Ümmetin Temel Çözülüş Süreçleri

Abdulhakim Beyazyüz

VAN 25.11.2014 10:39:27 0
Ümmetin Temel Çözülüş Süreçleri
Tarih: 01.01.0001 00:00

BİSMİLAHİRRAHMANİRRAHİM;

İslam ümmeti olarak iyi bir durumda olmadığımız herkes tarafından kabul edilen bir gerçektir. Hatta öyle ki ümmetin var olup olmadığı dahi tartışma konularımızdandır.  Ama genel anlamda İslam ümmettin siyasal bir birliktelik ve irade olarak değilse bile, sosyolojik olarak bir ümmetin varlığından bahsetmenin mümkün olduğu genel bir kabul görecektir.  Elbette ümmet bu kötü hale çok kısa bir zaman diliminde düşmemiştir.  Tersine çok uzun bir sürecin sonucu olarak ve kendi ellerinin kazanımı nedeniyle ümmet bu günkü perişanlığa düşmüştür.

Peki, bu sürecin başlangıcı nereden başlatılabilir? Bazı mütefekkirlerin de söylediği gibi, ümmettin çözülüş safhalarının başlangıcını Hz. Osman’ın katliyle başlatmak mümkündür.  Bunun arkasından gelen ihtilaflar, Cemel ve Sıffin savaşları, Hz. Ali’nin şehid edilmesi ve Muaviye’nin hilafeti saltanata dönüştürmesi olayları bu safhanın başlangıcını oluşturan diğer olaylardır.

Bu çözülüşün ikinci büyük safhasının başlangıcı olarak Moğolların işgalini görmek mümkündür. Moğollar İslam ümmetinin hilafet merkezi olan Bağdat’ı alıp (m.1258) halifeyi öldürdükleri gibi, neredeyse tüm İslam coğrafyasını ele geçirmiş, halkı kılıçtan geçirmiş ve İslam ümmetinin oluşturduğu, neredeyse tüm medeniyet değerlerini yok etmişlerdi. Bunun sonucunda ümmet birlikteliğini ve kendine olan güvenini kaybetmiş, dünyaya küsüp, içe kapanarak, tasavvufa yönelmiştir.  Yanı sıra akletmeyi ve içtihadı terk ederek, taklide,  üretilmiş değerlere yönelmiş ve anın fıkhını üretme yerine, kendini geçmişle var kılmaya çalışarak şerhçiliğe kilitlenmiştir. Bu dönemin estirdiği bu rüzgarın etkisidir ki her tarafta tekke, zaviye ve hadisçiliğin merkezini oluşturduğu eğitim kurumları oluşmuştur. 

Ümmettim çözülüş sürecinin üçüncü safhası olarak Ronensans ve reform hareketleriyle başlayan dönemi zikretmek mümkündür. Bu dönemle beraber Avrupa bilimde atılımlar yapmış, keşifler gerçekleştirmiş,  birçok yerdeki zenginlikleri kendi bölgesine aktararak sermaye birikimini gerçekleştirmiş ve bütün ulaştığı bilgiyi güce dönüştürmek suretiyle tüm ülkelere boyun eğdirtmek imkânına kavuşmuştur.  Bu sürecin sonucunda İslam ümmetinin neredeyse tüm coğrafyaları, Avrupalı güçler tarafından sömürgeleştirilmiş ve tüm birlikteliğini korumasına yardımcı olan imparatorlukları da parçalanarak yıktırılmıştır. 

Bu mağlubiyetin sonuçları da, Moğol saldırılarının etkisinden daha az olmamıştır. Zira Moğollar sadece güçleriyle İslam ümmetini mağlup ettikleri için, olumsuz nice etkilerine karşılık sonuçta İslam anlayışını ciddi bir bilinçten uzak olarak olsa bile kabul etmek zorunda kalmıştır.

Ama Antik Yunan’n aklına, hümanizmine, felsefesine ve siyasi sistem tecrübelerine dönerek skolastik dönemi sonlandıran ve akabinde bu pagan kültürü daha da derinleştirerek yenileyen, bilginin değerinde paradigmal bir değişimi gerçekleştirerek onu gücün aracı kılan ve bu noktada maddi boyutta başarının zirvesine çıkan Avrupalılar, bununla yetinmeyip bunun felsefesini de yaptılar.  Bu felsefelerinde nüanslarda ayrışıyorlardı. Ama ahrete karşılık dünyayı, manaya karşılık maddeyi, değere karşılık gücü, topluma karşılık bireyi, vahye karşı bilimi, Allah’a karşı insanı merkeze almada ittifak ediyorlardı.  Onları Ruhbanların/kilisenin vaatleri değil, akıllarının ve duyularının sonucunda ulaştıkları bilimin dünyadaki cennet vaatleri heyecanlandırıyor ve harekete geçiriyordu. Artık onların kızıl elmaları, ütopyalarının tümü yeryüzüyle ilgiliydi. Ve yeni dinlerinin bilgi kaynağı olan bilime imanları, ruhbanlarının vahye olan imanlarından daha güçlüydü neredeyse.

