Suud’un Günah Galerisi İran’ın Cürümlerini Temizlemez!

Bahadır Kurbanoğlu

VAN 1.04.2015 10:34:07 0
Suud’un Günah Galerisi İran’ın Cürümlerini Temizlemez!
Tarih: 01.01.0001 00:00
 

Suud’un Günah Galerisi İran’ın Cürümlerini Temizlemez!

Bugünlerde “Husi Fırtınası”na karşı “Kararlılık Fırtınası”yla Yemen’e müdahale kararı alanlar, iki yıl öncesinden günümüze Husilere dolaylı ve doğrudan destek olanlardan başkası değildi.  Bunların günah galerisini sıralamak demek Mısır’da İhvan’a karşı darbeyi, Libya’da karşı devrimcilere desteği, Gazze’de Hamas’a karşı İsrail’le işbirliğini, Suriye’de muhalefeti dumura uğratmak için her türlü katekulliyi masaya yatırmak anlamına gelmekte. Hatta bu konuya girdiğinizde bir Ortadoğu tarihi turu atmak mecburiyeti hasıl olur.

Ortadoğu Ergenekonları ve destekçilerinin bu yelpazesi geniş operasyonları şimdilik bir kenarda dursun. Bugünlerde Yemen’i konuştuğumuza göre oradan bir örnekle konuyu irdeleyelim. Bu öyle bir konu ki, aynı tarihlerde bizler “17 Aralık” süreciyle uğraşageldiğimizden Yemen’in “20 Aralık”ını pek takip edememiştik.

Yemen’in Bölünme Çabası:

“Hadramut Projesi”

Öncelikle belirtmekte fayda var ki, Yemen tarihine göz atıldığında Suud’un bu ülkede iç savaş ve ayrılma gibi büyük olayları tetikleyen faaliyetlerden geri kalmadığı görülebilir. Kendi menfaati adına daha önce sahnelediği Güney-Kuzey ayrışmasının Doğu-Batı ya da daha farklı düzlemlerde bir senaryo olarak rafta tutulduğunu bilmekte fayda var. Tabii bu konuda Suud’un gerek bölgede, gerekse büyük güçler içerisinde yalnız olmadığını da eklemek gerek.

Hadramut konusu da bu planların devamı niteliğindeydi. 20 Aralık 2013, Yemen açısından tıpkı Türkiye’nin “17 Aralık”ı gibi önemli bir tarihtir. Mısır’da darbe, Libya’da karşı devrimci güçler, Suriye vahşetinin kontrollü şekilde uzatılması çabaları ve Tunus’ta siyasi krizle baltalanmak istenen Ortadoğu halklarının özgürlük talepleri, Yemen’in de bölünmesi gayretlerine sahne olmuştu. İlk deneme dalgası Ali Abdullah Salih’in hal’inin hemen ardından denenmiş ama tutmamış, ardından ikinci ve etkili deneme “20 Aralık”ta gelmişti: Hadramut, Mehra ve Şebve şehirlerinin Yemen’den koparılması projesi. Kuzey ve Güney’in bölünmesi senaryolarından ümitlerini kesen dış odaklar, “Hadramut Vilayetleri Planı” çerçevesinde ülkeyi Doğu Yemen-Batı Yemen olarak bölme senaryolarını devreye sokmuşlardı.

Kim tarafından katledildiği bilinmeyen Hammum Kabile reisi Şeyh Said b. Habriş cinayetini bahane ederek Hadramut’taki bazı kabileler, 20 Aralık’ta özerklik talebiyle harekete geçeceklerini açıklamışlardı. Hareketin adı da süslü bir mottoyla tamamlanmıştı: “Halk Hediyesi” (el-Hibe eş-Şa’biyye) İlk eylemleri bazı devlet binalarına Güney Yemen bayraklarını asmak oldu.

