VAHDET AMA NASIL

MUSTAFA BOZACIOĞLU

VAN 8.11.2015 09:41:54 0
VAHDET AMA NASIL
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Kayganlığımız kendimizden; kimseye kızacak halimiz yok! Keza hak/hakikat için hareket edecek mecalimiz de yok! Sömürüye müsait oluşumuz, deve kuşu gibi başımızı kuma gömüp üç maymunu oynamamız, ‘miş’ gibi tavırlarımız bizi sorunun merkezinden uzakta tutuyor! Yitiğimizi yanlış yerlerde, yanlış ve eksik çabalarla arı(yormuş gibi yapı)yoruz! Duygusal ilintiler, algılar, dayatılan gündemlerin örgüsü altında olaya bakışlar bizim soruna odaklanarak, doğru çözüm için uygun adımları atmamızı engelliyor.
 
Her dilde, her gönülde, her cemaat(cemadat)in yazılı olmayan duygusal programında yer almasına rağmen vahdetin çok uzağımıza olmasının sebeplerini doğru tesbit ve teşhis edelim ki çözüme de kapı aralayabilelim.
Aslında bize uzak olan o/vahdet değil, biz yapıp etmelerimizle, yapmayıp ertelediklerimizle ona uzağız. Çünkü tuzaklara düşmüş, düşürülmüşüz. Kayganlığımız kendimizden; kimseye kızacak halimiz yok! Keza hak/hakikat için hareket edecek mecalimiz de yok! Sömürüye müsait oluşumuz, deve kuşu gibi başımızı kuma gömüp üç maymunu oynamamız, ‘miş’ gibi tavırlarımız bizi sorunun merkezinden uzakta tutuyor! Yitiğimizi yanlış yerlerde, yanlış ve eksik çabalarla arı(yormuş gibi yapı)yoruz! Duygusal ilintiler, algılar, dayatılan gündemlerin örgüsü altında olaya bakışlar bizim soruna odaklanarak, doğru çözüm için uygun adımları atmamızı engelliyor. Kenarda, kıyıda dolaşıyoruz. Nasreddin Hoca ‘nın kaybettiği şeyi asıl mekândan çok uzakta sırf orada ışık var diye aradığı hikâyesinden gerekli dersleri almadan gülüp geçmişiz sadece! O sahte ışıklar; gelenekçiliğin cılız ve yapay, sönmeye meyyal, gerçek ışığı gölgeleyen, yanılsamalara sebep olan yansımalarından ve modernizmin neon/imaj ışıklarından biri veya her ikisi olabilir!
Cemaatle cemiyeti ayırt edecek bakış açısı kazanmadan, doğru davranış için doğru düşünceye ulaşmak gereğinin önemine ve önceliğine vakıf olmadan, samimiyeti, fedakarlığı kuşanmadan sadece söylemde kalan bir temenniden öte geçemeyecektir bu iddia! ‘Müslüman’ kimdir, kime ‘Mü’min’ denilir, ‘Allah’ın tarafı/taraftarı ile şeytanın taraftarı olmak’ ne demektir, asıl suallerine asla uygun cevaplar bulunmadıkça, vahyin ışığına ve o ışığın taşıyıcısı resulün sahih yöntemine uymadıkça romantik ve nostaljik duygusal bir ilintiden öte geçmeyecek, bir iddiaya bile dönüşemeyecektir, bu teori!
