla ilgili küresel ve yerel aktörlerin kanlı mücadeleleri daha da yoğunlaşmaktadır. Çoğu zaman “vekaletler savaşı”, terör örgütlerini kullanan istihbaratların mücadelesi yoluyla süreç hızla devam etse de artık bölgedeki devletlerin varlığı netleşmektedir.
Geçtiğimiz ay gündem bir hayli yoğundu. Güneydoğu’daki bazı il-semt bazında, ilçelerde PKK/PYD görünümlü, perde arkasındaki malum güç odaklarının bulunduğu sözde “özyönetim” kalkışmaları ve bunların yansımaları… Irak-Suriye eksenindeki son gelişmelerin açtığı alandaki değişik terör eylemlerinin yanı sıra İran-Suudi Arabistan gerginliği ve bunun malum çevrelerce, ısrarla bir Sünni-Şii gerilimi olarak sunulma çabası… Yeni Türkiye ile İsrail arasındaki, zaten esasta hiç kopmamış ilişkilerin konjonktürel nedenlerle ve kendine has mantığı içinde daha görünür hale gelmesi, bazılarının “normalleşme” olarak adlandırdığı malum krizin aşılması sürecinin hızlanması…
Bunlardan son ikisi üzerine yoğunlaşacak siyasi analizimize başlamadan önce konunun daha iyi anlaşılması için bazı hatırlatmalar yapalım, her zaman olduğu gibi.
Bilindiği üzere sosyal ve siyasal çalışmalarda doğru değerlendirmeler, analizler yapabilmek için öncelikle doğru tanımlama/betimleme çok önemsenmelidir. Yeni yaşanılanları, olguları kavramsallaştırmaya, iç ve dış dinamikleri ıskalamadan sebep sonuç ilişkilerini kurmaya ihtiyaç vardır. Aynı zamanda zihinsel olarak, konu etrafında oluşturulmaya çalışılan algıları aşarak gerçekliğe nüfuz edebilmekte gerekmektedir. Bunların yanı sıra “düşünsel ve siyasal duruş” itibarıyla kafa karışıklığından kurtulmuş olmakta önemli bir gerekliliktir… Bütün bunlara rağmen dönemsel/konjonktürel durumları, gelişmeleri yansıtan ve çoğu zaman aldatıcı boyutlarıyla öne çıkan hususların peşine takılmadan bir “süreç analizi”, sistemik bir değerlendirme yapabilme, olayları, süreçleri doğru okuyabilme imkanı bulunmamaktadır. Hele hele tarihin kırılma noktalarında, kritik dönemeçlerde bahse konu sistematik çok daha önemsenmelidir. Zira böyle dönemlerde gelişmelerin görünen boyutlarıyla meşgul olunurken çoğu zaman konunun esasının ıskalanması söz konusu olabilir… Örneğin eski Türkiye-yeni Türkiye, esasta, aynı felsefeye, aynı temel değerlere ve yönelimlere sahip olsalar da bu iki paradigma/model arasındaki yöntem farklılığı özellikle kitleleri, aldatıcı genellemelere taşıyabilir. Nitekim Türkiye gibi ülkelerde yaşanan jakoben, tepeden inmeci yöntemlerle sürdürülen Batılılaşma projesi (1.Cumhuriyet) ile toplumun değerleriyle doğrudan karşı karşıya gelmeyen, kendi insanını iknaya dayalı Batılılaşma modeli (2.Cumhuriyet) sanki bir “devrim”miş gibi derin travmalara, toplumsal kamplaşmalara neden olabilmiştir. Hiç şüphesiz değişim ve dönüşüm süreçlerinin farklı yöntemlerinin yanı sıra, süreci yöneten kadroların kültürel arkaplanların da ki farklılıklar ve hassasiyetlerde ciddi sonuçların, algı yanlışlarının doğmasında etkili hususlardır. Daha da ötesi düşünsel ve siyasal duruşlarında netlik bulunmayan kanaat önderlerinin yetersizlikleri, iktidardan pay kapma arayışları da bunlara eklendiğinde toplumun büyük kesiminin söz konusu değişim sürecine hak etmediği olumlu anlamlar yüklemeleri kaçınılmaz bir durum oluşturur…
