VAHDET HAREKETİ ÜZERİNE

Dr. Kelim S IDDIKÎ

VAN 24.01.2015 12:06:29 0
VAHDET HAREKETİ ÜZERİNE
Tarih: 01.01.0001 00:00
iki yıl önce Londra’daki merkez imambara’ya Vahdet Haftası kutlama törenlerinde bir konuşma yapmak üzere davet edilmiştim. Ayetullah Muntazarî’nin başlattığı Vahdet Haftalarının ilk yılıydı. Toplantının düzenleyicileri bir Sıddıkî’yi (Yani Hz. Ebubekir Sıddîk bağlısını) konuşmaya çağırmanın ümmetin vahdeti için başlı başına bir katkı olacağını düşünmüş olacaklardı.
Yeni şeyler bana daima câzip gelmiştir. O günden önce vahdet konusunu işlemekle, bir eser veya benzeri bir katkıyla şöhret bulmuş kimse yoktu. Teklifi kabul ettim. Toplantı için hazırladığım konuşma bütün hayatımın en dikkatle hazırlanmış metniydi. Onu hazırlarken kendimi mayın tarlasından geçmeyi tasarlayan bir asker gibi hissettim. Eğer yanıma almayı unutmasaydım herhalde çok güzel bir konuşma olacaktı. Öyle oldu ki, beni almaya gelecek otomobil şiddetli kar yağışı yüzünden gecikti. Sonunda otomobil gelip hemen içine atladığımda hazırladığım metni arkada bırakmıştım.
İmambara’ya böyle bir durumda bir Sıddıkî ne hissederse o duygular içerisinde girdim. Hele cebimde konuşma metni olmadığından kendimi çok âciz hissediyordum. Tam o sırada bir ilham belirdi içimde : Niçin hazırladığım metni bütünüyle unutup mayın tarlasına cesaretle dalmıyor ve olacakları bizzat görmüyordum ki? Ben de öyle yaptım. Bana yirmi dakika ayrılmıştı, ama neredeyse doksan dakika Şiî-Sünnî sınırı boyunca ne kadar patlamamış mayın varsa ele alıp açıkça sorguladım ve tekrar yerine koydum. Hiç biri benim elimde, ya da dinleyicilerimin kafaları ve inançlarında patlamadı. Toplantının sonunda her kes daha bir rahatlamış göründü; daha geniş tebessümler, daha sıcak musafahalar ve daha yüksek sesli takdir belirtisi ‘Allah-u Ekber’lerle karşılaştım. O sırada farkında değildim, ama birden vahdetin canlı timsali haline gelmiştim.
Bir yıl sonra önce Texas/Dallas’da, ardından da Sri Lanka’da (Seylan) Vahdet Toplantılarına katılmak üzere yola koyuldum. Güney Londra’daki bir başka İmambara’ya da dâvet edildim. Vahdet treni istimini iyi almışa benziyordu. Geçen bir yıl zarfında, ben de bazı kitapları gözden geçirecek vakti bulabilmiştim. Hem Şiî hem de Sünnîler tarafından kabul edilebilecek bazı görüşler öne sürebilecek yeterlilikte malzeme de edinmiştim.
Sri Lanka toplantısına biraz geç varabildim, çünkü modern jetlerin varlığına rağmen Dallas’tan (Amerika) Colombi’ya (Sri Lanka) seyahat hâla uzun bir zaman almakta. On yıl kadar önce bir öğrenciyi İslâm siyasî kültürü konusunda bir doktora tezi yazmaya teşvik etmiştim. Sri Lanka’da siyasî kültürü konuşmamın ana konusu yapmaya karar verdim. Hem benim konuşmam hem de bu toplantıda alınan oldukça yararlı kararlar Crescent International’ın(l) önceki sayılarında yayınlandı.
Bu arada vahdetle ilgili bir kaç olay da başımdan geçti. Bir keresinde genç bir Şiî, ben İmam Hasanın Emir Muaviye’ye biat ettiğini söylediğimde «yalan» diye bağırdı. Dinleyiciler arasında bir Şiî âlimi de bulunuyordu ve genç adama olayı anlatarak benim yardımıma koştu. Olayın bende bıraktığı genel intiba hem Şiî hem de Sünnî ulemanın kendi cemaatlerini gereğince malumat sahibi kılmadıkları oldu.