Yemen’de kirli bir tezgahla başlayan “Halk Hediyesi” günleri yaşanırken, Türkiye’de de “17-25 Aralık” günleri yaşanmaktaydı. Failleri kimdir bilinmez, Mısır’daki baltacı olaylarına benzer şekilde Aden, Hadramut ve Lahc gibi ülkenin doğu ve güney vilayetlerinde insanlar eylemlere sürüklenirken, hem Yemenli sivillere saldırılar oldu, hem askerler öldürüldü hem de ev ve işyerleri ateşe verildi.

Dönemin cumhurbaşkanı A.Mansur Hadi, olaylar üzerine acilen Milli Diyalog Kurulu’nu topladı ve “Yemen Federal Cumhuriyeti”nin kurulacağını ilan etti. Bu dönem Yemen siyaseti açısından, Ali Abdullah Salih’in devrilmesinin ardından Yemen’in tüm aktörlerinin üzerinde anlaştığı konuların tamamlanmak üzere olduğu bir evre idi. Ama tesadüfe bakın ki nur topu gibi Hadramut merkezli bir bölünme hareketi başlamıştı. Ki Hadramut, ülke topraklarının yüzde otuz altısını oluşturan, Suud ile de komşu ve altın ve petrol yataklarının önemli bir kısmının bulunduğu bir bölgeydi.  

Plan Tutmadı Ama Aktörler Hala Sahadaydı

Mesela nasıl ki, İran ve ABD’nin Irak ve Suriye’de IŞİD’e karşı Şii milisler üzerinden ortak tutumları söz konusu ise; bunun Yemen versiyonunda Yemen el-Kaidesine yönelik kullanışlı bir Ensarullah sahada hazır ve nazırdı. Ve nasıl ki Irak’ta konu sadece IŞİD değil, demografik ve siyasi tehdit olarak görülen aşiret ve örgütler ise; bunun Yemen’deki karşılığı da sadece el-Kaide değil, Yemen İhvanı ve destekleyen aşiretlerdi. Dolayısıyla emperyalist güçler açısından Yemen sahasında Suud’un ortaklığı ile İran ortaklığı arasında bir fark olmadığı gibi; bunların çatışmasından doğacak bir bölünmüşlüğün de hiçbir mahsuru yoktu. Aksine menfaat alanları korunduğu müddetçe dengeli çatışmalar da işlerine gelmekteydi.

Dolayısıyla Husilerin ilk ilerleyiş günlerinde Husilerle Hükümet arasında arabuluculuk görüşmelerinde BM Özel Temsilcisi Cemal b.Ömer’in Husilerin pozisyonunu meşrulaştırma çabaları, manidar bir şekilde “Yemen Irak’a mı benzetilmek isteniyor?” sorularına yol açıyordu. Yani ABD ikili oynuyor, hangi plan tutarsa ona göre konum belirleyeceğinin sinyallerini veriyordu: İran’ınki mi, yoksa Suud’unki mi! Suud’un “kararlılığı” fırtınaya dönüşürken de aslında safını belirlemişti. Tabii şimdilik.

Rusya ise zaten hinterlandında ve Rusya çıkarlarına göre hareket eden İran’ın safında idi. Rusya’nın da İran sayesinde Ortadoğu’ya dönüş kapıları açılıyordu ne de olsa. Bunu açıkça beyan da ediyordu. O da şimdilik Suud’un sert tavrına toslamıştı.

İran ve Suud’un payına ne düştüğünü sorduğumuzda ise; Irak işgalinden bu yana Suud önderliğindeki Körfez ve İran’ın bölgede ne kazandığına baktığımızda, elde kalan tek şeyin, sonu görünmeyen ve kazananı olmayan çatışma alanlarından başka bir şey olmadığını tespit etmek gerekiyor.

Her ikisi de halkların iradesine koydukları ipotekler ölçeğinde, darbeleri ve sıcak çatışmaları taşıdıkları her yerde kazanımın aksine kendi etraflarına duvarlar örmekle meşguller. Tabii tüm Ortadoğu halklarının sırtına da bu duvarların faturalarını yüklemekteler.