Her zaman için geçerli olsa da, bu tür kritik süreçlerde, dikkat edilmesi gereken hususlardan biri de; kişilerin ve yapılanların kendi ideolojik çerçevesi (felsefeleri, temel referansları, değerleri…) içinde değerlendirilmelerinin stratejik önemidir. Son dönemlerde bunun en olumsuz ve çarpıcı örneği, bizim insanlarımızın, İmam Humeyni liderliğinde bir siyasi devrim yapmış İran (her ne kadar sonraki dönemlerde ciddi savrulmalar yaşamış olsa da) ile değişen dünya ve bölge şartlarının zorlamasıyla model değişikliğinin yanı sıra uluslar arası sistem içindeki konumu ve misyonu değişmiş (ılımlı) laik-demokrat Türkiye Cumhuriyeti’nin kıyaslanması, bunlara yönelik eleştiri ve övgülerin aynı “ideolojik” düzlemde yürütülmesinin dayanılmaz hafifliğidir. Ne demek istediğimizin daha iyi anlaşılması için sizlere birbirleriyle çok yakından bağlantılı olmasa da iki yazı sunmak istiyoruz. Bunlardan birincisi, sistemleri devletleri kıyaslarken o yapıların temel niteliklerini dikkate almayan, toplumda oluşmuş hatalı algıları gerçek kabul ederek kıyaslama yapan, eleştiri ve övgülerini bu zemine oturtan bir “savunma” yazısı.
Bahse konu yazıda, Muammer Bilgiç (AGD Başkan Yardımcısı), İran ile Yeni Türkiye’yi karşılaştırmaya yeltenmekte ve bu vesileyle de kendisi gibi düşünenlerin haklılığını savunmaya çalışırken diğerlerini de güya köşeye sıkıştırmaya çalışmakta… “Ülkesinde ABD üsleri olan ve İsrail’le ticaret yapan İran mıdır?” başlıklı yazısında Muammer Bilgiç, peşi peşine sorularını sıralamaktadır: “İran’da ABD üssü var mıdır?”, “İran NATO üyesi midir?”, “İran ABD, İngiltere, Fransa ile birlikte sınır ötesi operasyonlara katılmış mıdır?”, “İran’ın Avrupa Birliği’ne tam üyelik hedefi var mıdır?”, “…Ve İran’ın İsrail ile ticaret hacmi ne kadardır?”, “İsrail pilotları İran topraklarında eğitim uçuşu yapmışlar mıdır?”…Uzun süredir İran merkezli bakış açısıyla olayları değerlendirenlerin hemen karşısında Yeni Türkiye merkezli yorumların yer aldığı bir tartışmanın devamı olarak Muammer Bilgiç, Yeni Türkiye’nin NATO-ABD-İsrail hattıyla ilişkilerine değinilmeyip hareket odaklarının ısrarla İran’a çevrilmesini eleştirmekte ve bu vesileyle kendi pozisyonlarını meşrulaştırmaya gayret etmektedir. Niyetimiz Muammer Bilgiç’i kırmak değil. Ancak ona, konuya birde bu pencereden bakmasını önererek, İran ve Yeni Türkiye karşılaştırmasının yanlış zeminlerde ve ölçütlerle yapıldığını hatırlatmak isteriz. Üzülerek ifade etmek zorundayım ki bu türden bakış açıları, düşünsel ve siyasal duruşları net olmayan, “sistem-içi” mücadele yönteminin karanlık labirentleri arasında kavram kargaşasıyla malul hale gelmiş bir çok insanımızda mevcut. Ama temelden sakat bir yaklaşım. Kuruluş felsefeleri, ideolojik çizgileri, temel referansları deklare edilmiş iki farklı zihniyet ürünü bu iki devletin/sistemin kıyaslanabilmeleri mümkün mü? Zaten kafası karışık insanımızı “duygusal ve reaksiyoner” yaklaşımlarla, hassasiyetlerine dokunarak doğruya yöneltmek imkanı olabilir mi? İran’ın devrim çizgisinden hızla uzaklaşması ve ilkesel ve ahlaki hassasiyetlerini, “stratejik direnç hattını korumak” adına yok sayması, (ılımlı) laik-demokrat, NATO üyesi T.C.’nin niteliğiyle paralel eylemleri gündeme getirilerek meşrulaştırılabilmesi söz konusu olabilir mi? Yoksa Müslümanca bir bakış açısıyla İran yöneticilerinin uyarılması ve Yeni Türkiye’nin yeni konumu ve misyonuyla insanımızı aldatan görünümünün tüm boyutlarıyla insanımıza anlatılması gerekmez mi?!..