Bir keresinde de, Dallas’taki toplantıya katılan Kuveytli bir Şiî Sünnîlerin Kerbelâ olayına nasıl baktıklarını açıklamamı benden istedi. «Aynen Şiîler gibi» cevabını verdim. «Kerbelâ olayı veya trajedinin anlam ve boyutları konularında Şiîlerle Sünnîler arasında hiç bir fark yok» diye eklediğimdeyse muhatabımın gözleri hayretten açılıverdi. Kimse bir şey demediği halde, Şiîlerin şaşırdıkları âşikârdı. Şiî kültüründe ve Muharrem anma törenlerinde Sünnîlerin Yezid’ten yana oldukları en azından îma edilmekte. İran’da İslâm’ın ikinci halifesi Hz. Ömer’in suikasta uğradığı günü kutlama uygulamasına bile daha geçenlerde son verilmemiş miydi? Ama şimdi İran’da ve her yerde ilk
üç halifeden saygıyla bahseden, hatta bazıları geleneksel Sünnî ululaması olan ‘Radıyollahü anhüm’ü bile ekleyen Şiî kardeşlerle karşılaşmak mümkün olabiliyor. Bu uygulamanın, eğer Vahdet Hareketi daha yaygınlaşabilirse, Şiîler arasında daha sık görüleceğine inanıyorum.
Colombo’da (Sri Lanka) toplantı merkezinde namazlar genellikle bir Sünnî âlim tarafından kıldırıldı. Ama bir öğle namazı için bir araya geldiğimizde o zâtın aramızda olmadığını ördük. Mevcut en kıdemli kişi Ayetullah Zencanî idi. Bu sebeple o imam oldu. Arkasında namaz kılanların çoğunun Sünnî olduğunu bilen Zencanî, Caferîlerin her namazın ikinci rekâtında rüküya varmadan okudukları kunut
dualarını atladı ve namazı aynen Sünnîler gibi yüzünü önce sağa sonra sola çevirip selâm vererek bitirdi. Hepimiz çok etkilenmiştik. Bir kaç hafta sonra, İran’da devrimin dördüncü yıldönümü törenleri sırasında cepheyi ziyaret eden yabancı misafirler arasındaydım. Öğle namazı için Abadan’da bir camiye girdik. Caminin müezzini yabancı misafirlerin çoğunun Sünnî olduğunu görünce ezanda İmam Ali ile ilgili sözleri okumadı, yalnızca «Hayya alel Hayril Âmâl» kısmını muhafaza etti. Böylece okuduğu ezan ne Şiî ne de Sünnî ezanı oldu; ama Bilâl-i Habeşî’nin Hz. Peygamber (SAS) zamanında Medine’de okuduğu ezanın aynıydı. Bu olay da bana, geçen yıl bu tür konuları imam’ın Yeni Zelanda temsilcisi Huccetulislâm Şerif Mehdevî ile Aukland’taki evinde konuşmamızı hatırlattı. Mehdevî bu konuda oldukça açıktı. İmam Ali ile ilgili kısımların ezanın aslından olmadığını kabul ediyordu. Bu kısımlar ‘ihtiyarî’ idi. Öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı namazlarını birleştirme konusunda da, Mehdevî zengin kütüphanesinden çıkardığı Sünnî kaynaklara dayanarak aslında dört Sünnî mezhep imamının da bu namazları belirli durumlarda birleştirmeye ‘ihtiyarî’ olarak izin verdiklerini gösterdi. Bazı ‘ihtiyarî’ ruhsatların niyeti çok aşan bir sertlikle izlendikleri de aşikârdı. Vahdet Hareketi bu tür fıkhı ruhsatlara esneklik kazandırmak zorunda. İmam Humeynî’nin de bağlılarına namazların günün beş ayrı vaktinde kılmalarını öğütlediği biliniyor. Vahdet Hareketinin İslâmî Hareket’in bir parçası olduğu muhakkak. Vahdete ulaşma yolunda mücadele vermeyen hiç bir parti veya hareket İslâmî olduğunu iddia edemez. Sorunlarımız Şiî, Sünnî veya benzeri tanımlara dayandırılarak değil, ancak İslâm temeline oturtularak çözümlenebilir.
.iktibasdergisiCrescent/ İktibas Dergisi- Ağustos 1983/63