Teoride Olduğu Gibi Pratikte De Adaletin Olması Gerekmez mi? (4)

İbrahim Sarmış (Misafir yazar)

VAN 27.08.2017 13:22:03 0
Teoride Olduğu Gibi Pratikte De Adaletin Olması Gerekmez mi? (4)
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Aynı şekilde Divan-ı Kebir isimli şiir kitabında Celaleddin Rumi’nin Hz. Ali’yi ilahlaştıran aşağıdaki sözlerini tevhit inancıyla bağdaştırmak mümkün müdür?

 

“O açıklayıcı İmam, o Tanrı velisi, safa ehlinin vücut güneşidir. Yerde, gökte, mekanda, zamanda halka duran imamın zatı ile, iç ve dış temizliğiyle vasıflanmak vaciptir. Çünkü küfürden, iki yüzlülükten kurtulmuştur. temizdir. Onun konağı birlik alemidir. Dünyevi ve beşeri sıfatlardan dışarıdır. O insanın hakikati ve canı gibiydi. her şey fanidir, fakat can yaşar, ölmez. Onun hareketi kendinden diri olan ezeli varlıktandır. Beka çevresinde döner dolaşır. yaratıkları yaratanın zatı gibi o bakidir.  Hakkın yüksek sıfatları Ali'nın vasfıdır. hakkın sıfatları zaten ondan ayrı değildir. O Tanrı'nın zatına yapışmış O olmuştur. Hani duyduğun "Lahutun o gizli hazinesi" yok mu; işte O odur. Çünkü , O, Haktan Hakka görünmüştür. O hazinenin nakdi, tükenmez ilimdi. İşte o ilimden maksut, Yüce Ali'dir. Hakkın hikmetini ondan başka kimse bilmez. Zira o hakimdir, her şeyin bilginidir. Cihan var oldukça, Ali var olur.

 

Cihan var olurken de Ali vardı. Cihanın temeli suret buluncaya kadar var olan Ali idi. Yer resmedilinceye, zaman husule gelinceye kadar var olan Ali idi. Veli ve vasiy olan Şah Ali, cömertliğin, keremin, bağışın sultanı idi. Ali'den ötürü melekler Adem'e secde ettiler. Adem bir kıble idi, secde olunan Ali idi. Adem de, şit de Eyyup da, İdris de, Yusuf da, Yunus da, Hud da, Musa da, İlyas da, Salih Peygamberlerde, Davut da Ali idi. Nefsin tamamından Ötürü cihan sofrası üzerinde elini bulaştırmayan kahraman aslan Ali idi. Kur'an'nın ayetlerinde tanrı'nın yer yer ismini vasfederek öğdüğü Kur'an sırlarının kaşifi Ali idi. Kapısının tokmağı, kadir ve kıymette Arşın semasından daha ileri geçen, o durmadan Hakka secde eden arif Ali idi. İslam yolunda iş düzelmedikçe; surup dinlenmeyen o şerefli, vekarlı Şah Ali idi. Hayber kalesinin kapısını bir hamlede koparıp açan, o kalalar fatihi Ali idi. AFAKA HER BAKIŞIMDA GÖRDÜM Kİ, YAKIN YÜZÜNDEN HER VARLIKTA VAR OLAN ALİ İDİ. BU KÜFÜR OLMAZ, KÜFR OLAN SÖZ BU DEĞİLDİR. CİHAN VAR OLDUKÇA ALİ VAR OLUR, CİHAN VAR OLURKEN DE ALİ VARDI. TEBRİZ'İN ŞEMSU-L HAKKI CİHANIN GİZLİ VE AÇIK SIRLARINDAN HER NE GÖSTERDİYSE HEPSİ DE ALİ İDİ.

 

 

Şit, kendinde Ali'nin nurunu gördü ve yüksek alemi öğrendi.  Nuh, kendini yüksek menzile ulaştırıncaya kadar, istediğini hep ondan buldu. Gene ondandır ki kurtuluşa eren Nuh, dehirde gayret tufanını buldu da beladan kurtulmuş oldu. Halil Peygamber, dostlukla onu andı da, ateş ona al lale oldu. Nemrud’un ateşi, o Allahın dostuna hep gül, nesrin, lale oldu.  Gene o idi ki, keyfiyle kendi koyununu İsmail'e kurban etti. Yusuf kuyuda onu andı da, o saltanat mülkünü süsleyen tahtı buldu. Yakup, onun önünde birçok inledi de Yusuf'un kokusunu alıp gözleri açıldı. İmran'ın oğlu Musa, onun nurunu gördü de uzun geceler hayran kaldı. Kırk gece kendinden geçti; kavuşma ve görüşme zevkine daldı. Sonra dedi ki: "Yarabbi! Bana bu lutfundan bir alamet ver." Hak ona: "İşte sana nurlu eli verdim" dedi. Gene Ali'nin vergisidir ki, Meryem'e arkadaş oldu da İsa vücuda geldi”17

 

Bu şiirlerde seslendirilen inanış ile Batınî Şii olup Hatâyî mahlası ile yazan ve Batıniliği Anadolu’da yaymaya çalışan Şah İsmail’in XE "Şah İsmail" Hz. Ali XE "Hz.Ali" için söyledikleri karşılaştırıldığında aynı kaynaktan beslendikleri görülür. Buyurun okuyalım:

 

“Yer yoğ iken, gök yoğ iken ta ezelden var idim-Gevherin yek danesinden ilerü perkâr idim. Gevheri âb eyledim tuttu cihanı ser beser-İns ü cinni Arş u Kürsî yaradan Settar idim. Girdim Âdem XE "Âdem" donuna (şekline) sırrımı kimse bilmedi-Men o beytullah içinde ta ezelden var idim”18

 

Şeyh uçmaz mürid uçurur, dedikleri gibi Molla Cami’nin onun için “Peygamber değildir ama kitabı vardır” dediği ve sevenlerinin bunu bir övgü olarak yaydığı bilinmektedir. Peygamberlik de kesmemiş olacak ki “Mevlana (!) bir işin yapılmasını emreder. Şeyh Muhammed Hadim “İnşaallah” deyince, Mevlana (!) bağırır: “A aptal! Ya söyleyen kim!”19 diye müdahale ettiği belirtilerek Celaleddin Rumi’nin tanrılık tasladığı da yazılır.