İkinci yazı ise, “one-minute” çizgisinde gelişen Yeni Türkiye ile İsrail arasındaki krizi doğru okuyamayan geniş bir çevrenin, bölgedeki yeniden yapılandırma sürecinin son aşamasının hızlandırdığı “normalleşme” görüşmelerini de ilkesiz ve tutarsız bir çizgide yorumlamalarına Rıdvan Kaya’nın getirdiği eleştiri. Başka bir ifadeyle serzenişi…
Rıdvan Kaya, “Münasebetsiz Bir İlişki Biçimi Olarak İktidar Savunuculuğu” başlıklı yazısında; ‘Recep Tayyip Erdoğan’ın İsrail’e yönelik beyanları, Ahmet Davudoğlu’nun Filistin davasına sahip çıkan sözleri bir yanda, hükümet sözcüsünün açıklamaları diğer yanda’ derken, ‘anlaşılıyor ki hükümet İsrail ile ilişkiler konusunda net bir çizgi tutturamıyor’ tesbitinde bulunmakta. Özellikle son gelişmelerle ilgili açıklamasında zamanın hükümet sözcüsü Ömer Çelik’in, ‘İsrail’i, İsrail halkını “dost” olarak niteleyen açıklamalarıyla diğer açıklamaları çelişki görünürken söz konusu beyanların birbiriyle uyumunu kendi mantığı içinde değerlendirmekten kaçınmaktadır. Ve devamla Rıdvan Kaya, muğlak ve bizce sorunlu ifadeleriyle gelişmeleri anlamaya çalışmakta: “Küresel emperyal sistemin bir bileşeni olan İsrail ile mesafeli olmanın maliyeti ve güçlülüğü bilindiğinde ve ayrıca Türkiye’nin bölgesinde giderek her yönden daha yoğun bir kuşatmayla yüz yüze olduğu gerçeği göz önüne alındığında AK Parti iktidarının İsrail karşısında ne kadar zorlandığını anlamak zor olmasa gerek. Elbette mazur görmemekle, hak vermemekle birlikte ilişkilerin yumuşatılması, normalleştirilmesi denen adımların nasıl geliştiğini az çok anlayabiliyoruz.” değerlendirmesini yapmaktadır. Ne var ki, ‘itiraf etmek gerekirse İslami camiaya hitap eden kimi şahısların bu tür konjonktürel gelişmeler karşısında sergiledikleri yüksek adaptasyon becerilerini ise anlamlandırmakta epey zorlanıyoruz’ serzenişinde bulunmakta ve bu durumu, iktidar savunuculuğunun bir türü, “münasebetsiz bir ilişki biçimi” olarak nitelemektedir.