Konu aslında sadece büyük güçlerle hatırı sayılır ilişkiler kurmakla sınırlı bir tartışma olsaydı belki şunu diyebilirdik: Mazlum halkların maslahatına ABD ile de Rusya ile de Çin ile de dengeler oluşturulabilir; yeter ki Ortadoğu halklarının hatta tüm dünyanın ezilenlerinin maslahatları gözetilsin. Çok mu romantik bir tespit oldu? Peki hep demiyor muyduk, müslüman ülkeler ekonomik, kültürel, siyasi ve askeri entegrasyonlara giderlerse kademe kademe bugünlere de ulaşılabilir. Eğer halklar bunu talep ediyorlarsa demek ki sorun ulus-devletlerin elit kadrolarının ideolojik tercihlerinde. Tıpkı İran’ın salt kendi çıkarları ve ideolojik motivasyon tercihi adına ve Suud’un bölge monarşilerinin geleceğini düşünerek -İhvan gibi- halkların iradelerinin önünün kesilmesi paydasında hareket etmesi basit gerçekliğinde olduğu gibi.

Bu “hamasi”vurgulardan sonra bunca mazlum kanının döküldüğü, onca fırıldağın çevirildiği gerçeklere dönelim.

SuudiAmerika Tamam da İran Amerika’yı Ne Yapacağız?

Husilerin Aden’e doğru yürüyüp, Süveyş Kanalı’ndan geçen petrol trafiğini doğrudan etkileyecek Bab’ul-Mendep boğazını tehdit etmek amaçlı ve Yemen’in nüfus yoğunluğunun üçte birine yakınının olduğu bölgenin tamamen Suud karşıtı güçlerin eline geçmesi anlamına gelen senaryonun tam ortasında ilerlerken, bu durumu açık ifadelerle İranlı resmi ağızların oldukça iştahlı bir şekilde sahiplenmeleri hangi stratejik akılla açıklanabilirdi? Bu, ateşe benzin dökmek değil de neydi? Hatta o denli ileri ifadeler kullandılar ki, Suud içerisindeki muhtemel bir isyanı bile oldukça rahat bir şekilde dillendirmekten geri kalmadılar. Bir de çıkıp utanmadan “egemenlik ihlalinden” bahis açtılar. Irak ve Suriye’yi “altın tepsi” olarak gören haramiler, herhalde Yemen’i de çuvala rahatlıkla atılacak “elmas” hükmünde gördüler.

İran muhiplerinin “Suud’un desteklediği sünni teröristler” zımni kabulüne saman altından atıf yaparak, İran’ın pozisyonunu “normalleştirme” adına “objektif tahlil” adı altında yaptıkları şu sinsi retorikten Müslümanlar halklar lehine bir hayır sadır olması mümkün mü acaba. Diyor ki en tilki zekalılarından birisi:

“İran’ın Arap isyanlarının sunduğu fırsatlarla elde ettiği stratejik yayılmayı sürdürülebilir bir forma kavuşturmak için ABD ile 36 yıllık düşmanlığı makul düzeye inrdirme gereği duyuyor.

Körfez’deki müttefiki Suudi Arabistan’la Sünni militarizm üzerinden oynadığı oyunun artık kontrol edilebilir bir araç olmaktan çıktığını gören ABD de İran’la öngörülebilir bir ortaklığı test etmek istiyor.” (Fehim Taştekin)

İnsanın “ne büyük imkan; tepe tepe hayrını görün” diyesi geliyor!

Bu “öngörülebilir ortaklık”tan ötürü İran’a bir uyarı mesajı göndermek hazretin son dört yıllık yazılarından hiçbirinde aklına düşmedi.

