Tarihi Kürt liderlerini aşağılamanın dayanılmaz hafifliği-2

Zafer Burakmak

VAN 11.11.2017 09:19:49 0
Tarihi Kürt liderlerini aşağılamanın dayanılmaz hafifliği-2
Tarih: 01.01.0001 00:00



Bir önceki yazımızda, Kürt gençleri arasında Cumhuriyetin kuruluş dönemlerindeki tarihi Kürt liderlerine yönelik aşağılayıcı ifadeleler kullanılmasına değinmiştik. "Döneme ilişkin yapılan analizlerde iki noktanın dikkatten kaçtığını" belirtirken ilk hususu işlemiştik. 

İkinci dikkate alınması gereken nokta ise, toplumun önemli bir oranını oluşturan gayri Müslim kesim ile yaşananlar ve Batılı ülkelerin üzerlerinden geliştirmeye çalıştıkları siyasetlerdir. Osmanlı Devleti’nin zayıfladığı ve toprak kaybetmeye başladığı dönemlerde diğer birçok farklı coğrafyadaki gibi Kürdistan’daki gayri Müslimlerin de Batılı güçler ile ilişkilerinde bir yoğunlaşma meydana gelmişti.  Bölgede cirit atan misyonerler, sadece Hıristiyanlığı yaymayı amaçlamıyorlardı elbet. Kürtlerde gittikçe artan korku, Botan Beyliği’ndeki Tiyare bölgesindeki her tarafa hakim yüksek bir tepede kale gibi inşa edilen bir okul ve yurtla birlikte yükseliyordu. Sonunda bölgedeki gayri Müslim tebaa olan Nasturiler,  sürekli ödedikleri vergileri ödemeyi reddettiler.  Bunun üzerine  hakimiyeti kaybetmek istemeyen Botan Beyi Bedirhan’ın 1843 yılındaki saldırısı ile büyük bir kıyıma uğradılar. Yaşanan bu elim hadise, Kürdistan’daki gayri Müslim topluluklar ve Kürtler arasında büyük bir gerilim oluşturdu. Gayri Müslimler büyük bir facia yaşarken, Kürtler ise Batılı devletlerin baskısı altında kalan kendi devletleri olan Osmanlı’nın, üzerine büyük bir güç gönderdiği Bedirhan Bey’in tutuklanmasına ve sürgününe şahit oldular. Yıllarca kendileriyle yaşayan azınlıklarla birçok kez sorunlar yaşamışlardı ancak bu kez dışarıdan bir güç, Hıristiyanlar lehine liderlerini tutuklayacak bir sonuç doğurmuştu.

Bir diğer kırılma ise 1877-78 Osmanlı-Rus savaşlarında yaşanmıştı. Doğu eyaletlerinin bir kısmını işgal eden Ruslara Ermeni yapılanmaları da destek vermişti. Bu gelişme, Kürtler ve Ermeniler arasındaki gerginlikleri çatışmalara sürükledi. Kimi Kürt aşiret birlikleri bazı yerlerde Ermenilerin mallarını yağmalasa da İngiltere gibi güçlerin itirazlarıyla mallar hükümet tarafından iade ediliyordu. Ancak aynı durum Kürtler için geçerli değildi. Zorda kalan Osmanlı, bırakın Kürtleri, topraklarını bile korumaktan acizdi. Kürtler kendi topraklarında kendilerini sahipsiz hissetmişler ve aralarındaki azınlıkların arkasındaki güçlerden korkmuşlardı.

1915’te Van’ın Ruslar tarafından işgal edilmesi bu fay hattını harekete geçirdi. Ermeni silahlı birliklerinin de desteğiyle Van’daki Kürt nüfus, katliam ve sürgüne maruz kaldı. Yine Bitlis de işgal edilmiş ve Kürt aşiretlerinin Osmanlı güçleriyle birlikte harekete geçmesiyle Rus birlikleri püskürtülmüştü. Bu gelişmeler ardından İttihat ve Terakki hükümetinin uyguladığı Ermeni tehciri, büyük katliam ve felaketlere yol açtı. Dönemin Van Valisi Haydar Bey, 1915-1918 arası gelişmelere ilişkin İstanbul’a gönderdiği raporda, vilayette Ermeni ve Nasturilerin nüfusundan bir şey kalmadığını belirtirken, Müslüman nüfustan ise işgaldeki saldırılar ile kaçış ve dönüş yollarında “yüzde 80’inin telef olduğunu” belirtiyordu. Valiye göre eski nüfustan ancak on beşte biri kalmıştı. Diğer iller de benzer süreçler yaşamışlardı.