Bu vesileyle şu hususu bir kez daha hatırlatmalıyız ki, Recep Tayyip Erdoğan’ın “one-minute” çıkışı o gün doğru okunmadığı gibi bugünde benzer gelişmeleri doğru anlama gayreti söz konusu değil. Öyle ki, iddiaların aksine “one-minute” çıkışında İsrail devletine bir meydan okumaktan çok değişen dünya ve bölge koşullarına paralel olarak bölgedeki yeni denge arayışının gerektirdiği işbirliğine yanaşmayan, mevcut pozisyonunun avantajlarını kullanarak değişimin zamanlaması ve yöntemine karşı çıkan, adeta direnen “Radikal Yahudi” yöneticiler hedef alınmıştı. Keza Mavi Marmara katliamından sonrada Yeni Türkiye’nin İsrail devletini yönetenlerden istedikleri yeni denge arayışlarının önünü açacak bir yaklaşım için gerekli ön şartlardı…
Zaten değişen dünya ve bölge dengelerinin yüklediği misyon Yeni Türkiye’yi stratejik bir konuma taşımış, uluslararası sistemin dominant unsurları açısından kritik bir ülke haline getirmişti. Bunun jeopolitik ve jeostratejik nedenleri, Osmanlı bakiyesi bir ülke olan Yeni Türkiye’ye tarihsel ve kültürel derinliğiyle stratejik bir bölgesel güç olma yolunda önemli bir avantaj sağlamıştı. Konjonktürel bazı sorunlar nedeniyle bazı sıkıntılar yaşasa da son planda Yeni Türkiye, hem vazgeçilmez bir partner hem de kabul edilebilir bir alternatif model olarak öne çıktı… Bu bağlamda, Yeni Türkiye-İsrail ilişkilerinde yaşanan dönemsel krizler ve son zamanlarda gündeme taşınan “normalleşme” çabaları, doğru okunması, tüm boyutlarıyla anlaşılmaya çalışılması gereken gelişmelerdir… Konuyla ilgili İsrail Dışişleri Genel Direktörü’nün basında çıkan demecide bu gerçekliklere ve zorunluluklara işaret etmektedir: ‘Bölgesel koşulların Türkiye ile anlaşmaktan başka seçenek bırakmadığını’ ifade eden Genel Direktör, ‘Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin normalleşmesi için iki ülke arasında yoğun bir temas olduğunu ve bir uzlaşmanın uzak olmadığını da ifade etmektedir. Genel Direktörün, “Bölgesel durum bize Türkiye ile önemli konumlarda anlaşmaktan başka bir seçenek bırakmıyor, ekiplerimiz bu yönde çalışıyor.” İfadeleri de hiç şüphesiz Yeni Türkiye’nin yeni konumu ve misyonuyla, dolayısıyla uluslararası sistemdeki önemiyle paralellik arz etmektedir…
İran-Suud Rekabeti ve Bölgedeki Strateji Savaşları
Bilindiği üzere Suudi Arabistan 2.1.2016’da aralarında Şii din alimi Şeyh Nemr Bakır en-Nemr’in de bulunduğu 47 kişiyi idam etmiş, bunun üzerine İran-Suudi Arabistan gerilimi ortaya çıkmıştı. Bölgemizde kritik gelişmelerin yaşandığı bir dönemde, İran-Suudi Arabistan geriliminin ortaya çıkması ve bu krizin asli zemininin dışında farklı düzlemlerde tartışılması bizce manidardır. Hatalı okumaların, algı yönetimi çabalarının öne çıktığı bir vasatta, İran ve Suudi Arabistan’ın konjonktüre uygun ve gerçeklerle uyuşmayan tanımlamaları ise stratejik hesapların bir gereği olarak karşımıza çıkmaktadır. Kimileri İran’ın son dönemlerdeki ilkesel ve ahlaki kaygılardan uzak politikalarını, stratejik çıkar hesaplarını her şeyin üstünde tutan yaklaşımlarına duydukları kızgınlıklarını öne çıkarırlarken kimileride Suudi Arabistan’ın ta kurulduğu yıllardan bu yana Müslüman topluluklara karşı Batılı güçlerle ve onların bölgesel işbirlikçisi İsrail ile derin ilişkilerini adeta görmezden gelerek stratejik hesaplar yapmaktadırlar…
Çıkarları gereği, Batı dünyası, İran ile Suudi Arabistan arasındaki gerilimin mezhep temelinde algılanması için hiçbir fırsatı kaçırmamaktadır. İran ve Suudi Arabistan’ın siyasi duruşlarında, pragmatik kaygıların öne çıkıyor olmasına rağmen İran’ın Şiilik düzleminde, Suudi Arabistan, hatta zaman zamanda Yeni Türkiye’yi Sünnilik üzerinden okumayı tercih etmektedirler. Zira bölge Müslümanlarını kontrol etmek, çıkarlarını korumak adına malum güç odakları, her fırsatta etnik ve mezhebi fay hatlarını kullanmışlar, işlevsel olduğu sürece de bu fay hatlarını canlı tutmayı ihmal etmeyeceklerdir. Son dönemlerde önce Irak’ta, sonrada Irak-Suriye eksenindeki gelişmelerde küresel ve onların işbirlikçisi malum bölgesel güçler bu şeytani politikaları etkili bir şekilde kullanmışlardır. Bölgedeki yeni düzen kurma çabalarının bir tezahürü olarak ve stratejik rekabet düzleminde gelişen İran–Suudi Arabistan gerilimini de orta ve uzun vadede etkili olarak kullanabileceklerini hesap etmektedirler.