Bir başka hazret; Yemen koalisyonuna verip veriştirirken hızını alamıyor ve Hafız’ın şu beyitleri dökülüveriyor dudaklarından:

“Varsayalım ki İran yayılıyor, bunu tankla topla, zor ve zorbalıkla mı yapıyor? Oraya buraya savaş mı açıyor? Ülke mi işgal ediyor. Hayır. Sekter komitacıların gerçeklikten kopuk vehim dünyasındaki halüsinasyonları çöpe atarak söylersek, gerçek şudur: İran, mesela tekfirci terörün pençesindeki Iraklı veya Suriyeli, ya da Lübnanlı mazlumlara yardıma koştuğunda doğal olarak seviliyor. Öyleyse bunu kıskanmak yerine sen de teröre karşı fedakarlık yapıp yardıma koşarsan seni de severler. Ama sekter komitacı tam aksini yapıp sevilmeyi bekliyor. Olmuyor haliyle, o insanlar bunlardan nefret ediyor.”

Ve ekliyor;

“İran'ın yayılması askeri ve siyasi değildir. Dünyanın en ücra köşesinde, İranlıların haberi bile olmadan, bir meraklı Mesnevi veya Hafız okumak için kendi kendine Farsça öğreniyorsa bu kültürel etkileşimin önünde hiçbir silah ve siyaset duramaz.”

Rabbim aklımıza mukayyet ol; bu hırıltılar kulaklarımızı değil, asıl kalplerimizi tırmalıyor.

Hızını almış bir kez durur mu? “Amatör şahinler” diyerek aşağıladığı Türkiye dış politika yapıcılarına kızarak şöyle sesleniyordu “kamuoyuna”:

“İranlı şahinlerle Amerikalılar başedemiyor; bizim amatör şahinlerin çocuksu hevesi fazla cüretkar!..” (Özgüvene bakar mısınız; adeta kaynayıp taşıyo!)

Suretleri böyle, ya asılları:

Farsnews’in analizcisi Negar Muhammedi şöyle diyor:

“Erdoğan'ın imparatorluk hayali İran'ı suçlamasına sebep oluyor. Erdoğan, bölgesel politikalarda şantajla İran'dan imtiyaz koparmaya çalışıyor. Gerçekleri tersyüz etmemeli. Siyonist politikaların yanındaki Suudla ittifakı stratejik kayıplarını arttırdıkça Erdoğan feryat ediyor. Erdoğan'ın pozisyonu, bölgede siyonist, sömürgeci, zorba ve mürteci politikaların yanında durmaktan ibaret.”

Kime yazıyor acaba? Kimi iknaya çalışıyor, merak konusu! Gaza gelmeyip geride kalan kaldı mı acaba? Yola çıkan çıktı zaten; Erdoğan nefretine ne hacet. Çin Seddi’nden Akdeniz’e, Kafkas’lardan Kızıldeniz’e tutabilene aşk olsun.

Yazıyor hazretler; şimdi Yemen Somali mi olur, Irak mı Suriye mi, yoksa Libya mı? Bir de cevap arıyorlar!

Tereyağından Kıl Çeker Gibi “Devrim”

Alptekin Dursunoğlu’nun yönettiği Yakın Doğu Haber Sitesi’nde 10 Ocak 2015 tarihli “Husilerle Yemen Ordusu İşbirliği” başlıklı bir haber yayınlanmıştı. Haberin manşeti Yemen ordusu ile Husi güçlerinin Marib kentine ortak operasyon hazırlığında olduğu bildirildi.” şeklindeydi. Devamı da şöyleydi:

Rusya el-Yovm televizyonunun haberine göre Yemen güvenlik kaynakları, savunma bakanlığına bağlı güvenlik güçlerinin Husilerle koordineli olarak Marib kentine geniş çaplı bir operasyon hazırlığı yaptığını açıkladı.

Bir hafta önce silahlı grupların başkent Sana’ya gitmekte olan bir askeri birliğe saldırarak silahlarını çaldığını belirten kaynaklar, Husilerle Yemen ordusunun ortak operasyonla ordudan çalınan silahları geri almayı hedeflediklerini söyledi...”