Fırkalaşmayı yasaklayan Kur’ana rağmen, ısrarla yetmiş ikiye baliğ olması salık verilen ‘fırkai naciye’ söylemi, hadis kılıfı altında cemaatçiklerin baş manifestolarından biri haline gelmişse, vay bizim halimize, vah/yuh bize! Şimdi bu söylem mi tefrika/fitne vesilesidir, Kur’anın söylemine dikkatleri çekerek, bu uydurma sözün peşindeki gidiş(at)i eleştirmek mi?! ‘Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır’, ‘En büyük şeyh -hepsinin kendinden menkul kerametleri(!) çerçevesinde- de bizimkisidir!’ şeklindeki şeytanın sağdan yanaşarak, aklı askıya alanlara ilka ettiği iğvasına mı tabi olacağız, yoksa inanan erkek ve kadınları kardeş ve Allah’ın razı olacağı kulluğu sergilemeleri halinde birbirlerinin velisi kılan ilahî vahye mi?! Kullara mı kul olacağız, kapı kulluğu mu yapacağız, vahid ve kahhar olan Allah’a mı? Nefsimize tabi olmaktan kurtularak, takıntılarımızı, kuruntularımızı terk ederek, kendi ellerimizle ördüğümüz duvarlarımızı yıkarak aklımızı başımıza alıp tek ve asıl hidayet kılavuzuna uyabilecek miyiz?! Gelenekçiliğin ve modernitenin hurafelerinden, vahyin üstünü örten posalarından kurtulup, gerçek kurtuluş muştusuna, reçetesine yönelebilecek miyiz?! Algıdan gerçeğe giden yolu göze alabilecek miyiz?! Cahiliî hastalıklarımızı vahyin şifası ile tedaviye hazır mıyız?! Cemaatçiklerin yanlış şekillendirdiği ‘itaat’ ilişkilerini gerektiğinde kimden sadır olursa olsun isyanla/hayır diyerek elimizin tersiyle iterek sadr-ı İslama sığınabilecek miyiz?! ‘Benlik’ davası gütmeden, egolarımızı terk ederek, diğerkâmlıkla hareket ederek, sevgi, şefkat, ilgi, fedakarlık, samimiyet donanımlı, sözün en güzelini mihver edinerek, mücadelenin en güzel yöntemlerini kuşanarak, kuşatıcı bir süreci, ‘Ben’ idraki ve bilinç içinde ‘BİZ’ için yorulmayı, vahiy ile yoğrularak, yalnız Rabbimize rağbet ederek göze alabilecek miyiz?!
‘Birlik’ için ‘Bir’ olan Allah’ın yolunda ‘birr’ için yarışarak ve de yardımlaşarak çalışmak gerek! ‘Diriliş’ için dirilik/dirlik gerek! Safiyet içinde saflıktan kurtularak safa durmak gerek! Üst üste ve alt alta toplanıp tek yekun içinde yazılıp çizilmeden yan yana dizilen, birbirine bağlanan ‘birler’ gibi her bir basamağın sayı değerleri aynı olmakla beraber ifade ettiği ‘kesreti/büyüklüğü’ idrak etmek gerek!
Akılları ortak akıl için işe koşarak yepyeni bir sinerji ile dava uğrunda koşmak, hep koşmak! Yenilenerek, bilenerek, sorumlulukları kuşanarak, vahiyle yoğrulup resulün en güzel sîreti/örnekliğini alıp günümüze olabildiğince doğru olarak aksettirerek, şahitliğini yapmak uğrunda yorulmak! Yorulduğumuzda, bir işi bitirdiğimizde aynı heyecanla, hep Rabbimize rağbet ederek, sığınıp güvenerek, yeniden yeni bir işe koyulmak! Rengimizi Kur’andan ve onun pratiği olan sünnetten alarak, rengimizi olabildiğince koyultarak/kesifleştirerek/net ve nitelikli hale getirerek, daha fazla muhataba, daha fazla renk verecek şekilde yola koyulmak!
 
Müslümanların coğrafyalarına bakalım; Müslüman asla ümitsiz olamaz da gördüklerimiz bizi ümitvâr kılıyor mu? Şakülümüz kaymış durumda! ‘Havf ve reca’, yani ümitle korku arasındaki ince çizgiyi tutturamadığımız kesin! Hep Allah’tan ümit ediyoruz da korkularımız sanki başka mecralara/taraflara kaymış gibi! ‘Hak edişi’ düşünmeden tahakkuk peşindeyiz! Çabasız, zahmetsiz nemalanmak peşindeyiz! Hakkı temsil etmeden, ortaya çıkaracak çabaları kuşanmadan batılın zail olacağını, emek vermeden, kardeşliğin anlamını idrak etmeden ‘vahdetin’ gökten üstümüze yağıvereceğini zannediyoruz! Zandan kaçınmamız gerektiği, zannın çoğunun günah olduğu hakikatini kulak ardı etmişiz! Ensemizde boza pişiren dâhili ve harici bedhahların sanal ve banal güçlerini, kendi gücümüzün farkına varmadığımız, ona layık olmadığımız gerçeğine binaen büyüttükçe büyütüyoruz! Ve fakat bu gölge büyüklüğün bizim küçüklüğümüzden kaynaklandığını bir türlü görmek, anlamak istemiyoruz! İlla da –haşa- O’nun eşsiz gücünü sınarcasına, halimize bakmadan, batıl bir kıyasla, batıl ve batılın temsilcisi şeytan taraftarlarının gücü ile mukayese hadsizliğine kapılıyoruz! Buradan da yanlış algılara, yersiz zehaplara, üretilmiş menkıbevî bir yeni din anlayış(sızlığ)ına kapılıyoruz! Kapıldığımız selden kendi başımıza ve bizimle aynı akışa kapılanların yanlış(a) teslimiyeti ile kurtulabileceğimizi vehmediyoruz! ‘Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!’ diyenlerimizi de aforoz etme hadsizliğini, sevap getirisi sanıyoruz!