Hiç şüphesiz, Humeyni sonrası, hızla devrim çizgisinden uzaklaşıp Şii-Ulus devleti olarak hareket eden, stratejik çıkarları gerektiğinde mezhepçi politikaları da kullanabilen, en hafif deyimiyle bu tür yaklaşımlara göz yuman bir İran yönetimi mevcut. Ve bu kadrolar, Irak’ta ve özelliklede Suriye’de, başlangıçtaki ‘sratejik direnç hattını korumak’ gerekçesini aşan politikalar izlemeye devam etmektedirler. Devrim’i, devrim sonrası bölgede alkışlanan uygulamalarla elde edilen kredileri, sempatiyi sıfırlayan, Müslümanların kahir ekseriyetinin güvenini kaybeden bir çizgide ısrarla devam etmekte bu yöneticiler. Söz konusu yöneticiler, Müslümanları ilgilendiren temel konularda, ilkesel ve ahlaki değerlerin çizdiği sınırlar içinde mücadele ve mücahadenin ne demek olduğunu örneklemek sorumluluklarının bulunduğunu hatırlamadılar bile. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bu ve benzeri konularda çarpık bir görüntü ve hatalı tanımlamaların yapıldığı değerlendirmeler öne çıkmakta, ne yazık ki.
Öte yandan, kuruluşu itibariyle sorunlu, Müslümanları kontrol etmek, onların İslami kaygılarla bölge düzenine itiraz etmelerine engel olmak adına İngilizlerin kurguladığı, önce İngiltere krallığı, sonra ABD ile işbirliği halinde bölgenin kaynaklarını kullanan bir Suud hanedanı söz konusu. Bu hanedanın kontrolündeki Suudi Arabistan’ın 2. Dünya Savaşı sonrası revize edilen bölge düzeninin İsrail merkezli yapısında İsrail ile sürdürmek durumunda olduğu derin ilişkiyle maruf olduğu da bilinmektedir. Yani birilerinin Suudi Arabistan’ı, Müslümanların sorunlu tarihi içinde doğmuş iki ana çizgiden birinin temsilcisi olarak adlandırmalarını ciddiye almak bizim açımızdan mümkün değildir…
ABD’nin Irak’a müdahalesiyle ile başlayan ve Müslüman kanının hiçe sayıldığı bir süreç, değişim ve dönüşüm süreci, değişik versiyonlarıyla devam etmektedir. Başlangıcındaki formatıyla Suriye’ye kadar uzanan bu değişim rüzgarı, burada yeni bir değerlendirmeye tabi tutularak adeta bir fetret dönemine girmiştir. Bu geçiş dönemiyle birlikte ortaya çıkan stratejik anlaşmazlıklar önce Mısır’da, sonrada diğer bölge ülkelerinde etkilerini göstermiştir. Suriye’deki vekaletler savaşı ve DEAŞ’ın gündeme taşınmasıyla bölgedeki kaos daha da derinleşmiştir. ABD ve Batının (P5+1) İran ile vardıkları mutabakat ile bölgedeki dengeler yeniden değişmiş, yeni krizler ve ittifakların doğmasına etki etmiştir. İran’ın dünya sistemine dönüşünün yanı sıra bir süredir Suriye ve Yemen’de stratejik adımlar atmaya devam etmesi de öncelikle Suudi Arabistan ve körfez ülkelerini tedirgin etmiş durumdadır. Bir yandan Aden, diğer yandan da Hürmüz geçişlerini de dikkate alan jeostratejik hesaplar tarafların duruşlarını ve ilişkilerini etkilemiş bulunmaktadır. Aynı zamanda, bu iki ülkenin Suriye ve dolayısıyla Doğu Akdeniz üzerinde devam eden stratejik savaşlarda da karşı karşıya oldukları da unutulmamalıdır. Bölgede Rusya-Yeni Türkiye üzerinden devam eden dönemsel gerilimin niteliği ve NATO’nun bölgede sessizce artan hakimiyetinin olduğunu da dikkate aldığımızda sorun çok daha karmaşık bir vaziyet almakta, bölgenin yeniden inşası sürecinin bir yansıması olarak görülmektedir.