Demek ki Husiler, Yemen Ordusu ile beraber güle oynaya devrime yürüyorlardı. O Yemen ordusu ki zaten Yemen tarihinde “etrafta devrimci yok mu, birlikte yapalım” şeklindeki arayışlarıyla meşhur olmuştu! Tabii Dursunoğlu, bu güçlerin Ali Abdullah Salih ile olan ilişkisine ve bu ilişkinin ne adına kurulduğuna hiç değinme ihtiyacı hissetmiyordu. Hatta bu öyle bir devrimdi ki, Arap Baharı böylesini görmemişti. İfade bize değil, kendisine ait. Dursunoğlu’na göre Arap Baharı’nın ilk devrimiydi bu; çünkü:

Yemen içinde ve dışında ‘darbe’ olarak niteleniyor olsa da Yemen’in 6 Şubat’tan itibaren gerçek bir devrime giden ilk ‘Arap Baharı’ ülkesi olduğu söylenebilir.

Çünkü 2011’de 6 ülkede başlayan ve ‘Arap Baharı’ diye nitelenen isyanlar sonrasında geçiş süreçleri sadece Tunus ve Mısır’da tamamlanabildi.

Bahreyn, Suudiler tarafından bastırıldı. Libya’daki isyan başarılı oldu; ama devrime değil iç savaşa dönüştü. Suriye’deki isyan ise hem başarısız oldu hem iç savaşa dönüştü.

Tunus ve Mısır’da isyanlar cumhurbaşkanlarını koltuklarından ettiği için başarılı oldu; ancak bu ülkelerdeki isyancılar iktidara ortak olmayı devrim için yeterli gördüler.

Geçiş süreçlerini kendileri belirleyip bürokrasiye rol vermek yerine bürokrasinin belirleyiciliğini kabul edip geçiş süreçlerinde rol almayı tercih ettikleri için de kolayca bertaraf edildiler.

Yemen’de 2011’de başlayan isyan sürecinin en önemli aktörlerinden biri olan Ensarullah Hareketi, Tunus ve Mısır’daki benzerlerinin aksine iktidar ortaklığını değil, sistemin tüm kesimlerin katılımıyla toptan değiştirilmesini savunuyor.”

Ne diyelim. Mübarek olsun! Tabii bu durumda “6 Şubat kararları”nın karşısında yer alan neredeyse tüm Yemen, (Sadece Yemen Islah Partisi değil, bir ara birlikte hareket ettikleri G.Yemen Hareketi (YSP) dahil, bazı temerrüdcü Ordu kesimleri hariç tüm kesimler.) “karşı devrimci” olmuş oluyordu. Dursunoğlu, bir dizi yazıyla bu hareketi aklayıp pakladı ama mızrak çuvala sığmadı. Kel düştü takke göründü.  

“Stratejik” Aklınız da, “Hikmetli” Siyasetiniz de Yerin Dibine…

Amerikan istihbaratı 26 Şubat’ta Senato’ya ‘Küresel Tehdit Değerlendirmesi’ raporunu sunmuştu. Raporun İran ve Hizbullah ile ilgili üslubu manidardı. İsrail medyası (Times of İsrail) haberi “Ulusal İstihbarat Direktörü James Clapper’in Senato’ya sunduğu raporda İran ve Hizbullah terör tehditleri listesinden çıkarıldı” ifadeleriyle vermişti. İran kanalı Press TV de “İran ve Hizbullah’ın Sünni aşırılıkçılarla mücadele ettiği” tespitini bir öğünç vesilesi olarak öne çıkarıyordu.

Raporda her ne kadar “Irak ve Suriye’de İran dostane hükümetleri muhafaza etmeye, Şii çıkarlarını korumaya, Sünni aşırılıkçıları yenmeye ve Amerikan etkisini azaltmaya çalışıyor… İslam Cumhuriyeti’nin mezhepçiliği köreltme, duyarlı ortaklar oluşturma ve Suudi Arabistan’la gerilimi düşürme niyetlerine rağmen İranlı liderler -özellikle güvenlik birimlerindekiler- bölge istikrarı için olumsuz tali sonuçları olan politikalar izliyor” şeklinde sapla samanın birbirine karıştığı ifadeler yer alsa da, Nükleer görüşmelerinin de getirdiği “yumuşama” ikliminde, ortak çıkarlar gereği “tolere edilen” bir İran tablosuyla karşı karşıya olduğumuzun resmiydi bu rapor.