Lakin ‘bizler’ hep vahdet, inadına kardeşlik, daima ve her zaman birlik hatırlatması ve vurgusu içinde olmak zorundayız! Buna mecburuz! En azından ‘kendimiz için bir mazeret olsun’ ve ‘belki fayda verir’ diye! Birlikten kuvvet doğar! Birlikte dirlik vardır! Dirlik için diri olmak, dirilmek gerek! ‘Diri olmak/dirilmek’ için dirilere indirilmiş Kitabımızı ölülere okuyarak(!) ölü ve hastalıklı hale getirdiğimiz bünyeyi vahiyle diriltmek, onun şifası ile bağışıklığını artırıp kavî hale getirip sağaltarak, kaim kılmak gerekmektedir.
 
Yalnız dediğimiz gibi evvela sahih bir iman ve salim bir teslimiyet, önce emniyet/eminlik, ilkin liyakat, sürekli samimiyet, mutlak fedakârlık, hakikat uğrunda hikmetle mücahede, salih ameller, ertelemeden, ötelemeden, duymazdan görmezden gelmeden, sorumluluklarını kuşanarak, yakin gelene kadar sa’yü gayret…
‘’Teslimiyet nedir, ‘müslüman’ nasıl olunur; imanın asgari müşterekleri nedir, ‘mü’min’ kime denilir’’sualleri mutlaka iyi tahlil ve analiz edilmelidir! Tabi ‘analiz’ derken batının batıl yöntemlerinden biri olarak ‘analitik yaklaşım’, ‘böl, parçala, yut!’ anlamında maalesef bizi de tuzağına düşürmüş durumdadır! ‘Amip’ gibi bölünerek çoğalabileceğimiz kuruntusundan kurtulamayışımızın bir izahı var mıdır?! Handiyse herkesin ‘müslüman’ olduğu yerde, kimle neyin birliğini, vahdetini konuşacaksınız, öyle değil mi?!
Bakınız meseleyi daha ‘bilgi-metod’ dengesinde ele alacak aşamaya dahi getiremedik! Daha, sorunu teşhiste anlaşma aşamasındayız! Tercih ve taraf belirleme aşamasındayız! Düştüğümüz yeri, yitiğimizi kaybettiğimiz alanı doğru tesbit edersek, bu bize tedavi için; artık maalesef pansumanla kurtaramayacağımız, müzmin ve onulmaz yaralarımıza bir ameliyat kararı ve steril bir ortam hazırlama fırsatı sunabilir. Satır aralarında tedaviye yönelik ip uçları da yok değil; onları her biri bir başlık altında ele alıp işe koyulmalıyız. Bu işi birinci ve asıl işimiz kılmalıyız! Sahici çabalar, ciddi sorumluluklar, azim işlerden olarak fedakârlıklar, birr ve takva yolunda dayanışma ve yardımlaşma içerikli ahret odaklı yarışlar şiarımız olmalıdır.
Çıkış yitiğimize yetkin bir şekilde sahip çıkmaktır! Kur’ana sımsıkı ve topluca sarılmaktır; onu kılıflarından sargılarından, kendimizi zindanlarımızdan, mazeretlerimizden, ağlarımızdan kurtarmaktır. Kurtuluşun, dirilişin, birlik ve dirliğin yegane yolu budur! Dinimize algılarımızla, ellerimizle eklediğimiz zanlarımızın ürünlerini eleyerek, eksilttiğimiz değerleri ekleyerek, aslına irca ettirerek, hurafelerden, bidatlerden, zehaplardan, kuruntulardan, kısaca üretilmiş farklı dinden, kavram kargaşasından, ihtilaflarımızdan, takıntılarımızdan kurtulabiliriz. Bunun için tek miyar, ölçü, hassas terazi, kıstas, hakem Kur’an olmalıdır. Çünkü eşsiz, korunmuş, çelişkisiz, şüphe barındırmayan, yanılmaz, mu’ciz, hak ve hakikat kaynağı, tek ve asıl rehber yalnız ve ancak Kur’andır.