Bölgedeki kaos ortamı başta PYD/PKK ve DEAŞ olmak üzere terör örgütlerinin yapay ve dönemsel pozisyonlarıyla nasıl araçsallaştırıldıkları çok çarpıcı tezahürleriyle karşımızdadır. Söz konusu örgütleri kullanan Rusya ve İran’ın Şam ve Bağdat yönetimlerini de kullanarak hareket etme zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır. Buna karşın Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi ile Musul üzerinden stratejik hesaplar yapan Yeni Türkiye’nin Suudi Arabistan ve Katar başta olmak üzere körfez ülkelerinin büyük bir kısmıyla daha da yakınlaşmaları sonucunu doğurmuştur. Bu kamplaşmada ABD’nin yeri bellidir. Her ne kadar dönemsel çıkarları nedeniyle müttefikleriyle farklı düşünüyor gözükse de, son planda onlarla birlikte hareket edeceği açıktır.
Aynı zamanda, İran’ın dünya sistemine geri dönüyor olması, bölgesel dengeler açısından başka gelişmeleri de tetiklemektedir. Bu durum İsrail’in Yeni Türkiye’ye yakınlaşma çabalarını hızlandırmış ve bu gelişme, öncelikle Yeni Türkiye-ABD ilişkilerindeki sorunların çözümünde kolaylaştırıcı etki yapması imkanını güçlendirmiştir. Hiç şüphesiz İsrail’in gizli dostlarının birinin de Suudi Arabistan olması da “mezhepsel görünümlü stratejik rekabeti” daha ilginç bir zemine taşımıştır…
Bu arada bir tarafta Yeni Türkiye’nin güvenlik sınırlarının PYD/PKK ve DEAŞ üzerinden, içeride ve dışarıda tehdit edilmesi, diğer yandan Suriye’nin kuzey-batısından Doğu Akdeniz’e açılan coğrafyayla komşu olması Yeni Türkiye’yi ciddi jeostratejik sınavlarla karşı karşıya getirmektedir. Bölgede yaşanan bu kritik süreçte, Irak-Suriye ekseninde Sünni-Şii ve iki farklı Kürt unsurlarından söz edilmesi, yeni bölge dengelerinin oluşum sürecinde önemsenmesi gereken projelerdir. Ancak çok ciddi sonuçlar doğuracak bu projelerin Yeni Türkiye’ye rağmen uygulanması kolay gözükmemektedir.
Ezcümle, bir süredir bölgede değişim ve dönüşüm süreci yaşanmakta. Zaman zaman değişik görüntüler ortaya çıksa ve farklı gelişmeler yaşanıyor olsa da Ortadoğu’da statüko artık çökmekte. Dolayısıyla yeni denge arayışları hızlanmakta, konuyla ilgili küresel ve yerel aktörlerin kanlı mücadeleleri daha da yoğunlaşmaktadır. Çoğu zaman “vekaletler savaşı”, terör örgütlerini kullanan istihbaratların mücadelesi yoluyla süreç hızla devam etse de artık bölgedeki devletlerin varlığı netleşmektedir. Bölgeye müdahil olan güçlerin tek başlarına hareket etme imkanlarının azaldığı çok kutuplu dünyada gelişmeleri doğru okumak ve gelecek beklentilerine uygun pozisyonlar almak zorunluluğu ortada… Böyle bir vasatta terörle ilgili söylenen beylik sözleri, terör yapılarının önünü açan ve onlara lojistik destek veren güçlerin “küresel ve bölgesel terörle hep birlikte mücadele edeceğiz” türünden iki yüzlülüklerini ciddiye almamak gerekir. Çünkü terör ve terör örgütleri, küresel ve yerel emperyal güçlerin dünyayı yönetmek için kullandıkları yeni savaş yönteminin araçları olarak öne çıkmaktadırlar.
Böyle bir dünyada gerek kaba zulme, gerekse de sofistike zulme ilkesel olarak karşı çıkmak, bu tür oyunların içinde yer almamak Müslümanlar olarak olmazsa olmazımızdır. Zulmün her türüyle mücadele etmeyi, hakikat arayışı sürecinde şahitliğimizi doğru yapmayı Allah(c.c.) bizlere emretmiyor mu zaten…