IŞİD ile mücadelede ortaklık; Esed’i jeopolitik arenada tutmada ortaklık; Suriyeli İslamcılara dünyayı dar etmede ortaklık; mezhep savaşını bizatihi yüksek perdeden bir siyaset olarak kullanmada ortaklık; halkların iradelerine ipotek koymada Suud’u aratmayacak partnerliğe oynamada ortaklık ve Ortadoğu’yu kaynayan kazana çevirip, Rusya ve ABD’nin beklentilerini doğru okuyup boşluktan istifade hem Körfez’i, hem Türkiye’yi, Arabı, Kürdü, Çeçeni, Afganı, Türkmeniyle çevrelemede ortaklık! Yani bir nevi Suud’dan rol çalıp adeta “daha efdal bir oyuncu olduğunu ispat” sadedinde çevrilen mafyatik filmlerde yeni jön olmaya adaylık!

“Büyük İran” konferanslarında yüzde onluk bir kitlenin kuzeyden güneye, doğudan batıya yeni haritasından dem vurup, halkların da kucağını açıp bu “yeni” ideoloji ve kültür havzasıyla buluşmak için can attıklarına atıf yapmak başka ne ile açıklanabilir ki!

Tam bir akıl tutulmasıyla karşı karşıyayız. Çünkü bu hırs, bu iştah, girdiği her yeri sadece Batılıların istediği tarzda bölmek ve girdaba sürüklemekle kalmıyor, bu sürecin gün gelip bölge halklarının ve kadim yapılarının boyun eğişiyle sonuçlanacağını umuyor. Kendine yakın kesimleri “vekil” tayin ederken; kendisinin de acaba birilerinin çıkarına bir “vekalete” itilip itilmediğini hiç sorgulamıyor. Suud’u yıllarca böyle davranmakla eleştirirken; “şimdi çevrelenmek neymiş görürsünüz” efelenmesinin gün gelip pusuda bekleyen akbabaların (ABD-Batı-Rusya-Çin) pençelerine takılıp kalacağını hesaba yanaşmıyor. Suud’a zaten nefretle bakan halkların, nefret sebebine odaklanıp buradan bir vahdet siyaseti üretmektense, fırsattan istifade bir yıldırım gibi halkların tepesine çakılmayı marifet sayıyor. Tarihten ders almaya da niyeti yok. Saddam’ın Kuveyt’i işgal girişiminde sırtını sıvazlayanların, kendisiyle savaştıranların, bilahare ona nasıl bir akibet biçtiklerini herhalde hatırlamak bile istemiyor. Bir unutma mı, yoksa geriye ket vurma hali midir bilinmez, müntesiplerinin her daim “üst akıl”, “hikmetli siyaset” diye pazarlayageldikleri askeri-siyasi istikametin bir bumeranga, hatta dejavu’ye dönüşebileceğini düşünmek dahi istemiyor. Bu histeri halinin, bu sıtma nöbetinin Ortadoğu halklarının kadim beklentileri ve İslami değerlerin yükselişine olan inançlarıyla ters; onların hayatlarını, hesaba kitaba vurduğu her coğrafyada riske edip, kirleten, makasıdüşşeria’nın tüm ilkelerini çiğneyen ve dünkü cellatlarının taktikleriyle ilerleyen bir “büyük şeytan”a dönüştüğünü göremeyecek kadar basiret, adalet, izandan uzak bir uçuruma kendi halkını da yuvarladığını tefekkür edemiyor. Tüm uyarılar, şeytanların vesveseleri gibi algılanıp, adeta “ben yapmazsam bana yapacaklar” çılgınlığıyla, uyandığında pişman olacağı bir kabusun peşinden gittiğini, girdiği hipnozdan ötürü fehmedemiyor. Ve eğer bu kabustan evin içindekiler tarafından uyandırılmazsa, korkarız ki yaktığı ateşler tüm coğrafyalarımızı sardığında çok geç olacak.