Kur’anı anlar, ona yönelirsek, raflardan indirip elimize alır yüreğimizi verirsek: Allah’ı da doğru anlar/takdir ederiz. Peygamberliği ve peygamberimizi ve onun şahitliğini, örnekliğini de doğru anlarız. Çağımızın fıkhını oluşturmak için, kapatılan ictihad kapısını da aralayarak ayartılmaktan kurtuluruz. Sömürüyü ve emperyalizmi kavrar, karşı durma ve cevap verme bilincine ererek, sömürüye müsait olmakla onlara ellerimizle sunduğumuz fırsatları geri alıp kazanabiliriz. Batılla hak ettiği tarzda ve tüm alanlarda mücahede azmi edinebilir, hakkı temsil edecek yetkinliğe ulaşabiliriz. Dinimizi kompartımanlara ayırmadan bir bütün olarak idrak edebiliriz. Bireysellikten (Bu manada geleneksel/ci cemaatçikler uzlet, riyazet derken aslında bireyselliğe de çanak tutmaktadırlar!) ve dünyevileşmekten uzak durabiliriz. Nur da, ruh da, şifa da Kur’andadır. Onunla korunma bilinç ve azmini, onu koruma(!) duygusallığından ayırt ederek, farkı fark ettirecek, firaktan ve tefrikaya düşmekten kurtaracak bir yönelişe girmeliyiz. Biz O’na yönelirsek O bize yollarını açacak, işimizi kolaylayacak, basiret ve hikmet bahşedecektir.
Önce zihinlerde bu tür bir değişimi gerçekleştirmeliyiz. Doğru düşünceye ulaşabilirsek davranışlarımızı da doğrultabiliriz. Biz ‘düz’ olursak düzgün işler yapabilir, değişimin öncülüğünü yapabilir, katkı sunabiliriz.
Bizler aşkın bir Allah inancına bağlı aşkın bir fikriyatın sahibi, talibi olmalıyız. Dar açı ile değil geniş açılı bir bakışa sahip olmalıyız. Biz kişilerle, olaylarla değil; olgularla, kişiliklerle meşgul olmalıyız. Adı üstünde ‘küçük işler’ peşinde değil büyük; ulvî değerler, nitelikler, kuşatıcı eylemlilikler içinde olmalıyız.
Allah rızası, ahiret perspektifli, cennet ödüllü bir hayat algısı içinde imtihan olduğunun bilincinde olanlar, ne bahasına, ne adına, niçin tefrikaya, anlaşmazlığa düşsünler anlamak kabil değildir! Kabilden kalan kıskançlık, çekememezlik, mal mülk paylaşımı, nefsi bir iktidar mıdır peşine düştüğümüz! ‘İnsanlar bir ümmetti..’ diyen ve israiloğulları ile ilgili olarak aktarılan ‘kendilerine bilgi geldikten sonra sırf aralarındaki  çekememezlik/kıskançlık yüzünden ayrılığa düşenler gibi olmayın’ ayetlerini bir daha fıkhedelim hep beraber! Çokları meyanında; En’am 153, 159/Şura 14/Rum 14/Âl-i İmran 103, 105. ayetleri bir daha gözden geçirelim…
Bizim zamanımızın fıkhını üretecek ve kuşatacak çabalar sergilememiz gerekmektedir. Namazda kolumuzu hangi hizadan bağlayacağımız, teşehhütte parmağımızı kaldırıp kaldırmayacağımız gibi ilmihal fıkhı değil ki işimiz/sorunumuz, bu konulardaki farklılıklarımız nizaaya/ayrılık gayrılığa sebep olsun. Kim meseleyi buna indirgiyorsa yanılıyor, yanıltıyordur! ‘İslam’ bizzat ‘silm/barış, esenlik, selamet/kurtuluş’ kaynağı olarak girilecek, sığınılacak olan limandır; salimen karaya ulaştıracak en güvenli vasıtadır. Yoksa İslam’ın bütünlüğünü parçalayacak, ilkelerinin arasını açacak, meselelerini tefrika edecek, onlar üzerinde çatışmaya girecek bir tavır içine girerseniz işte sorun orada başlamış demektir. Siz bu güvene layık olmak, güvenmek, güven vermek; emin olmak, eminlik taşımak, emniyet sunmak durumundasınızdır. Kendine gelen ‘Biz’e gelecektir zaten! Aklını başını alan; aklını, fikrini, kendini yoran hakikati er geç görecektir! Herkes şu haliyle kendini, yapıp ettiklerini, örüp gizlediklerini, ertelediklerini, her şey bir gözden geçirsin bakalım, ne görecek? Tevhid için, vahdet için, birlik dirlik için, ümmet/İslam milleti için mi; tefrika, nizaa için, fitne içinde mi hareket etmekte, hâli ile hangisine katkı sunmaktadır?