Kimi zaman katleden kimi zamanlar katledilen Kürtler, hükümetin tehcir politikasının desteğiyle büyük bir Ermeni kıyımına imza attı. Sonraki süreçlerde de çatışmalar sürdü. Özellikle 1919’da Güney Kafkasya’da bir Ermenistan Cumhuriyeti’nin kurulması ardından burayı üs olarak kullanan Ermeni gruplarının sınır bölgelerine yönelik saldırıları devam etmiştir. Yine günümüzde Irak Kürdistanı olarak belirlenen bölgede İngilizlerle savaşan Kürtler, aslında İngilizlerle değil İngiliz topçu ve hava desteğindeki Ermeni ve Nasturilerle savaşıyorlardı. Kürtler, Ermenilerin arkasında Rus, Nasturilerin arkasında ise İngiliz desteğini açıkça görmüşlerdi.

Yine İstanbul ile İtilaf Devletleri arasında imzalanan Mondros Mütarekesi’nde Kürtlerin yaşadığı Vilayet-i Sitte’nin, “Altı Ermeni Vilayeti” olarak anılması, Ermeni devletinin kurulacağı korkusunu pekiştirmiştir. Ermenilerin tehcir ve katliamlarındaki dâhilleri Kürt liderleri ciddi anlamda korkutmuştur. İtilaf Devletleri, bölgeye gönderdikleri subaylarıyla Ermeni devleti kurmanın zeminini yoklamışlar, nüfus sayımları yapmışlardı. Kürtler lehine verilen nüfus sayımlarına karşın tehlike çanları sürmektedir. Örneğin bölgede bir inceleme yapan İngiliz Edward William Charles Noel isimli istihbarat subayı sunduğu raporda, Kürtlerin açık ara çoğunlukta olduğunu belirtip Kürtler lehine görüş bildirirken şu hususları da belirtmekten geri kalmaz;”Bu bölgeye ya “Doğu Vilayetleri” ya da “Ermenistan ve Kürdistan” denmelidir. Sınırlar ayrılmadan coğrafi ilişkilerin çözümünü daha ileriki bir tarihe bırakmak gerekiyor… Bir süre birleşik yaşamalıdır ki bu halklar hem ekonomik açıdan güçlensin hem de toplumsal ve siyasal açıdan stabil hale gelsin. Daha sonra sağlıklı bir ayrılma programı veya çözümü uygulayabilirler…”

Tüm bu Büyük Ermenistan raporlamalarına karşın, Osmanlı’nın geleceğinin konuşulduğu Paris Barış Konferansı’nda önce Ermeniler açıkça Van, Erzurum, Trabzon, Diyarbakır, Sivas ve Adana gibi illerin Ermenistan’a verilmesini talep etmişler, ardından ise Kürtler adına bağımsız bir Kürdistan için faaliyet yürüten Şerif Paşa’nın, Ermeniler ile birlikte bir mutabakata vardığı açıklamaları gelmiştir. Birleşik Büyük Ermenistan ve Bağımsız Kürdistan’ın kurulmasından söz edilen mutakabatta sınır konusu tamamen İtilaf Devletleri’ne bırakılmıştır. İtilaf Devletleri’nin Ermeni ve Nasturi desteğini bilen Kürtler, topraklarının kendilerinden alınacağı korkusunu iliklerine kadar yaşamışlardır.  

Tüm bu korkuları kendi lehlerine kullanmak isteyen Mustafa Kemal ve arkadaşları, birlikte hareket edebilecekleri çağrıları yapmışlardır(yazının en başındaki vaatlerle). Cumhuriyetin kurucu kadrosu, her fırsatta Büyük Errmenistan planlarını ve gelişmeleri Kürt kamuoyuna duyurmaya çalışmışlardır. Ermenilerin büyük devletler tarafından desteklendiğini gören Kürt ağa ve şeyhleri de tercihlerini, tekrar hilafeti ayağa kaldırma hedefli ve kendilerine özerk bir yönetim sözü veren bu kesimle hareket etmekten yana kullanmışlardır. Hilafet ve saltanatın tekrar hakim kılınacağı üzerinden verilen bu destek, günün şartlarının da dayatması üzerine gerçekleşmiştir. Verilen sözlerin tutulmadığını gören Kürt liderler, itiraz seslerini yükseltmişler ve başka çarelerinin kalmadığını gördükleri noktada da isyan etmişlerdir. Ancak Bolşevik yayılmacılığına karşı durulacağı, hilafet ve saltanatın kaldırılacağı ve Osmanlı’nın kaybedilen topraklar da dahil tüm iddialarından vazgeçilmesi şartı ile yeni rejimin Batılı devletlerce kabul edilmesi, Kürtlere ihtiyaç duyulmadığı günleri getirmiştir. Hatta Kürtlere karşı, Batılı devletlerin rejime destek verdiği dönemler olmuştur. Fransa’nın, Şeyh Said İsyanı’nda Suriye’de kontrolündeki demiryollarını Ankara’nın hizmetine vermesi gibi. İttihat ve Terakki geleneğinden gelen kadrolar, akamete uğrayan uluslaştırma sürecini, büyük bir hızla Kürtlere de uygulamış ve önce ileri gelenler isyanlar gerekçesiyle büyük bir kıyıma uğratılmış, ardından koca bir toplum baskılanmıştır.