 

Bütün bunlar bir gerçek iken, Celaleddin Rumi’nin Hz.Muhammed’e övgüler dizmesi, onun ayağının tozuyum, kuluyum kölesiyim, aklı Mustafanın önünde kurban et, demesi acaba kendi akaidinin ve kitaplarındaki din anlayışının temiz bir islam olduğunu mu gösteriyor? Tasavvufun da şeriata uyması gerektiğini söylemek için de olsa, Peygamber ve şeriat dostu olarak gösterdiğiniz bu kişilerin, okuyucuları bilgilendirmek için en azından bu yönlerini de belirtmeniz gerekmez miydi?

 

Niyazi Mısri’ye gelince:

 

Yahudi uydurması ebced ve cifir hesaplarıyla kendisinin Peygamber, İsa, Mehdi olduğunu açıkça iddia eden’20, Nisâ/163. ayetteki el-esbat kelimesinin başındaki ‘lam’ harfinin cins için olup Hz. Hasan ve Hüseyin Resulullah’ın torunları olduğu için ikisini de kapsadığını, dolayısıyla irfan ve veraset yoluyla ikisinin de Peygamber olduğunu söyleyen21, hurufiliğe kendini kaptırarak ayetlerle âdeta oyuncak gibi oynayıp batınî manalar çıkaran22 Niyazi Mısri (öl.1105/1694)’nin müritlerinin yaptığı bir densizliği sözde gaybı okuyarak öğrenmesinin ve ağzına kadar vahdeti vücut felsefesini23 yansıtan ‘Vücud bir’dir. Hak’tan başka bir şey mi var? Sizin yükünüzü biz çekmeseydik bunun manevi cezasını siz çekecektiniz…’(Niyazi Mısri, Divan-ı İlahiyat, Haz: Mustafa Tatcı, H Yayınları) sözlerinin24 İslamla bağdaşmadığını söylemek gerekmez miydi?

 

Son bir hatırlatma olarak Şeriat tanımına ilişkin yaptığınız “Geniş manada din ile aynı manada olan Şeratın ikinci bir alanı vardır ki o değişime açıktır. daha önceleri yeni peygamberler gönderilmek suretiyle, Peygamberimizden sonra ise yeni içtihatlarla bu kısım değişmektedir. Hiş şüphe yok ki bu ikinci kısımda da, yani cemiyet nizamı ile ilgili olan kısımda da kitab ve sünnetin evrensel, ebediyete kadar daim ve cari olacak hükümlerle belirlediği değişmez ilkeler, kurallar vardır”(Şeriat Nedir; Yeni Şafak, 24 Haziran/2017) tanımlamanın yanlış anlaşılmaya açık olduğunu belirtmeliyim.

 

Her şeyden önce Şeriat din ve İslam ise, İslamın içtihatlarla değişebilen bir yanı yoktur. Aksi halde, laikliğe açık kapı açılmış yahut İslamın laik bir din olduğu sonucu doğmuş olur. Merak ediyorum, İslamın yahut dinin hangi alanı değişmeye açıktır? Yahut değişmeye açık olan bir şey şeriat ve din olur mu?

 

Haksızlık ve zulümlerinden dolayı İsrail oğullarına getirilmiş ama Kur’anda yer almayan cumartesi çalışma yasağı, hayvanın iç yağını yeme yasağı, oruç gecelerinde eşlerin cinsel ilişkiye girme yasağı ve recm cezası, dışında, şeriatlarda değişmenin olabileceği anlayışının vahiyden hiçbir dayanağı yoktur. Zaten asılsız nesh teorisinden ve böyle bir anlayıştan hareketle laiklik heveslileri şeriatlarda zamanla değişme olabiliyorsa, İslam şeriatının üzerinden de binbeşyüz yıl geçtiğine göre artık şer’i hükümlerin de değişmesinin ve laik bir yönetimin oluşmasının dine aykırı olmaması gerektiğin savunabilmektedirler. Bunun ise ne kadar yanlış ve sakıncalı olduğu açıktır.

 

Sonuç olarak, İslam hukukunun bir bölümünün naslarla, bir bölümün ise zaman içinde ortaya çıkan sorunlara cevap olmak üzere bu naslara aykırı olmamak şartıyla ulemanın yaptığı içtihatla oluştuğunu, içtihadın din olmayıp şartlara ve zamana göre değişebileceği, yasa olarak benimseyip yönetim uygulamaya koymadığı sürece içtihadın din olarak kimseyi bağlamadığı, ama naslarla belirlenen hükümlerin asla değişmeyeceğinin ve herkesi bağladığının açıkça belirtilmesi gerektiğini sizler benden çok daha iyi biliyorsunuz.

 

Takdiri sizlere bırakıyor, saygılarımı sunar, sağlık ve afiyetler diliyorum.