Birbirimizi sevmek, samimiyet/ihlas, kan bağından öne alınacak bir din kardeşliği, empati sempati, hüsnü zan, affetmek, önce kendini önceleyerek/iğneyi kendine batırarak hareket etmek, diğerkamlık, fedakarlık, uyarı ikaz ve teşvik, (meşru hallerde ve meşruiyet içinde) tolerans, kucaklayıcı ve kuşatıcı bir tatlı dil, en güzel tarzda ilişkiler, emri bil maruf ve nehyi anil münker, istişare, güven, kale alma/değer verme/önemseme/dinleme karşılıklı ilişkilerimizde, öncelikle yapmak zorunda olduğumuz iç diyaloglarımızda eksen hususlar olmalıdır.
Bu söylediklerimiz, yakın ve civar coğrafyalarda söylenmiş, farklı boyutlarda tekrar da edilmiş, vurgulanmış ‘malumu ilam’ kabilinden ifadelerdir. Kurgulananlara dikkatler hep çekilmiştir. Bu işin öncülüğünü yapanla daima olmuştur. Ancak tarih tekerrür edip durmaktadır… İstenen etki ve değişim sağlanabilmiş değildir ne yazık ki? Okuma özürlü olduğumuz için, anlama, kavrama, fıkhetme de tahakkuk etmemektedir. Hadi diyelim, Kur’anı okumuyoruz onun için anlamıyoruz; bu civarda hemen herkesin tanıdığı Mehmet Akif’in şuur aşılayan, tarihin tekerrür sebeplerini ortaya seren, şiar sunan şiirlerini okusak, anlasak, bu bile azımsanmayacak bir adım olurdu! Adam olurduk o zaman! Biz ortaya bir şeyler çıkaramayınca, değer üretemeyince, nusret de ulaşmıyor, sonuç da hâsıl olmuyor’ ‘hak ediş’ olmayınca İlahi lütuf hep yağsa da bizim kabımıza bir şey damlamıyor, ‘ödeme’ yapılmıyor! Hak edenin, çalışanın -inanmasa, inkâr da etse- kabına düşüyor, ona karşılık veriliyor, İlahî adalet gereği!
Olayların, dahası olguların kıyısında kenarında dolaşıyoruz; asla ilişkin, sadra şifa şeyler sunamıyor, ilgimizi yoğunlaştır(a)mıyoruz! Atasoy ağabey diyor ya; ‘Üç dört milyon hacı adayı bir araya geliyor, kimsenin umurunda değil!’ diye, işte aynen öyle! Keza Cuma da öyle; toplu muyuz, toplanmış oluyor muyuz, toplantı halinde icra edebiliyor muyuz, cemaat olmuş oluyor muyuz?..  Cemaatle cemiyet arasındaki farkı fark edebiliyor muyuz? Aidiyetlerimiz neye ve kime ait? Ahdimize sadık mıyız? Kur’an baş üstünde; ama hükümleri yerlerde! Peygamberimiz güya baş tacı, şekli şemaili ile anılarımızda; ama örnekliği/şahitliği, sahih sîreti ve sünneti ayaklar altında, ânlarımızda, mekânlarımızda yok!
‘İnsanların umuru’ umurumuz olmalı, işler/sorunlar/sualler umurumuzda olmalı! Umudumuzu yitirmeden, insanlara/insanlığa umud olabilmeliyiz. Umutla korku arasında bir orta yolu yol edinmeliyiz. İstişarelerin hakkını vererek, eleştiriye açık olup eleştiri bilinci edinerek, hesap verecek, sorgulamaya açık yerinde bir şeffaflıkla hareket etmek gerekmektedir. Nitelik kadar netlik de şiarımız olmalıdır. Muhatabın özelliklerini dikkate alan, ilgi ve hazır bulunuşluğunu ihmal etmeyen, tek taraflı bir itelemeye dönüşmeyen, ‘gelen gelir gelmeyen kendi bilir’ ve ‘giden gider kalan bizimdir’ bir ilişki biçimi geliştirmemiz gerekmektedir. Sevgi ve müjdeleme ile kolaylaştırarak hareket etmeliyiz. Kapıları kapatmamalıyız. Rahmetlinin dediği gibi ‘Bize ait cennet ve cehennemimiz yok’ ki dağıtımını üstümüze alalım’! ’Bir düşman çok, bin dost az’ ilkesini kulaklarımıza küpe yapalım! Hep bir rezerv bırakalım ki, ‘öteki’ dediklerimizle dost olma ihtimalimiz unutulmasın!
‘Müslümanlar birbirine merhametlidir’ ve ‘Ancak inananlar kardeştir’ ilahî ikazları hep rengimizi aldığımız ilkelerimiz olsun.
Biz ‘Biz’e gelmeli, öze dönmeliyiz! Söylenecek söz çok da yapmamız gerekenler  hiç de az değil!