Bugünden  baktığımız tarih, tüm bunları göze almadan değerlendirildiğinde yazının en başında belirttiğimiz sorunlar baş göstermektedir. Kürt gençleri, dönemin gerçekliği ve toplumsal psikolojik travmalarından azade yapacakları her değerlendirmenin, en kolay şey olan tarihi kişilikleri bir kalemde silme yanlışına düşmek anlamına geleceğini bilmelidir.

PKK VE ÖCALAN ETKİSİ

Bununla birlikte döneme dair yapılan analizlerde bilinçli bir çabanın etkisini de es geçmemek gerekiyor. Kürt meselesi üzerine ilgi duyan PKK tabanının bu konularda Kürt ileri gelenlerine dair diğer kesimlerden daha sert bir tutum takındığı şaşırtıcı bir durum gibi görülebilir. Fakat bu sonuç, bilinçli bir çabanın yansımasıdır aslında. PKK, Kürt tarihini daha çok Medler üzerinden başlatırken, övücü ifadelerin kullanıldığı bu sürecin ardından İslam’ın kabul edilmesiyle zayıf düşüldüğünü ve toplumsal dinamiklerini kaybettiğini ileri sürmektedir. Örneğin Murat Karayılan, İslam’ın bir kırılma yarattığını ve ulusal bir yaklaşım sergileyemedikleri için toplumsal kayıplara neden olduğunu söyler. Kürtlerin, tarih sahnesinde yeteri düzeyde var olamamalarını İslamiyete bağlayan Karayılan,  M.Ö. 6. yüzyıldaki Med İmparatorluğu deneyiminden sonra İslamiyeti kabul ettikleri 7. Yüzyıla kadarki sessiz süreye ise hiç değinmemektedir. Öyle ya İslam Kürtleri pasifleştirdiyse İslam'dan önceki yüzyıl boyunca büyük bir tarihin yazılması gerekmez miydi?

Örgüt literatüründe PKK öncesi Kürt tarihi olumsuzlanmaktadır genelde. Bu yaklaşım,  Öcalan’ın Kürtleri var ettiği tezi üzerinden yükselir. Kürt varlığının istenilen düzeyde ve etkinlikte var olması, örgütün tezine ters düşmektedir. Bu nedenle Abdullah Öcalan’ın kitaplarında Cumhuriyet’in kuruluş dönemindeki Kürt liderler eleştirilmekte hatta aşağılanmaktadır. Bunun bir nedeni, bu liderlerin İslami kimliklerinden dolayı ise ikinci nedeni de başka birikim ve lider kabul edilmemesindendir. Öcalan, dönemin liderlerini “geleneksel işbirlikçi feodal üst tabaka” olarak tanımlar ve “cumhuriyeti yanlış değerlendirerek ve emperyalizmin niyetlerine kolay aldanıp isyana yönelmekle” suçlar. “Bir Halkı Savunmak” kitabında dönemin ayaklanmalarına ilişkin “Yeni rejimler altında çıkarları daha da daraltılan Kürt işbirlikçi üst tabakasının, sınırlı ve eski otonom heveslerinden kaynaklanan ve çoğu tahriklere dayanan isyan hareketleri, terörün yoğunlaşmasına yol açtı. Ayaklanmalar, ulusal ve demokratik talepleri geliştirmiş olmaktan uzaktı. Eski ayrıcalıklı günlerini arayan Kürt işbirlikçi feodalitesinin, yeni rejimlerden pay isteme kavgasıydı.” diyordu. Öcalan’a göre Mustafa Kemal, “özgürlük benim karakterimdir” diyen bir liderdi ve “isyanların üzerine giderken bile sorun Kürtlük ve özgürlüklerini engellemek değildi.” Yine Öcalan’a göre Mustafa Kemal’in milliyetçilik anlayışı Anadolu milliyetçiliğidir. Ve Kürtlere ilişkin Cumhuriyetin devrim niteliğindeki uygulamalarına fırsat doğmamış ve “Kürt gerici, feodal işbirlikçileri” isyanlarla bunu boğmuşlardır.