Bundan dolayı da, bu hayat felsefelerinin bilimsel temellere dayalı olduğunu ve bunun dışındaki iddiaların gerçeğe dayanmayan kuruntu ve hurafelerden oluştuğunu iddia ediyorlardı. Bu iddianın doğruluğunun da tartışılmaz olduğunu ve bunun apaçık delilinin de kendilerinin zenginlikleri, güçleri, ilerlemişlikleri ve galibiyetleri olduğunun altını çiziyorlardı.

Fakirliklerine, zayıflıklarına,  yıkılmış ve viraneye döndürülmüş coğrafyalarına, parçalatılmış imparatorluklarına ve sömürgeleştirilmiş hallerine bakan ümmetin mağlup edilmiş çocukları, bu durumda bu felsefeden etkilenmemeleri çok zordu. Maalesef onlar da etkilendiler ve zenginlik, galibiyetin temsilcisi Avrupa yaşam tarzının, kültürünün, biliminin ve teknolojilerinin peşine düştüler. Onların okullarında ders alarak kendilerini yeniden formatlamanın yarışına girdiler. Bu sürece yönelenlerin bir bölümünün niyeti beklide iyiydi. Fakat bu eğitime tabi tutulmalarının sonucu iyi olmadı. Bu kesimlerin çoğu devşirildiler. Böylelikle kendilerinden, değerlerinden, halklarından koptular ve hatta kendilerine geçmişlerini hatırlattıkları için kendi insanlarından nefret edecek bir psikolojiyle geri döndüler. Hem de ne dönüş? Halklarının eğitmenleri ve idarecileri olarak.  Elbette bunun sonuçları dramatik olacaktı ve öyle de oldu. Zira bari gerçek bir batılının eğitiminde ve idaresinde sınırlı da olsa olumlulukları yakalama imkânları olabilirdi. Ama çakma batıcıların elinden ancak zulme, hakarete,  horlanmaya, ifsada maruz kaldılar. Sömürgeci efendilerine hayran kalan ve kendisinden/değerlerinden iğrenip utanan bu kişiliksiz ve kimliksiz işbirlikçi idareciler, efendilerinin çeşitli nedenlerden dolayı cesaret edemedikleri birçok ifsadı içeren zulümleri halklarına reva görmekten geri durmadılar. Zira itirafçı zihniyeti, kişinin kendisinden nefret edip tiksinmesine sebep olduğu için, içinden geldiği halka ve değerlere çok daha acımasız olmasına imkan sunmakta ve hatta zorlamaktadır.

Bütün bu politikaların sonucunda, ümmet kendilerini var ve anlamlı kılan birçok değerini yitirmek durumuna düştü. Ama buna karşılık, maddi bile olsa ciddi anlamda bir gelişme kaydedemedi. Neredeyse giyimden, içeceğe, oturmadan kalkışa, hukuktan siyasete kadar onları taklit ettiler. Ama asla efendilerinin gözünde bir değere sahip olamadılar. Çünkü zaten efendilerinin güzünde tek değer güçtü. Onlar ise hem güçten, hem de şahsiyetlilikten uzaktılar. Bu durum sömürgecilerin açıkça ve işgal ederek gerçekleştirdikleri sömürge siyasetinden vazgeçmek zorunda kaldıkları bu süreçte de devam etmektedir.

Peki, ümmetimizin bu can yakıcı perişan hali, bizim için bir kader mi?  Elbette değil. Zira bugünkü halimizi doğuran da bizim tercihlerimizdi. Bundan sonraki durumu belirleyecek olan da bizim irademiz olacaktır. Ama tek tek fertlerin değil, ümmettin iradesi denilmeyi hak edecek kolektif bir irade, kolektif bir akılla elbette bu durumumuz değişebilecektir.  Biz aklımızı ve irademizi birlikten, bilgelikten, ahlaktan, şahitlik ve sebeplere sarılmaktan, yeryüzünde nesli ıslah ve arzı imardan yana kullanırsak, bizlere ulaştırılmak üzere hazır tutulan gaybi yardımlar peş peşe inmeye başlayacaktır.   “Şüphesiz Allah kendisine yardım edenlere yardım edecektir.”  Şüphesiz Allah vadine sadık olanların en hayırlısı ve merhamet edenlerin en merhametlisidir.

Son sözümüz bizlere kendisine dost olma fırsatını veren yücelerin yücesine hamddır. Sözümüzün hakka isabet edenleri rabbimizin lütfü, yanlış olanları bizim meseleleri karıştırmamızdandır. Yanlışlarımızdan dolayı peşinen rabbimizden mağfiret dileriz. Bizi bağışla ve bizleri yeryüzündeki iradenin tecellilerinden eyle ey rabbül alemin. Amin…