Görüldüğü üzere dönemin “aldatılan Kürt liderlere” yönelik saldırılar, aldatan kesimlere yapılanlardan çok daha serttir. Bunun nedeni gençler için tarih bilmezlik iken, örgüt liderleri için bilinçli bir çarpıtmadır. Kemalizm güzellemeleri, dönemin Kürt aşiret liderleri ve şeyhlerine yönelik sert söylemleri doğurmuş ve tüm Kürt tarihi kişiliklerini tabanın gözünden düşürmeye vardırmıştır. Kürt gençlerindeki tarihe yönelik bu olumsuz yaklaşım sadece bir yanlış okumanın sonucu değil, bilinçli bir meylettirme kaynaklıdır.






 Tarihi Kürt liderlerini aşağılamanın dayanılmaz hafifliği-1

Sosyal medyada birçok konuda olduğu gibi Kürt tarihine ilişkin de lakayt bir dil kullanılıyor. Gençlerin Cumhuriyetin kuruluş sürecinde Kürt ileri gelenlerine yönelik aldatıldıkları söylemi, tarihi bir tespit olarak değil dönemin şahsiyetlerine adeta sövmenin bir aracı kılınıyor. Cumhuriyetin kuruluş dönemlerinde Kürt ileri gelenlerinin, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının “Kürtlerin kavmi haklarının da verileceği” sözlerine inandıkları tarihsel bir gerçek. Çünkü Osmanlı’nın son dönemlerinde siyasiler ve fikir adamları arasında Kürtlere bir özerkliğin verilebileceği tezi hakim bir düşünceydi zaten. Mustafa Kemal de bu yönde açıklamalar yapmıştı. Örneğin, 1919’da Diyarbekir Mebusu Kemal Bey’e gönderdiği telgrafta bağımsız bir Kürt devletini isteyenleri eleştirirken Kürtlerin haklarına ilişkin “İdare usulü, ırkların haklarının korunması gibi arada halledilecek aile meseleleri” tespitinde bulunmuştur. Yine Cemilpaşazade Kasım Bey’e çektiği telgrafta da şöyle diyordu; “Kürt kardeşlerimin hürriyet ve refah ve ilerlemesinin vasıtalarını sağlamak için sahip olmaları gereken her türlü hukuk ve imtiyazların verilmesine tamamen tarafım.”  10 Ocak 1920’de İzmit Kasrı’nda gazetecilerle yaptığı toplantıda “…Binaenaleyh başlı başına bir Kürtlük tasavvur etmekten ise bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu mucibince zaten bir nevi mahalli muhtariyetler teşekkül edecektir. O halde hangi livanın ahalisi Kürt ise onlar kendi kendilerini muhtar(özerk) olarak idare edeceklerdir.” İfadelerini kullanırken, TBMM Gizli Celse Zabıtlarında yer alan, 22 Temmuz 1922 tarihli Mustafa Kemal imzalı bir talimatta ise “1… Kürtlerle meskûn menatıkta ise hem siyaseti dahiliyemiz ve hem de siyaseti hariciyemiz noktai nazarından tedricen mahalli bir idare iltizam etmekteyiz. 2- Milletin kendi mukeadderatlarını bizzat idare etmeleri hakkı bütün dünyada kabul olunmuş bir prensiptir. Biz de bu prensibi kabul etmişizdir.” denilmişti.

Görüldüğü üzere Kürtlerin haklarının verileceği düşüncesi sürekli dillendirilmiştir. Buna rağmen Kürt ileri gelenlerinin aldatılmalarını eleştirmek elbette tabiidir. Kürtlere haklarının verileceğini belirten kurucu kadronun, daha sonra bir kıyım gerçekleştirmesinde ve bugüne kadar süregelen bir sorunda, dönemin Kürt aşiret reislerinin ve şeyhlerin payları elbette sorgulanacaktır. Ancak yapılacak analizlerin, bugünün ideolojik bakışlarından arındırılması, dönemin anlaşılması için temel bir kaide olarak belirlenmelidir. Anakronizm olarak ifade edilen, tarihi kendi dönem ve şartları yerine bugünün gözüyle değerlendirme hastalığına düşülmemesi daha net bir perspektif sunmada kilit önemdedir.  

Kürt liderlerin kurucu kadro ile ortak hareket etmelerinin hangi şart ve ruh haline dayandıkları dikkate alınmalı değil midir? Klavye başındaki gençlerin sosyal medya üzerinden hakaretler yağdırarak yaptıkları analizlerde dönemin ağır şartları dikkate alınıyor mu? Bugün herhangi bir şirketin ceo’suna hayran hayran bakan gençlerin, yüzlerce köyü, büyük bir ekonomi ve ticareti ve hatta dış ilişkileri yöneten, bir kısmı dış dünya ile ciddi ilişkileri bulunan dönemin eğitimli, (birçoğu) birkaç dil bilen aşiret reislerine cahil sıfatlarıyla saldırmaları ne kadar doğru?

Döneme ilişkin yapılan analizlerde iki noktanın dikkatten kaçtığını düşünüyorum. Birincisi bölgedeki demografik yapının bugün üzerinden değerlendirilmesi. İkincisi de bununla ilişkili olarak Kürt coğrafyasında yaşanan etnik ve dini temelli çatışmalar ve bunun sonucunda dünyada oluşan Ermeni hassasiyeti ve bir Ermeni devletinin kurulma niyeti.

Öncelikle Kürtlerin, bölgedeki en büyük güç olmalarına rağmen demografik yapının bugün görüldüğü gibi olmadığı bilinmelidir.

Osmanlı Devleti’nin yaptığı üç nüfus sayımında, Vilayet-i Sitte olarak tanımlanan Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır, Sivas ve Mamuretü’l-Aziz’deki Ermeni nüfus şöyle belirlenmişti; 1987’de 555 bin 902, 1906 yılındaki sayımda 561 bin 774 ve 1914’teki nüfus sayımında 636 bin 306. Başka kaynaklar, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Diyarbakır’ın yaklaşık yüzde 30’unun Ermeni, Keldani ve Süryani gibi gayri Müslimlerden oluştuğunu belirtir.  1914 yılında yapılan nüfus sayımına göre Diyarbekir Vilayeti’nde yaşayan 492 bin 101 kişiden, 65 bin 850’si yani toplam nüfusun %13,38’i Ermeni’dir. Yine, 179.380 nüfusa sahip Van’da ise 67 bin 792 (%37,79) Ermeni yaşıyordu. Toplam nüfusu 309 bin 999 olan Bitlis’te Ermeni nüfus, 117 bin 492 (%37,9) olarak belirlenmişti. Yine başka kaynaklarda Hakkari sancağında 165 bin Kürde karşın 97 bin Hıristiyan bir kavim olan Nasturi’nin olduğu belirtilmektedir. Bu rakamlara, Sultan II. Abdülhamit’in korktuğu“Ermenilerin çeşitli oyunlarla ve entrikalarla kendi sayılarını olduğundan fazla gösterme çabası” ve yine dikkat çektiği “Rusya’dan ülkeye olası Ermeni akımı” tezlerinin ne kadar etkili olduğu bilinmiyor. Ancak, Ermeni ve diğer gayri Müslim nüfusun sayılarını yüksek göstermek kadar kimliklerini gizlemek için de sebeplerinin olduğu akıllardan çıkarılmamalıdır.

Velhasıl, rakamlar belirli aralıklarla değişse de bugünkü Kürt homojenliğinin olmadığı bir vakadır. Öte yandan gayri Müslim tebaa, Kürdistan’daki nüfuslarının yanında nüfuzları üzerinden de değerlendirilmelidir. Bu nüfusun belirli bir kesiminin şehir merkezlerinde olduğu ve zaanat ve ticaret gibi alanlarda etkin oldukları düşünüldüğünde Kürtlerin, cüretkarlığına bir ket vurulduğu görülmektedir. Tüm bu nedenlerle bugünkü Diyarbakır, Hakkari, Şırnak, Batman, Van ve Bingöl gibi şehirlerin etnik yapılarındaki homojenliğe bakarak duyulan ‘ulusal cesaretin’ o dönemlerde pek yaşanmadığı bilinmelidir. Kürtler arası mezhep ve Kurmanc-Zaza farklılıklarına hiç değinmesek bile güç dengesi açısından bir kırılganlığın olduğunu söyleyebiliriz. Bu kırılganlık, temel poltikaları ve konumlanmaları da birebir etkilemiştir. 

Bir sonraki yazımızda Ermeniler ile yaşanan çatışmalar, Tehcir ve İtilaf Devletleri'nin bir Ermeni devleti kurma niyetlerinin Kürtlere yansımalarını işleyeceğiz inşallah.